www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee  

Geri Git   www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee > Forum > Eskiler (Arşiv)

Eskiler (Arşiv) Eski konular

 
 
Konu Araçları Görünüm Modları
Old 04-03-2006, 03:01 AM   #1
efeaydın
Geçerken Uğradım
 
efeaydın Kullanıcısının Avatarı
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Yaş: 40
Mesajlar: 97
Teşekkür Etme: 12
Thanked 15 Times in 8 Posts
Üye No: 11158
İtibar Gücü: 1441
Rep Puanı : 760
Rep Derecesi : efeaydın is just really niceefeaydın is just really niceefeaydın is just really niceefeaydın is just really niceefeaydın is just really niceefeaydın is just really niceefeaydın is just really nice
Cinsiyet :
Exclamation ATATÜRK İLKELERİ ve 21. YÜZYILA YANSIMALARI

ATATÜRK İLKELERİ
VE
ATATÜRKÇÜLÜĞÜN 21 NCİ YÜZYILA YANSIMALARI


Bir ışık yakmak gerekiyordu, Türk Milletinin 19ncu yüzyılın sonlarına doğru kararan günlerine.
Bir ışık tutmak gerekiyordu, uzun tarih yolunun en eski yolcularından biri olan büyük Türk Milletinin önüne.
Tarihe şan ve şerefle geçmiş yüce Türk Milleti, hapsedilebilir miydi karanlıklara. Sığar mıydı çılgın seller, berzahlara.
Görememişlerdi; gözleri kördü. Kestirememişlerdi; muhayyileleri kilitlenmişti. Bilmiyorlar mıydı bu Yüce Milletin tarihte ne dahiler yetiştirdiğini? Tarih onlara bir şey öğretmemiş miydi? Evet, onlar aynada kendi dev ve şişkin cüsselerini görüyorlardı.
Bir umut gerekiyordu, yürekleri en yüksek utkulara inandırmak için. Artık bitti denilen bir milleti, yeniden ayağa kaldırmak için.
Bir inat gerekiyordu; tükenmişlikten, umutsuzluktan, yokluktan yeni bir millet yaratmak için. Çağdaş bir varoluş destanı yazmak için.

TOPLUCA: Işığın hiç sönmesin! Umudun hiç bitmesin! Dahiler ocağı yüce Türk Milleti!

Işık 1881 yılında Selanik’te yanmaya başladı. O zamanki imparatorluk coğrafyasının değişik köşelerinde yanmaya devam etti. 19 Mayıs 1919’da “Benim için en büyük sığınak ve şefkat kaynağı milletimin sinesidir” diyerek, Milletin kalbine giden bir yolculuğa çıktı. Bu yolculuğa çıkarken dayandığı mesnet “Millet” gerçeği idi. Samsun’a ayak bastığında tespit ettiği milli hedef; “Milli bir devlet” kurmaktı. Amasya’da, Erzurum’da ve Sivas’ta milleti toparlama ve tespit edilen milli hedefe ulaşmak için gerekli milli güç unsurlarını oluşturma çalışmalarını tamamladı. Ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da tüm milleti aydınlatacak bir güce ulaştı. O’nun dehasını Lloyd George şu sözleriyle dünyaya ilan etti: “Arkadaşlar! Asırlar pek nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki, o büyük dahiyi, asrımızda Türk Milleti yetiştirdi. Mustafa Kemal’in dehasına karşı elden ne gelir ki!”

O büyük dahi 23 Nisan 1920’de TBMM’ni kurdu.29 Ekim 1923’de 75 nci yılını idrak ettiğimiz Cumhuriyeti ilan ederek dehasını milleti için kullanmaya başladı ve bir dizi inkılap hareketine girişti. Beklemeye tahammülü yoktu. O ufukların ötesini görüyordu. Çağdaş dünyanın değerlerini ve eriştiği gelişmişlik düzeyini biliyordu ve istiyordu ki kendi milleti de hemen o milletlerin seviyesine çıksın. Hatta onları geçsin. Ona göre inkılap;
“Türk Milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır. Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi; Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun bütün mana ve biçimiyle medeni bir toplum haline ulaştırmaktır.”

Önce Milleti geri bırakan kurumlar temizlendi. Sonra Milleti çağdaş dünyanın seviyesine ulaştıracak yeni kurumlar kuruldu ve Milletin ilelebet varolması için gerekli ilkeler belirlendi; insanca yaşamak için, hakça bölüşmek için, yarınlara umutla bakabilmek için... Bu süreçle birlikte insanlarımız insan olmanın örgensel hazzını duyumsadılar. Cinsiyet, etnik, din, dil ve mezhep ayrımları ortadan kaldırılarak insanları tebaa olmaktan vatandaş olmaya götüren bir yol açıldı. Atatürkçülük işte bütün bu dönüştürme, geliştirme ve ilerletme çabaları ile ilkelerinin tümüdür.

Atatürkçülük Türk Kurtuluş Savaşı ile doğmuş; bir yandan dış güçlere karşı, diğer yandan da bu dış güçlerle işbirliği içine girmiş olan imparatorluk yöneticileri ve onların yerli işbirlikçilerine karşı yürütülen bir mücadele ile başlamıştır. Atatürkçülük milli egemenliğe dayalı, milliyetçi, laik ve tam bağımsızlık isteyen bir düşüncedir. Atatürkçü düşüncenin amaçladığı toplum ve devlet yapısı, akıl ve bilime dayalı demokrasi anlayışıdır. İşte bu, çağdaş uygarlık, çağdaş düşünce olarak tanımlanmıştır.

Atatürkçülük; Türk Milletinin aklın ve bilimin rehberliğinde ileri bir toplum olarak en kısa bir sürede çağdaş uygarlık düzeyine erişmesini milletler ailesinin bağımsız, eşit ve şerefli bir üyesi olarak demokratik ve laik kurallar içinde yaşam sürmesini amaçlayan, ilkeleri Türk toplumunun ihtiyaç ve isteklerinden doğmuş çağdaş bir düşünce sistemidir.

Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak Türk Toplumunun yapısını değiştirmekle mümkündür. Toplum yapısını değiştirmek, çağdaş bir toplum ve devlet yaratmak için Atatürkçülüğün öngördüğü ilkelerin içeriğine bir göz atalım.

Amaçlanan toplumda, yönetim biçimi demokrasidir. Bu Cumhuriyetçilik olarak benimsenmiştir. Tüm milletin egemenliğini içerir. Bu yönetim anlayışında sınıf, zümre, kişi egemenliğine yer verilmez. Birinci ilke budur.
İkinci ilke milliyetçiliktir. Atatürkçülükte Milliyetçilik; milli sınırlar içinde yaşayan, aynı kaderi, aynı kıvancı, aynı ülküyü Türk Milletinin bireyi olma bilincini paylaşan herkesi Türk saymaktadır. Milletlerin, devletlerin zayıf güçsüz milletleri sömürmesine, onları egemenliği altına almasına karşıdır. Bu yönüyle Atatürkçülükte Milliyetçilik insancıl ve evrensel boyutlara ulaşmıştır.

Mart 1933’te yaptığı bir konuşmada Milliyetçilik ilkesinin geçmişte olduğu gibi gelecekte de dünyayı şekillendirecek bir ilke olduğunu şu sözleri ile kanıtlamaktadır :
“Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. Onların yeniden doğuşu şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha müteveccih vuku bulacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve engellere rağmen muzaffer olacaklar ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır.”

21nci Yüzyıla girdiğimiz şu günlerde Milli Devlet kavramının daha bir öne çıktığını görmekteyiz. 20nci yüzyılın sonunda yıldızı parlayan globalleşme akımı, sanıldığının aksine dünyaya yeni bir düzen verememiş, daha çok karmaşaya sebep olmuştur. İletişim alanındaki gelişmeler sonucu globalleşme çeşitli devletlerin gelişmiş alanlardaki değerlerinin bütün insanlık alemince ortak kullanımı, ekonomik sistemlerin birbirlerine daha sıkı bağlarla bağlanması ile sınırlı kalmıştır. Bu kavramın ortaya çıkışından beri dünya devletlerinin sayısında bir azalma değil, aksine bir artış görülmektedir. Özellikle dağılan Sovyetler Birliği ve Eski Yugoslavya örneğine baktığımızda, ideolojik birliktelik ve federasyon esasına dayalı ve milli olmayan devletler halka ekonomik refah da sağlayamayınca çözülme sürecine girmişlerdir. Bunların çözülmeleri halen devam etmektedir.

Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilgili yapmış olduğu uzun vadeli bir stratejik öngörüde ;
“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostluğun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır ; manevi köprülerini sağlam atarak. DİL bir köprüdür. İNANÇ bir köprüdür. TARİH bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin ) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir. ” diyerek yıllar sonra olacak olayları o günden haber vermiştir.

Burada Ulu Önderin vurguladığı husus, bu ülkelerle birleşmek veya o ülkeleri yönetmek değil, bu ülkelerle her türlü bilgiyi paylaşmak, onların ayakları üstünde durması için her türlü desteği sağlamak ve her konuda onlarla işbirliği yapmaktır. Ulu Önder, bu işbirliğinin temellerinin DİL, İNANÇ ve TARİH olduğunu tespit etmiştir.

Bu iki ana düşünceden; yani, Cumhuriyetçi ve Milliyetçi temelden bir çağdaş toplum ve devlete gidilecektir. Bunun gelişmesi, oluşması için yöntem nedir, ne olacaktır? İşte Atatürkçü düşüncenin kalkınmak, çağdaş olmak için öngördüğü uygulama diğer ilkeleri ortaya çıkarmıştır. Bu uygulama halkçı, devletçi, laik ve inkılapçı olacaktır.

Nasıl Milliyetçilik anlayışı Milletler Topluluğu içinde sömürgeciliğe karşı ise; Halkçılık ilkesi de hangi millet için olursa olsun o milletin yaşamında toplum ve devlet yapısında bir sınıfın bir zümrenin bir ailenin, başka sınıflar, zümreler ve aileler üzerinde egemenlik kurmasına, güçlülerin güçsüzleri ezmesine karşıdır.

Atatürkçülük; çağdaş olma amacında devleti baş görevli sayar. Devlet kanunlarla üst yapı ve alt yapıda gerçekleştirilecek atılımlarla desteklenmedikçe, halkın korunması, geleneksel toplum yapısının değiştirilmesi imkansızdır. Devlet ekonomiye hem düzenleyici, hem de işletmeci olarak girecek, ekonomiyi tüm milletin, halkın yararına yönlendirecektir. Ulu Önder Atatürk tarafından “Kişilerin özel teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeyin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleketin ekonomisini devletin eline almak gereği” şeklinde tanımlanan Devletçilik ilkesi; önemini bugün de korumaktadır. Çünkü; ülkelerin farklı bölgeleri farklı gelişmişlik düzeyi gösterebilmektedir. Özel teşebbüs, kâr esasına göre çalıştığından ancak kârlı olan alanlara ve bölgelere yatırım yapmaktadır. Bugün ülkemizin durumuna baktığımızda; bölgesel gelişmişlik düzeyleri arasında belirgin farklılıklar bulunmaktadır. Belki de en çok bugün Devletçilik ilkesinin uygulanmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Devletçilik ilkesinin temelinde sosyal devlet vardır. Batıda ise tamamen liberal ekonomiden sosyal devlet anlayışına geçiş yüzyılımızın son çeyreğinde gündeme gelen bir konudur.

Milli Devlet’in olmazsa olmaz gereklerinden biri de Laikliktir. Laikliğin olmadığı bir yerde Milli Devlet’ten de söz edilemez. Dinsel kuralların, çağdışı kalmış geleneklerin, bağlantıların devlet yönetiminde yeri yoktur. Dünya işleri ile dinsel işler birbirinden ayrı konulardır. Herkes dinsel inancında serbesttir. Dinsel inancından dolayı kınanamaz. Fakat bunun yanında devlet dinsel ayrıcalıklar tanınmasına, dinsel veya mezhepsel güçler oluşturularak bunlarla toplum ve devlet yaşamında etkinlik kazanılmasına da imkan tanımaz. Çağdaşlaşmaya yönelik, çağdaşlaşmayı amaç edinen Türk İnkılabında Laiklik temel ilke durumundadır. Bugün bu ilkenin ne kadar önemli olduğunu yaşayarak görmekteyiz.

Atatürkçü Düşünce Sisteminin en belirgin özelliği aklın ve bilimin ışığında gelişmeye açık bir yön göstermesidir. “Ben manevi miras olarak hiçbir nas-ı kati, hiçbir dogma, hiçbir donmuş kalıplaşmış düstur bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Zaman süratle dönüyor... Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek aklın ve ilmin inkişafını inkar etmek olur....
...Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve bir de milletler tarihinin binbir facia ve ızdırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir ” diyen Yüce Önder toplum ve devlet yaşamının her alanında, her uygulamasında, akıl ve bilimi ölçü olarak ortaya koymuştur.

Atatürkçülük kalıplaşmış bir düşünce değildir. Toplumun değişen, gelişen yeni koşullar karşısında yeni çözümlere ihtiyaç duyan yaşayan bir varlık olduğunu kabul eder. Atatürkçülük bu değişmeyi ve yenileşmeyi İnkılapçılık olarak belirlemiştir. Bu Atatürkçülüğü eskimekten çağdışı kalmaktan, kalıplaşmaktan kurtaran ilkedir. İnkılapçılık ilkesi ışığında eskiyen işlevini yitiren kurum ve gelenekler çağın gereklerine göre sürekli olarak değiştirilebilmektedir. Toplum ve devlet hayatı sürekli bir kendini yenileme kabiliyeti kazanmıştır. Çağdaşlıkla birlikte mütalaa edildiğinde inkılapçılık ilkesi sürekli diri kalmayı sağlamaktadır.

Türk İnkılabının getirdiği en büyük değişimlerden biri de kadının sosyal hayattaki yerinin yükselmesidir. Türk kadını gerçek yerini Cumhuriyet’ten sonra bulmuştur. Yüzyıllarca toplum hayatından kopuk, kapalı bir ortamda yaşamak zorunda kalan Türk Kadını; tertemiz yüzünü Cumhuriyet’le birlikte dünyaya göstermiştir. Bu sayede, Türk kadını; Fransa, İtalya, Yugoslavya, İsviçre gibi ülkelerden daha önce seçme ve seçilme hakkını elde etmiştir.
Günümüzde Türk kadınının toplumdaki yerini geçmişe döndürme çabaları olsa da ; Türk kadını artık, elde ettiği bu hakları koruyabilecek bilince sahip ve yirmi birinci yüzyılın , kadına toplum ve çalışma hayatında vereceği etkin role hazırdır.

Düşünce sistemleri onların yaratıcıları ile özdeşleşmiştir. Bir sistemin yaratıcısı, banisi ne kadar engin görüşlü ve yenilikçi olursa; sistem de hayatiyetini o nispette devam ettirir. Atatürkçülük de bir düşünce sistemi olarak bugün bile tüm kavramları ve esasları ile hayatta ve halen bize rehber ise, bu O’nun öngörüsünün ve evrensel düşünce yapısının en büyük göstergesidir. 28 Eylül 1932’de Mc Arthur’la yaptığı görüşmede gelecek onyılı orta vadeli bir stratejik öngörü ile şöyle değerlendirmiştir:
“Versailles Muahedesi Birinci Dünya Savaşına sebebiyet vermiş olan amillerden hiçbirini bertaraf etmediği gibi bilakis dünün başlıca rakipleri arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirmiştir. Zira galip devletler mağluplara sulh şartlarını zorla kabul ettirirlerken bu memleketlerin etnik, jeopolitik ve iktisadi hususiyetlerini asla nazar-ı itibara almamışlar ve sadece husumet hislerinden mülhem bulunmuşlardır. Böylelikle bugün içinde yaşadığımız sulh devresi sadece mütarekeden ibaret kalmıştır... Zira Avrupa meselesi İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki ihtilaflar meselesi olmaktan artık çıkmıştır. Bugün Avrupa’nın şarkında bütün medeniyeti ve hatta bütün beşeriyeti tehdit eden yeni bir kuvvet belirmiştir. Avrupa’da vuku bulacak bir harbin galibi ne İngiltere ne Fransa ne de Almanya’dır. Sadece Bolşevizmdir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu memleketle en çok harp etmiş olan biz Türkler orada cereyan eden hadiseleri yakından takip ediyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığı ile görüyoruz. Uyanan şark milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden, onların milli ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilen Bolşevikler yalnız Avrupa’yı değil Asya’yı da tehdit eden başlıca kuvvet halini almıştır.”

Ulu Önder bu sözleri ile geleceği ne kadar iyi gördüğünü ortaya koymuş, onun haklılığı ancak yıllar sonra anlaşılabilmiştir.

Ayrıca bu sözleri ile dünya barışını tehdit eden ideolojik çatışmaları belirtmiş, savaşları sona erdiren anlaşmalarda hakkaniyet duygusunun tatmin edilmesinin önemini de ortaya koymuştur.

Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” özdeyişi yalnız bir dilek sayılamaz. Onun barışçılığı pasif, hareketsiz, sessiz bir tutum değildir. Aksine barışın korunması için bölgesel ve küresel bağlamda diğer dünya devletleriyle işbirliği ve aktif diplomasi gerektirir. Buna örnek olarak Hatay ve Boğazlar Sorununu diplomasiyi kullanarak barışçı yollarla ve Türkiye’nin milli menfaatlerine en uygun şekilde çözümlemesini gösterebiliriz.

Birinci Dünya Savaşını sona erdiren anlaşmalardan yaşayan tek anlaşmanın Lozan olması, Montrö Boğazlar sözleşmesinin küçük değişikliklerle hâlâ uygulanıyor olması O’nun devletler arası ilişkilerde barışçı, uzak görüşlü ve aktif tutumunun ürünüdür. Bugün BM ve NATO’nun dünyanın sorunlu bölgelerinde barışın sağlanması için aktif rol almaya başlaması, Barış İçin Ortaklık anlaşmasının barışın korunması için devletler arasında işbirliği sağlaması O’nun yıllar önce oluşmasını öngördüğü yapının günümüze yansımalarıdır.

Çağdaş dünyada demokratikleşme, insan hak ve özgürlükleri, refahın geniş toplum kitlelerine yayılması, etnik ve devletlerarası sorunların Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında barış yoluyla çözülmesi, toplumlararası bilgi değişiminin yaygınlaşması dikkat çeken özelliklerdir. Artık bir iç sorun kısa sürede dünya sorununa dönüşebilmektedir. Ayrıca; insan hakları ve etnik ve dinsel ayrımcılığın önümüzdeki yüzyılda devletlerin bekaasını tehdit eden başlıca sorunlar olacağı değerlendirilmektedir. Bu gelişmelerin sınırını devletlerin varolma hakkı belirleyecektir. Devlet ve toplum hayatındaki bu gelişmeler devletlerin varlığını ortadan kaldırmaya kastedecek bir amaca yöneltilememelidir. Çağdaş devletler bu tehdide karşı gerekli donanıma sahip olmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda kurulmuş olan devletlerin hayatında devrimler, ihtilaller, ideolojik akımlar, bölünme süreçleri yaşandığı halde; çok taraflı çıkar çatışmalarının merkezinde bulunan ve bölgesel bir güç olan Türkiye Cumhuriyeti dimdik ayaktadır. Çünkü milli bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu Atatürkçülük ideolojisi O’na ilelebet varolmak için gerekli donanımları sağlamaktadır.

Ulu Önder, 13 Ağustos 1923’te TBMM açış konuşmasında şöyle demektedir :
“Efendiler, bugüne dek elde ettiğimiz başarılar, bize ancak gelişme ve uygarlığa doğru bir yol açmıştır. Yoksa, gelişmeye ve uygarlığa ulaştırmış değildir. Bize ve torunlarımıza düşen, bu yol üzerinde yürümektir.”

Gelişmenin önündeki en büyük engel, olanı yeterli görmektir. Özeleştiri olmazsa gelişme de olmaz. Toplum; kendini sürekli sorgulamalıdır ve devamlı ileri gitme çabası içinde olmalıdır. Medeniyet yarışı öyle bir yarış haline gelmiştir ki; duran, yıkılmaktadır. Ulu Önder de bu gerçeği görerek kendi döneminde gerçekleştirilen inkılapları ve gelişmeleri yeterli görmemiş, uygarlığa ulaşma idealini dinamik bir yapı içerisinde değerlendirmiş ve bu ideali gelecek nesillerin de üzerinde yürüyeceği bir yol olarak görmüştür. Bugün bize düşen; Ulu Önder’in ilkelerini kuvvetli bir ateşle yüreğimizde hissetmek, bütün çalışmalarımızı bu ilkelerin rehberliğinde yapmak ve medeniyet yolunda yılmadan, azimle aynı iz üstünde yürümektir.

Atatürk’ün o dönemde ortaya koyduğu bu evrensel ilke ve öngörülerin önemini bazı kafalar yeni yeni anlamaya başlasa da, bu ilkeler Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de temel yapı taşlarını oluşturmaya devam edecektir. Bu yapı taşları üzerine Atatürk’ün bina ettiği Cumhuriyet, bir güç olarak, laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti niteliğini sonsuza dek sürdürecektir.
__________________
ya sev ya sevr!!!
efeaydın çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
 


Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir)
 

Yayınlama Kuralları
Yeni konu açamazsınız
Cevap gönderemezsiniz
Eklenti ekleyemezsiniz
Mesajlarınızı düzenleyemezsiniz

Kodlama is Açık
Smilies are Açık
[IMG] code is Açık
HTML code is Kapalı


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Atatürk ¢яєαмιηg Eskiler (Arşiv) 0 07-08-2007 03:07 PM
Atatürk Ve şih KoJiRo Eskiler (Arşiv) 0 12-29-2006 01:43 PM
Atatürk ve Şıh walsman07 Eskiler (Arşiv) 1 08-10-2006 09:10 PM
AtatÜrkÇÜ DÜŞÜnce Sİstemİ Ve AtatÜrk İlkelerİ Bostandere Eskiler (Arşiv) 2 03-09-2006 08:32 PM

Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 11:22 PM

Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11   Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.