www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee  

Geri Git   www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee > Forum > Eskiler (Arşiv)

Eskiler (Arşiv) Eski konular

CevaplaCevapla
 
Konu Araçları Görünüm Modları
Old 05-23-2007, 07:07 PM   #1
aDoRaBeLLa
Geçerken Uğradım
 
aDoRaBeLLa Kullanıcısının Avatarı
 
Üyelik Tarihi: May 2007
Konum: Black Sea :)
Yaş: 42
Mesajlar: 118
Teşekkür Etme: 0
Thanked 26 Times in 15 Posts
Üye No: 42724
İtibar Gücü: 1350
Rep Puanı : 1410
Rep Derecesi : aDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura about
Cinsiyet : Bayan
Post Klise Tarihi

ERKEN KİLİSE TARİHİ



Giriş



Kutsal Kitap “Zaman tamamlanınca Tanrı Oğlunu yolladı” der. Tanrı tarihin her detayını öyle bir hazırlamıştır ki en doğru zamanda oğlunu yollamıştır.



Yeni Anlaşma döneminden önce başlayan Grek İmparatorluğu Mısır, Filistin hatta Hindistan’a kadar büyümüştü. Ama Grek İmparatoru Büyük İskender’in amacı sadece büyümek ve askeri olarak güçlenmek değildi. Aynı zamanda bütün dünyaya klasik Grek kültürünü yaymak istiyordu. Büyük İskender’in öğretmeni büyük filozoflardan biri olan Aristotel’di. Ancak Büyük İskender’in bilmediği bir şey vardı. Tanrı’da aynı şekilde Büyük İskender’in istediği gibi Grek kültürünün bütün dünyaya yayılmasını istiyordu. Böylece 2.yüzyıla kadar Grekçe bütün Akdeniz çevresinde ve hatta İran’a kadar konuşulan bir dil oldu.



İskender çok genç yaşta öldü ve o ölünce de imparatorluk çöktü. Grek İmparatorluğu yerine Roma İmparatorluğu geldi. Roma İmparatorluğu Grek İmparatorluğu gibi Akdeniz etrafına yayılmış büyük bir imparatorluk oldu. Tanrı Grek İmparatorluğu’nu kullandığı gibi Roma İmparatorluğu’nu da kullanmıştır.

Roma İmparatorluğu sınırları içinde -ki sınırları çok büyüktü- eğer Roma İmparatorluğu’na düşman değilseniz çok güvenli ve hızlı bir şekilde yolculuk yapabiliyordunuz. Yolları çok iyi,güvenli ve düzenliydi.



İşte Yeni Antlaşma dönemi başladığında bütün Akdeniz çevresinde ve İsrail’in etrafında tek bir dil kullanılıyordu ve rahatça yolculuk yapabilecek yollar vardı. Bu İsrail dışındaki dünyanın durumuydu.



Şimdi de İsrail’in durumuna bakalım:



İsa gelmeden önce Yahuda kokuşmuş ve çökmüş bir durumdaydı. Hirodes kukla bir kraldı. Rüşvet çok yaygındı. İdari yönetim çok bozuk olduğu gibi dini yapı da bozulmuştu. Tapınaktaki kahinlerin ve ibadetin durumu da iyi değildi. Romalılar bir nevi hem idari hem de dini yönetimi satın almışlardı. Bütün bu karışıklıklar içinde halk isyan etmek üzereydi.



İşte böyle bir durumda zaman tamamlanmıştı ve Tanrı Oğlu’nu gönderdi. Tanrı’nın sağlayışında zaman tam doğruydu.



70 yılında Kudüs’te çok büyük bir isyan çıktı ve bu isyanda tapınak yıkıldı. Havralarda doğan kilise özellikle de Kudüs’teki kilise imparatorluğun değişik yerlerine hatta dünyaya dağılmak zorunda kalmıştır.



300’lü yıllarda ise imparatorluk parçalanmaya başladığında imparator Konstantin başkenti İznik’ten İstanbul’a taşımıştır. Tabi ki bütün bu olaylar kiliseyi de çok etkilemiştir. Özellikle de Roma İmparatorluğu parçalandığında batıdaki kilise ile doğudaki kilise birbirinden kopmuştur. Batı Roma Katolik Kilisesi Roma episkoposu, Doğu Ortodoks Kilisesi ise İstanbul patrikliği etrafında toplanıyordu. Böylece yavaş yavaş doğudaki Ortodoks kilise ile batıdaki Katolik kilise birbirinden uzaklaşıp evrim geçirmeye başlamışlardır. Bu yüzden de iki kilise arasında büyük farklar oluşmuştur.

7-8.yüzyıla geldiğimizde ise Arabistan’da yeni bir akım olan Müslümanlık doğmaya başlamıştır. Türklerin Asya’dan Anadolu’ya gelirken İslamiyet’i kabul etmeleriyle özellikle doğu kilisesi İslamiyet’ten çok etkilenmiştir.

Aynı zamanda İslamiyet Avrupa’yı da birçok açıdan çok etkilemiştir. Ticaret yolları değişmiş, Akdeniz ticari merkez olmaktan çıkıp merkez Kuzey Avrupa’ya taşınmıştır. Avrupalılar yeni ticaret yolları ararken batıya ve güneye doğru hareket etmişlerdir. Bütün bunlara rağmen 1000’li yıllara geldiğimizde ise Rusya ve İskandinavya’da dahil olmak üzere bütün Avrupa Hıristiyanlaşmıştır.


Hıristiyanlığın Doğuşu ve Yayılışı


Kutsal Kitap Mesih’in Eski Antlaşma peygamberliklerini tamamladığını söylemektedir. Kilise Babaları da kendilerini Eski Antlaşma peygamberliklerinin tamamlanışı, elçilerin yasal devamı ve Eski Antlaşmada bildirilen yeni İsrail olarak görmüşlerdir.



İlk olarak Hıristiyanlık yayılmaya başladığında insanlar Yahudi dininin bir kolu olarak gördüler. “Pax Roma” denen barış dönemi ve imparatorluğun sağladığı düzeni emniyet ve yollar sayesinde Müjde çok hızlı bir şekilde en uzak yerlere kadar yayılmıştır.

Elçilerin İşleri 2.bölümde anlatılan Pentikost gününden önce Müjde’yi duymaya hazır birkaç grup vardı. Bu gruplardan bir tanesi İsa’yı dinlemiş ya da duymuş olan kişilerdi. Bu kişilerin arasında Yahudiler, Samiriyeliler hatta Yahudi olmayanlar vardı. O dönemde bütün Roma dünyasına yayılmış olan Yahudiler de vardı. Bu Yahudilere “Helenistik Yahudiler” deniyordu. Pentikost gününde aynı zamanda dünyanın her tarafından da Yahudiler Kudüs’teydi.



Elçilerin İşleri 2:9-11 Aramızda Partlar, Medler, Elamlılar var. Mezopotamya'da, Yahudiye ve Kapadokya'da, Pontus ve Asya ilinde, Frikya ve Pamfilya'da, Mısır ve Libya'nın Kirene'ye yakın bölgelerinde yaşayanlar var. Hem öz Yahudi hem de Yahudiliğe dönme Romalı konuklar, Giritliler ve Araplar var aramızda. Ama her birimiz Tanrı'nın büyük işlerinin kendi dilimizde konuşulduğunu işitiyoruz.»



Bütün bu insanlar Petrus’un vaazını dinlediler ve aralarından İsa’ya iman edenler oldu. Ama iman edenler Kudüs’ten ayrılmak istemediler. Daha sonra İstefanos’un ölümüyle Kudüs’teki kilise dağılmak zorunda kaldı.



Elçilerin İşleri 8:1-2 O gün Kudüs'teki inanlılar topluluğuna karşı korkunç bir baskı dönemi başladı. Elçiler hariç tüm imanlılar Yahudiye ve Samiriye'nin her yanına dağıldılar. Bazı dindar kişiler, İstefanos'u gömdükten sonra onun için büyük yas tuttular.



Böylece Müjde bu insanların gittikleri her yere yayılmış oldu. Bu yerlerden biri de ilk “Hıristiyan” olarak çağrıldığımız yer olan eski Antioch; yani bugünkü Antakya şehridir. Daha sonra da Pavlus Müjde yolculuklarına başlamıştır.



1.yüzyıl sonlarına doğru özellikle kilisenin kendi içinde bir gelişim gösterdiğini gözlemliyoruz. O dönemde büyük merkezlerde kiliseler oluşmuştu. Ama kırsal bölgeye henüz ulaşılamamıştı. Bu dönemin en güzel taraflarından bir de öğreti konusunda henüz aşılamaz görüş farklılıklarına gelinmemişti. Sadece Apollos adında bir adamın farklı bir öğreti yaydığını görüyoruz.



Elçilerin İşleri 18:24-25 Bu arada İskenderiye doğumlu Apollos adında bir Yahudi Efes'e geldi. Üstün bir konuşma yeteneği olan Apollos, Kutsal Yazılar'ı çok iyi biliyordu. 25 Rab'bin yolunda eğitilmiş bir kişiydi. Ateşli bir ruhla konuşuyor ve sadece Yahya'nın vaftizini bildiği halde İsa'yla ilgili gerçekleri doğru öğretiyordu.



Ama Apollos alçakgönüllü ve düzeltilmeye hazır bir adamdı. Bu yüzden herhangi bir sorun olmadı. Hatta doğru olanı öğrendikten sonra Müjde’yi vaaz etmeye devam etmiştir.



Bu dönemde Kudüs’teki kilisenin önderi İsa’nın kardeşi Yakup’tu. Hem geleneksel tarih hem de ünlü kilise tarihçisi Eusebius’a göre Yakup Sanhedrin tarafından tutuklanıp İsa Mesih’i reddetmesi için zorlanmıştır. Ama Yakup bunu kabul etmeyince yüksek bir tepeden aşağıya atılmıştır. Yakup’un düştükten sonra da hala ölmediği anlaşılınca dövülerek öldürülmüştür.

60’lı yılların sonunda Yakup’un öldürülmesinden sonra Yakup’un birinci dereceden kuzeni -aynı zamanda İsa’nın da- Kleyopas’ın oğlu 1.Simun kilisenin başına geçmiştir.



Luka 24:18 Bunlardan adı Kleyopas olan O'na, «Kudüs'te bulunup da bu günlerde orada olup bitenleri bilmeyen tek yabancı sen misin?» diye karşılık verdi.



Kleyopas İsa dirildikten sonra, İsa’nın Emayus yolunda karşılaştığı iki kişiden biridir. Bu detayların verilmesinin nedeni, o dönemdeki Kudüs’ün atmosferinin resmini çizmektir.



O dönemde İmparator Neron öldürülmüş ya da intihar etmişti. General Vespasian bu yüzden Kudüs’ü bırakıp Roma’ya geri dönmüş ve imparator olmuştur. Kudüs kısa bir süreliğine başsız kaldıktan sonra yerine Vespasian, oğlu Titus’u Kudüs’e göndermiştir. Titus’da şehre geldiğinde ilk olarak şehri yok etmiştir.



Matta 24:15-18 Daniel peygamberin sözünü ettiği yıkıcı iğrenç şeyin kutsal yerde dikildiğini gördüğünüz zaman (okuyan anlasın), Yahudiye'de olanlar dağlara kaçsın. Damda olan, evindeki eşyalarını almak için aşağı inmesin. Tarlada olan, abasını almak için geri dönmesin.



Tarihçi Eusebius’a göre 70 yılındaki Titus komutanlığında yapılan bu yıkımda Hıristiyanlar öldürülmemiştir. Çünkü Hıristiyanlar Kudüs’ün etrafında Romalı askerleri görünce İsa’nın onlara bu ayette söylediğini hatırlamış ve kaçmışlardır. Kaçan bu Hıristiyanlar Ürdün’ü geçip Ürdün Krallığı’na yerleşmişlerdir.

Kudüs şehri tekrar inşa edildikten sonra, 2.yüzyıl başlarında burada yeniden kiliseler kurulmuştur. Fakat bu kiliseler Yahudi olmayanlar tarafından kurulmuş kiliselerdir. Bu yeni kurulan kiliselerin önderlerinin isimleri de Yahudi olmayanların isimlerini taşımaktadır ki, zaten birçok yıl boyunca Yahudilerin Kudüs’e girmeleri yasaktı. Kudüs, daha sonraki yüzyıllarda Hıristiyanlığa önderlik eden beş patriklikten birisi olmuştur. Bu patrikliklerden bir tanesinin Kudüs olmasının nedeni şehir olarak önemli olmasından değil, İsa’nın orada yaşamış olmasındandır.



1.ve 2.yüzyıl başına gittiğimizde özellikle elçilerle ilgili çok fazla bilgi ya da yazılı belge bulamıyoruz. Bunun nedeni de özellikle bu dönemde yaşayan elçiler ve diğer kişilerin çok büyük baskılar altında kaçarak ya da saklanarak Müjde’yi vaaz etmiş olmalarıdır. Daha çok hayatta kalmaya çalışmakla uğraştıkları için yazmaya pek vakitleri ve güçleri olmamıştı.



Bu yüzden de bu dönemle ilgili daha çok geleneklerden bilgi edinebiliyoruz. Geleneklere göre Markos kitabını yazan Markos, Mısır’daki İskenderiye’ye gitmiş ve orada Müjde’yi vaaz etmiştir. Yine geleneklere baktığımızda Thomas’ın da Müjde’yi Babil ve Hindistan’a kadar taşıdığını görüyoruz. Hatta Ninova ve Musul bölgesinde yaşayan bazı Asurlu Hıristiyanlar da Müjde’yi Thomas aracılığıyla duyduklarını söylemektedirler.

Müjde’nin Bizans’a da Andreas tarafından taşındığı söylenir ki İncil’in ulaşmasından 300 yıl sonra büyük bir merkez olan Bizans, o dönemlerde küçük bir köydü.

Petrus ve Pavlus ise Roma’ya kadar gitmişler ve 60’lı yılların ortalarında da her ikisi de burada katledilmişlerdir.

Yuhanna, ise Efes bölgesine gitmişti. Tabi ki, bu bölgeye ilk olarak Müjde’yi götüren Pavlus’tu. Kutsal Kitap’tan da bildiğimiz gibi İsa, çarmıh üzerindeyken annesini Yuhanna’ya teslim etmişti. Meryem’de Yuhanna ile birlikte Efes’e gelmiş ve yaşamının sonuna kadar burada yaşamıştır. Meryem hakkında anlatılan geleneklerden en doğrusu budur. Tabi ki Efes’te bugün Meryem’in evi olarak bilinen evin Meryem’e ait olduğuna dair hiç bir tarihi arka plan yoktur, ancak Efes’te ölmüş olması mümkündür.



Bu ilk dönemlerdeki, temel öğretide bir birlik vardı. Ama Kutsal Kitap’tan da bildiğimiz gibi üç önder arasında bazı farklılıklar olduğunu görebiliyoruz.



Elçilerin İşleri 6:2-3 Bunun üzerine On ikiler, bütün öğrencileri bir araya toplayıp şöyle dediler: «Tanrı sözünü yayma işini bırakıp maddi işlerle uğraşmamız doğru olmaz. Bu nedenle kardeşler, aranızdan Ruh'la ve bilgelikle dolu, yedi saygın kişi seçin. Onları bu iş için görevlendirelim.



Burada ilk diyakonluk görevinin nasıl başladığını görüyoruz. Diyakonluk hizmeti o zamana kadar yoktu. Fakat daha sonra ihtiyaç üzerine ortaya çıkmıştır. Yine Kutsal Kitap’a baktığımızda ihtiyarlık ve bişopluk yani üst gözetmenlik sisteminin oluştuğunu görüyoruz. İhtiyarın saygın kişilik ve öğretmenlik, bişobun ise üst kontrolör ve gözetmenlik özelliği vardır. Özellikle 1.yüzyıl sonunda Yuhanna bu iki görevi tamamen ayırmıştır.



Elçilerin İşleri 2:42 Bunlar kendilerini elçilerin öğretisine, paydaşlığa, ekmek bölmeye ve duaya adadılar.



Bir de bu dönemde “elçisel öğretişi devam ettirmek” çok önemliydi. Anadolu’daki el verme sistemi ile aynı sistemdir. Her elçinin öğrencisine verdiği yetki ve bir öğretiş zinciri vardı. Bu öğretiş sayesinde Tanrı, yüzyıllar boyunca kilisesini sabit bir ana temel üzerinde tutmuştur. Bu gün kiliselerde birçok farklı öğretiş bulunmaktadır. O dönemde “elçisel öğreti” kelimesi sabitliği ve doğruluğu gösteriyordu.



Fakat tarihte bazı dönemlerde el verme ya da el koyma yöntemiyle elçisel kelimesi kötüye kullanılmıştır. İlk olarak kötüye kullanan grup Gnostikler’dir. Gnostikler bir takım gizli bilgilerin el koyma yöntemiyle elçiler aracılığıyla kendilerine geçtiğini söylediler. Kötüye kullanan başka bir grupta yine kilisenin içinden çıktı. Özellikle önderler kendilerini elçilerin ve dolayısıyla da İsa’nın temsilcileri olarak düşünüp kendilerini topluluktan ayrıldılar. Aslında ilk başlangıçta el koyma fikri iyiydi ve Kutsal Kitap’a uygundu. Sadece elçisel öğretinin devamını gösteren Eski Anlaşma’dan gelen simgesel bir anlatımdı.



Pavlus’un birçok öğrencisi vardı ve hatta bazıları ile ilgili birçok şeyi Kutsal Kitap’tan biliyoruz. Timoteos, Titus, Onasimus gibi.

Yuhanna’nın da öğrencileri vardı. Onların bazılarını da Kutsal Kitap’tan bilmesek de kilise tarihinden biliyoruz. İzmir bişobu Policarp gibi. Yuhanna’nın bazı öğrencileri bütün Akdeniz’i geçip Galler’e kadar ulaşmışlardır.

Petrus’un da Kutsal Kitap’tan değil de kilise tarihinden bildiğimiz öğrencileri vardı. Antakyalı İgnatius, Linus gibi. Linus, Roma Katolik Kilisesi’ne göre ilk papadır.



İkinci yüzyılda, Müjde “Sevinç Getirici Haber’in” yayılışı hızla devam etmiştir. Ancak bunun nasıl gerçekleştiği konusundan daha da az kesin bilgiye sahibiz. Hıristiyanlık bu dönemde imparatorluğun bütün illerinin dışında Mezopotamya’ya kadar yayılmıştı.



Bu döneme aynı zamanda tanım dönemi de diyebiliriz. Çünkü kilise bu dönemde inancını tanımlamıştır. Tabi ki neye inandıklarını biliyorlardı. Neye inandıklarını kendileri oluşturmadılar. Sadece bu inandıkları şeyleri bir araya getirip tanımladılar.



Üçüncü yüzyılda müjdenin yayılışı ve kilisenin gelişimi daha da hızlanmıştır. Özellikle toplumun giderek bozulması insanların arasında inançlarda emniyet arayışına neden olmuştur. Roma kenti o dönemlerde Hıristiyanlık açısından öncü bir kent olmasına rağmen diğer merkezlerde, özelikle Akdeniz’in doğu kesimleri ve Küçük Asya diye bilinen Batı Anadolu’da önemli birer merkezdiler. O dönemde yaşayıp “Thaumaturgos” yani “Mucizeci” diye bilinen Gregor isimli bir önderin kayıtlarında Müjde’nin yayılışı hakkında bazı somut bilgiler bulunmaktadır.[1] Gregor varlıklı, soylu ve pagan kökenli Pontuslu bir ailenin çocuğuydu. İyi bir eğitim görmek amacıyla Filistin bölgesine gitmiştir. Orada ünlü Hıristiyan filozof öğretmen Origen ile tanışmıştır. Gregor 240 yıllarında Pontus’a dönünce istemediği halde Pontus episkoposu olarak atanmıştır. Müjde’nin özellikle o bölgede duyurulması için çok çalışmıştır. 30 yıl sonra öldüğünde bu yörede büyük bir çoğunluk Mesih’e iman etmişti. Gregor’la ilgili şöyle bir söz vardır. “Gregor işe başladığında sorunlu olduğu bölgede sadece 17 tane Mesih imanlısı bulmuştu. Ama o öldüğünde sadece 17 pagan kalmıştı.”



Antakya, İskenderiye ve daha küçük bir bölge olan Efes Mesih inancının çok yaygın olduğu merkezlerdi. Helenistik yaşam biçiminin yaygın olduğu yerlerde Mesih inancı daha çabuk ve kolay yayılmıştır. Özellikle Grekçe konuşulmayan Mısır’ın kırsal kesimleri gibi yerlerde yayılış daha yavaş olmuştur. Yine de 300’lü yılarında başında Kıpti kilisesi oluşmaya başlamıştır. Kuzey Afrika’da da çok erken bir dönemde kilise oluşmuştur. Özellikle Kartaca ve yakın bölgeler Roma’nın birinci derecede koloni kurma yerleri olduğu için bu bölgelerde yoğun bir şekilde Latince dili yayılmıştır. İkinci yüzyılın ortasında Kartaca’da doğan kilise babalarından Tertulyan ve aynı şehirde üçüncü yüzyılda episkoposluk görevindeyken idam edilen Cyprian aynı zamanda ünlü Latince yazarlardır.



İspanya hakkında fazla bir bilgi mevcut olmasa da Hıristiyanlığın 200’lü yılların başında özellikle güney bölgesinde iyice oturmuş olduğu bilinmektedir. Gerçi bazı episkoposların ticarete yönelmiş oldukları ve bazı imanlıların da putperestlik, adam öldürme ve cinsel ahlaksızlık konularında ödün verdikleri ileri sürülmektedir. Ancak tüm bunlara rağmen İspanya Kilisesi Kuzey Afrika’daki kiliseden daha uzun ömürlü olmuştur ve Arap istilasına kadar ayakta kalmayı başarmıştır.



Gaul bölgesi, yani bugünkü Fransa, Hıristiyanlığı doğrudan doğudan gelen bir etkiyle benimsemeye başlamıştır. 150 yıllarında özellikle Lyon ve Vienne kentlerinde önemli sayıda Mesih inanlısı vardı. Elçilerden sadece bir kuşak sonra yaşayan İzmirli İrenaeus 150 yıllarında Lyon’da kilise önderliği yapmıştır. 3.yüzyıl sonunda Fransa’nın kuzey bölgesinde, Ren nehri boyunca ve Britanya’da bile kiliseler bile oluşmuştu.



Hıristiyanlık Roma imparatorluğu sınırları dışında da izleyiciler kazanmıştır. Bu bir yandan imparatorlukta bulunan inanlılarla ilişkide olan kimselerden ve bir yandan da ticaret yollarından dolayı gerçekleşmiştir. Güçlü kiliselerin olduğu Antakya ve Şam kentleri önemli birer ticaret merkezleriydi ve Mezopotamya bölgesindeki şehirlerle yakın ilişkileri vardı. Bu sayede 325 yıllarında Mezopotamya bölgesi ile çevresinde 20 kadar episkoposluk oluşmuştur. Bunlar Hazar Denizi’nden Bahreyn adalarına kadar olan geniş bir alana yayılmış durumdaydı. Bu dönemde bu yörede Grekçe dili yanında Süryani dili de yaygın olarak kullanılmaktaydı.



Yaklaşık olarak 280 yıllarında Ermeniler devlet olarak Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Roma ile İran arasında bir nevi tampon bölgesi oluşturan Ermenilerin neden böyle büyük bir dönüş yaptıkları ile ilgili bir sürü efsanevi hikayeler anlatılmaktadır. Bu efsaneler yüzünden esas olup bitenler sanki bir sis perdesi arkasında örtülü kalmıştır. Ama bu kitle dönüşünün Aydınlatıcı Gregor adı ile tarihte bilinen bir kişinin yaşam ve müjdeleme eylemleriyle ilgili olduğunu bilinmektedir. Gregor Kapadokya’da sürgündeyken imanlı olmuş, Ermenistan’a dönünce inancını duyurmaya çalışmış, ama orada bir hayli zülüm görmüştür. Buna rağmen bir süre sonra Kral Tırdat Mesih’e iman etmiştir. Kralın desteğiyle halk hızla putperestlikten Hıristiyanlığa dönmüştür. Birçok kiliseler kurulmuş, hatta daha önce putperest tapınak olan yerler kilise olmuştur. Gregor Ermenistan’daki bütün bu kiliselerin başı olmuş ve soyundan gelenler de bu görevi sürdürmüşlerdir. Hatta Ermeni kilisesi günümüzde bile Gregorian olarak tanımlanmaktadır. Tarih boyunca buna benzer olaylar ve gelişmeler gerçekleşmiştir. Kabul görmüş bir liderin iman etmesi toplu değişimlere neden olabiliyordu ve o önderin uyguladığı kilise düzeni daha sonra bir halk, devlet ya da milletin özdeşleştiği bir inanç sistemi oluveriyordu.



Aynı dönemde Karadeniz’in kuzey ve doğu kıyılarında da kiliseler oluşmuştur. O bölgelerdeki şehirlerin birçok Helen kentlerle ticaret bağlantıları vardı.

Üçüncü yüzyıl sona ermeden İskenderiye’nin Arabistan’la olan bağlantısından dolayı o bölgede de Mesih izleyicileri bulunmaktaydı.

Elçi Thomas’ın müjde’yi Hindistan’a kadar götürmesi ne kesin olarak ispatlanabilmiş ne de tatmin edici kanıtlarla yalanlanabilmiştir. Zaten Mesih döneminden önce Hindistan’la Helen dünyası arasında ticari ilişkiler bulunmaktaydı. Belki bu ticari yollar aracılığı ile de Mesih inancı oralara kadar ulaşmış olabilir.



İlk Hıristiyan Şehitleri



İstefanos’dan sonra ilk Hıristiyan şehit 60’larda Yakup’tur. Yakup’la aynı zamanlarda Petrus ve Pavlus da Roma’da imparator Neron tarafından öldürülmüşlerdir. Nasıl öldüklerine dair elimizde kesin bir bilgi olmasa da Petrus’un ters olarak çarmıha gerildiği, Pavlus’un da Roma vatandaşı olduğu için çarmıha gerilerek değil de kılıçla öldürüldüğü bilinmektedir. Geleneklere göre Petrus’un öldürüldüğü ve gömüldüğü yer Vatikan tepesidir ve bu yüzden de oraya bir kilise kurulmuştur. Yuhanna dışında diğer bütün elçiler çarmıha gerilerek ya da farklı şekillerde öldürülmüşlerdir. Sadece Yuhanna 90’lı yılların sonunda kendi yatağında

Mezarı Efes’teki bazilikada bulunmaktadır.









İlk Yüzyıllardaki Zulümler



İlk 300 yıl boyunca imparatorluğun değişik yerlerinde yer yer şiddetli zulümler olmuştur. Yahudi inancı dışında tüm dinlerin arasında en çok şehit Hıristiyanlıkta verilmiştir. Ama İsa bunu söylemiş ve uyarmıştı.



Luka 21:16-17 Anne babanız, kardeşleriniz, akraba ve dostlarınız bile sizi ele verecek ve bazılarınızı öldürtecekler. 17 Benim adımdan ötürü herkes sizden nefret edecek.



1.yüzyıldaki zulümler özellikle Yahudiler tarafından yapılmıştır. Daha önce de söylediğimiz gibi ilk olarak Sanhedrin tarafından İstefanos, Kral Herod tarafından da Yakup öldürülmüştü. Mesih’e iman edenlerin çoğunluğu Yahudilerdi. Bu da doğal olarak dindar Yahudilerin tepkilerine yol açmıştır. Başka milletlerden Mesih inanlıları sayıları arttıkça Yahudiler tarafından yapılan zulümler ve baskılar giderek aldı.



Ama bunun arkasından paganların zulümleri başladı. İlk zamanlarda Roma çok büyük bir sorun çıkarmıyordu. Ama sonraları Roma imparatorluğu da Hıristiyanlar için tehdit oluşturmaya başladı. Yahudilik Roma imparatorluğu tarafından tanınıyor ve kabul ediliyordu. Hıristiyanlık’ta Yahudiliğin bir mezhebi gibi göründüğünden ilk zamanlarda Yahudilik şemsiyesi altında korunmayı başarmıştı.



Fakat Mesihçiler günlük yaşamla ilgili birçok konuda ödün vermedikleri, putlara saygı göstermedikleri ve toplumdan ayrı kaldıkları için birçok suçlamalara maruz kalmışlardır. Bu tepkiler üzerine inanlılar dikkat çekmemek için toplantılarını gizli yapmaya başlamışlardır. Fakat bu da farklı suçlamalara neden olmuştur.



Paganların dini törenlerine katılmadıkları için Mesihçilere tanrısız gözüyle bakıldı. Ama bu törenlerde genelde cinsel içerikli tapınmalar oluyordu ve bazen de bebekleri kurban ediyorlardı. Özellikle gece doğmuş kız çocuklarını ölmeleri için nehre bırakıyorlardı. Bu dönemdeki Hıristiyanlar arasındaki en önemli hizmetlerden birisi de ölüme bırakılan bu kız çocuklarını toplayıp evlatlık olarak alıp yetiştirmekti. Tabi ki bu kız çocukları için o dönemde bu şekilde ölümden kurtulup Hıristiyan bir ailede büyümek çok büyük bir şanstı.



Toplumsal yaşama katılmadıkları için, ki bu her zaman putlara sunulan bir kurban, dini uygulamalar ve sıkça cinsel yolsuzluklar da içerebiliyordu, insan soyundan nefret etmekle suçlandılar. Aynı zamanda Hıristiyanlar festivaller, dini tatiller, bayramlar, sanatsal etkinlikler ya da gladyatör dövüşleri gibi toplu olarak yapılan eğlencelere de katılmıyorlardı. Çünkü genelde sanatın ya da sporun her dalında hep cinsellik kullanılıyordu. Tiyatro ya da resim olsun sanatın her dalında özellikle işlenen konu tanrıların ahlaksız ilişkileri idi. Gladyatörler sırf spor ya da eğlence olsun diye değersiz bir şekilde insanları öldürüyorlardı. Bu yüzden Hıristiyanlar gladyatörleri izlemeyi de ret ettiler. Aynı şekilde genelde diğer spor karşılaşmalarına da katılmıyorlardı. Çünkü toplu spor faaliyetleri çıplak olarak yapılıyordu ve bu tip faaliyetlerde özellikle eşcinsel ilişkiler çok fazla görülüyordu.

Bütün bu cinsel rahatlığın ve sapkınlıkların yanında Roma imparatorluğunda evlenmek ve boşanmak da çok kolaydı. Ama Hıristiyanlar bu tür kolay evliliklere ve özellikle de boşanmaya karşıydılar. Hıristiyanlar için sadece ölüm ya da zina sonucunda boşanma olabiliyordu.



Bazı Hıristiyanlar da savaşa karşı oldukları için tepki alıyorlardı. Hıristiyan olmadan önce Roma ordusunda asker olan bir kişi Mesih’e iman ettikten sonra savaşmayı ret edince ve bu tür kişilerin sayıları da gittikçe artınca çok büyük bir sorun yaratmaya başladı. Hatta bu yüzden Hıristiyanlar vatan haini olarak bile suçlandılar.



Aynı zamanda Hıristiyanlar devlet içindeki düzeni de bozuyorlardı. Bazen bir köle Mesih’e iman ediyor ve kısa bir süre sonra kilisede önder olabiliyordu. Bir de kadın-erkek, köle-efendi herkesi eşit kılıyordu.



Hastanelerde bile putperest rahipler iyileştirmeler yapıyorlardı ve iyileşme olduktan sonra putlara kurban sunmak gerekiyordu. Mahkemeler bile putlara sunulan kurbanlardan sonra açılıyordu. Devlet yıldız fallarına göre yönetiliyordu. Hatta bazen bir karar alınacağı zaman ya da yapılacak bazı işler için bir kuş kesilip ciğerine bakılır ya da başka bir fal metodu ile uygun olup olmadığı kontrol edilirdi.



Okullarda ise eğitim tamamen putperest felsefelerle ve tanrılarla ilgiliydi. Çocuklarını bu tür okullara göndermek istemedikleri için Hıristiyanları cahil olmakla suçladılar. Aynı zamanda Hıristiyan öğretilerinin de kendi felsefelerinin yanında hiçbir şey olduğunu söyleyerek Hıristiyan felsefesini ve öğretisini hafife aldılar. Yahudilerin bir eşek başına ibadet ettiklerine inanlar bile vardı. Tabi ki Yahudilerin bir kolu olarak düşünüldüğü için aynı suçlama Hıristiyanlar için de yapıldı.



İnanlılar ayrıca cinsel ahlaksızlıkla da suçlandılar. Kardeş öpücüğünden söz etmelerini ve birbirlerine kardeş demelerini ensest ilişkinin bir kanıtı olarak görmüşlerdir. İnanlılar gizli olarak sabaha karşı güneş doğmadan toplanıyorlardı. Bu yüzden insanlar çeşitli dedikodular yapmaya başladılar. Gece toplantılarında ışığı söndürüp orada bulunan herkesin rasgele birisiyle cinsel ilişkiye girdiğini ya da Rab’bin Sofrası’nda bebek kurban ettiklerini ve onun kanını içip etini yediklerini söylemişlerdir. Bu yüzden de Rab’bin Sofrası’nı bir yamyam töreni olarak düşünüyorlar ve hatta Hıristiyanlar kutsal çocuğun etini yemek ve kanını içmek için bir araya geliyorlar diye söylentiler yapıyorlardı.



Bütün bunlara baktığımızda Hıristiyanlar anti-sosyal olarak karşımıza çıkmaktadır. Önceleri bu suçlamalar çok fazla sorun yaratmamış, ama imparatorluğun zor dönemlerinde Mesih inanlıların giderek artan çoğalmalarını bir tehdit olarak görmüşlerdir. Hıristiyanları Roma’yı bir zamanlar güçlendiren ve koruyan ilahlardan ayırdıkları için giderek artan felaketlerin baş sorumlusu saymışlardır.



Önemli Zulüm Dönemleri

Bu zulümleri iki gruba ayırabiliriz. Neron ile 64’te başlayan ve 250 yılına kadar devam eden zulümler ve 323’te Konstantin’in imparator oluşuyla sona eren bütün imparatorluğu kapsayan genel zulümler. Birinci gruptaki zulümler çok ağır olmasına rağmen her yerde ve sürekli değil de belli zamanlarda ve belli bölgelerde oluyordu.



Klavdiyus (41-54) döneminde çok şiddetli olmasa da ilk olarak Yahudiler zulüm görmeye başladı. Yahudiler Roma imparatorluğundan atılıyorlardı. Tabi ki Hıristiyanlarda Yahudilerin bir mezhebi olarak düşünüldüğünden onlarla birlikte aynı zulmü yaşadılar.



Elçilerin İşleri 18:2-3 Orada Pontus doğumlu, Akvila adında bir Yahudi ile karısı Priskila'yı buldu. Bunlar, Klavdiyus'un bütün Yahudilerin Roma'yı terk etmesi yolundaki buyruğu üzerine, kısa süre önce İtalya'dan gelmişlerdi. Akvila ile Priskila'nın yanına giden Pavlus, aynı meslekten olduğundan onlarla kalıp çalıştı. Çünkü meslekleri çadırcılıktı.

Neron (54-68) tarihte deli imparator olarak bilinmektedir. Neron’un herhangi birinin gelip yerine geçeceği ve onu tahttan indireceği gibi bir paranoyası vardı ki bu nedenle hatta kendi annesini bile öldürtmüştür. Neron 64 yılında Roma yangınından sonra Hıristiyanlara karşı ilk büyük zulüm dönemini başlatmıştır. Bu yangında bütün şehir yanarken tek yanmayan yer Hıristiyanların yaşadığı bölge olunca paranoyak Neron yangını Hıristiyanların çıkardığını düşünür. Zaten halk da yangın yüzünden Neron’u suçladığı için Neron da suçlayacak birilerini arıyordu. Bu çok önemli bir noktadır. Çünkü bunun sonucunda suçlu bulunur ve böylece Hıristiyanlar için korkunç bir zulüm dönemi başlar. Hatta bu zulüm daha sonra Asya’ya kadar ulaşmış ve oradaki kiliseleri etkilemiş olabilir. Neron’un yaptığı zulüm o kadar mantık dışı ve kötüydü ki, sarayın bahçesinde verdiği partide meşale olarak çarmıha gerdiği Hıristiyanları kullanıyordu. Her ne kadar Roma’daki genel tutum gereği halk Hıristiyanlardan pek hoşlanmasa da bu kadarını da hak etmediklerini düşünüyorlardı. Zamanın ünlü tarihçisi Tacitus bile bu konuda Neron’u suçlamıştır.



Domitian (81-96) kendini “Tanrı ve Egemen” diye tanımlamış ve kendine tapınmayı ret edenleri de ihanetle suçlamıştır.



80-110 yılları arasında özellikle Bitinya bölgesinde çok fazla Hıristiyan vardı ve bu bölgedeki bütün diğer putperest tapınaklar yıkılmıştı. Kimse artık putlara sunmak için kurban almıyordu. Bu dönemin Bitinya valisi olan Genç Pleni adalete çok önem veren bir adamdı ve gerçekten dönemi içinde çok iyi işler yaptı. Birisi Genç Pleni’ye Hıristiyanların isimlerinin bulunduğu bir liste gönderdi. Bunun üzerine Hıristiyanlığın yasal olmadığına karar veren Genç Pleni bütün Hıristiyanları toplayarak onlarla konuşmak istedi.

Genç Pleni’nin toplattığı bu Hıristiyanlar dört farklı tepki vermiştir. Bir grup “Biz Hıristiyan değiliz” deyip inkar etmişlerdir. Bir grup ise “Evet ben Hıristiyan’dım, ama uzun zaman önce bıraktım”, diğer bir grup ise “Şu andan itibaren Hıristiyan değilim” demişlerdir. Birçokları ise Hıristiyan olduklarını kabul edip kesinlikle inkar etmemişlerdir.

Vali Hıristiyanlarla ilgili bir mektup yazmış ve mektubunda Hıristiyanların da suçlanmamak için putlara kurban kesmesi ve İsa’ya lanet okuması gerektiğini söylemiştir. Pleni biliyordu ki, gerçek bir Hıristiyan bunu asla yapmazdı. Birçoğu Pleni’nin isteğini yapmadı ve bunun üzerine de idam edildiler. Hıristiyan olarak suçlanan bu kişilerin arasında Roma vatandaşları da vardı. Pleni bu kişileri Roma vatandaşı oldukları için yargılanmak üzere Roma’ya göndermiştir. Pleni adil bir vali olduğu için Hıristiyanlıkla ilgili davaları kendi incelemeye almıştır ve sonunda görmüştür ki suçlanan bu kişiler toplum içinde hiç bir suç işlemişlerdir. Bu kişilerin yaptığı şafaktan önce toplanıp İsa’ya Tanrı olarak şarkılar söyleyip tapınıyorlar ve daha sonra da birlikte yemek yiyorlardı. Aynı zamanda bu kişiler toplumda iyi bilinen insanlardı. Vali bu kişilerde sadece Hıristiyan olmalarından başka bir suç bulamamıştı. Bütün bu araştırmalardan sonra Pleni imparator Troyan’a bir mektup yazarak bu kişileri ne ile nasıl suçlaması gerektiğini sordu. Ya da sadece Hıristiyan olmaları suçlu olmaları için yeterli miydi? Troyan’ın bu soruya verdiği cevap çok önemlidir. Çünkü daha sonra birçok durumda bu politika yıllarca devam etmiştir. Troyan mektubunda şöyle söylemiştir: “Hıristiyanların arkasından koşmayın, onları aramayın. Çünkü onlar değerli değiller. Ama eğer birisi Hıristiyan olarak biliniyorsa o zaman ona Hıristiyan olup olmadığını sorun ve o kişi bunu kabul ederse o kişiyi yargılayın.” 100 yıl sonra imparator olan Tertulyan bu politikanın ne kadar kötü olduğunu görene kadar bu politika uygulanmıştır. İgnatius ve Policarp işte bu zulüm döneminde öldürülmüşlerdir.


Hadrian (117-138) Hıristiyan diye suçlanamayanların korunması ve başkalarını yanlışlıkla bu iğrendirici suçlamayla kötüleyenlerin cezalandırılmasını emretmişti. Ama Hıristiyan olduğu kesin bilinenlerin ve gerçekten Hıristiyan olanların zulüm edilmesini yasaklamadı.



Marcus Aurelius (161-180) en adanmış ve en iyi niyetli imparator olarak bilinmektedir. Günümüzde bile hala hikmetli sözleriyle bilinen ve hatta üniversitelerde hakkında dersler verilen adil, entelektüel ve hoşgörülü bir imparatordur. Kendisi aynı zamanda bir Stoacı filozof olarak da tanınmaktadır. Aslında belki de Marcus Aurelius’un Hıristiyanlara zulüm edildiğinden bile haberi yoktu, belki de sadece basitçe müsaade etmişti. Hıristiyanları imparatorluk için bir tehdit olarak görüyordu. Çünkü Hıristiyanlar düzene karşı davranıyorlardı. Onun döneminde çok kanlı zulüm dalgaları olmuştur.



Marcus Aurelius dönemin yapılan zulmü daha iyi anlamak için stoacılığı iyi anlamak gerekmektedir. “Stoa” yunanca bir kelimedir ve direklere dayanmış açık bir dar uzun geçit, dehliz,koridor anlamına gelmektedir. Bazıları stoacılığı Hıristiyan bir felsefe olarak bile düşünüyor. Hatta stoacı filozof Seneca’nın Hıristiyan olduğunu söyleyenler var. Seneca’nın Hıristiyan olup olmadığı ile ilgili elimizde kesin bir bilgi yok ama kesinlikle bildiğimiz bir şey var ki o da stoacılığın Hıristiyanlıkla hiçbir alakası olmadığıdır. Bir yakınlığı olmadığı gibi stoacılık, Hıristiyanlıkla savaşmış ve birçok bakımdan Hıristiyanlığı etkilemiştir. Özellikle kilise babaları, ilk düşünsel savunmalarını stoacılığı karşı yapmıştır. Bu dönemde Hıristiyanlık savaşı kazanabilmek pahasına, ilkelerinden birçoğunu da stoacılığa bağışlamak zorunda kalmıştır.



Kurucusu Kıbrıslı Zenon’dur (İ.Ö.336-264). Stoacılık kuşaklar boyunca işlenmiş ve gelişmiş bir öğretidir. Stoacılık halka inmemiş olmakla birlikte özellikle okur yazar aydın kesimi çok etkilemiştir. Dinsel kuralları, tapınma biçimleri, din adamları vardır. Bu düşünceye bağlı olanlar uzun sakal bırakırlar ve uzun mantolar giyerlerdi. Ana ilkesi doğa yasalarına boyun eğmek ve evrensel düzene uymaktır. Her türlü acılar, hastalıklar ve ölüm doğaldır, bunlara karşı kayıtsız kalmak ve sabırla katlanmak gerekir. Doğadan gelen her şeye boyun eğmeli, insandan gelen her şeye karşı koymalıdır. Doğru düşünen kişi doğallaşmış ve bundan ötürü de tanrılaşmış kişidir. İnsanın amacı da böylesine bir doğru düşünmeye varmak olmalıdır. Stoacı Epiktetos’un şu sözleri stoacılığı özetler: “Nasıl saat günün bir parçası ise ben de öylece bütünün bir parçasıyım. Saat gelir geçer, ben de gelir geçerim. Görevim elimde olanı yapmak ve geri kalanına kulak asmamaktır. Deniz yolculuğuna çıkarken gemiyi, kaptanı ve mevsimi seçerim. Bu benim işimdir. Yolda bir fırtına koparsa asla umursamam. Bu benim işim değildir. Kaptanı seçmek benim elimdedir, fırtınayla uğraşmaksa kaptanın elindedir. Bilgelik, bizim olanı ve olmayanı bilmek, ona göre davranmaktır....”



Stoa öğretisi şudur: Doğru düşünmek. Doğru düşünmek iyi davranmakla mümkündür ve felsefe doğru düşünmeyi öğreten bir yaşama bilimidir. Amaç iyi yaşamaktır ve bilgiler iyi yaşamak için gereklidir. İyi yaşamaksa titizlikle sınırlandırılmış bir ahlakla mümkündür. Doğru düşünen kişi için bu ahlakın tek ölçüsü doğadır. Öyle ise doğanın davrandığı gibi davranmalı ve asla doğaya karşı koymamalıdır. Doğalaşan bilge kişi, bir kaya parçasının mutluluğuna erişmiştir. Bir kaya parçası ne olduğunu bilir ve doğanın içinde başka bir şey olamaya çalışmaz. Sadece bir kaya olarak görevini yerine getirir. Doğal kişi de düzen içinde yerini ve görevini bilmelidir. Stoacılık doğaya uygun davranmak olarak tanımlanabilir. Doğaya uygun davranmak, akla uygun davranmak ve dolayısıyla insanın kendi kendisine uygunluğudur. En doğru seçen, sabırla katlanan, en ölçülü ve en adaletli paylaştırıcı doğadır. Mutluluk bilgelikte, bilgelik doğaya uygun davranmaktadır. Bilge kendi kendine yeterlidir. Doğaya uygun davranan bir bilge mutluluğa erişmiştir. Artık onu hiçbir şey yıkamaz ve sarsamaz. Doğa bilgisi insana yaşamak ve mutlu olmak için en doğru ölçüyü verecektir. Doğa seni nereye koyduysa, ne yapman gerektiğini söylüyorsa onu yapmalısın. Bütün düzen içinde herkesin ve her şeyin bir yeri vardır. Kişiye düşen görev ise olduğun yerde yapabildiğinin en iyisini yapıp sabırla dayanmaktır. Kişi olması gereken yerde olmuştur. Eğer bir köle isen iyi bir köle olmalı ya da bir imparator isen iyi bir imparator olmalısın. Marcus Aurelius da stoacı bir imparator olarak bu ilkelere uydu ve iyi, imparatorluk yükünü taşıyan bir imparator oldu. Oldukça vicdan sahibiydi. Kaprisli değildi. Düzenin içinde onun görevi imparatorluktu ve o imparatorluğu oynuyordu.



Stoacılıktaki en büyük günah olduğun yerdeki görevini yerine getirmeyerek doğal düzeni bozmaktı. İşte Hıristiyanlarla olan sorun burada başlıyordu. Çünkü Hıristiyanlar düzene uymuyorlar, düzeni bozuyorlardı. Hıristiyanlar kölelerine kardeş gibi davranıyorlar ve hatta kölelerini salıveriyorlardı. Bazen bugün köle olan biri imanda gelişip bir süre sonra kilse önderi olabiliyordu. Hıristiyanlık Marcus Aurelius’un inandığı her şeyi tehdit ediyordu. Bu yüzden de Marcus Aurelius döneminde Hıristiyanların katledilmeleri bir tesadüf değildi. Kendisi bir stoacı olduğu için bu zulmü destekliyordu. Böyle olunca da Hıristiyanlar için bu dönem zor bir dönem oldu. Birçok şehitler verildi. Bunlardan bir tanesi de Justinus’dur.



Bir de bu dönemde yaşamış ve bu zulümden etkilenmiş olan dul Felisita ve yedi oğlu vardı. Bu kadın kilisede hizmet ediyor ve özelikle de fakirler için çalışıyordu. Yaşadığı yerde yardımseverliği ve iyi özellikleri ile tanınıyordu. Bir gün putperest bir rahip onun Hıristiyan olduğundan şüphelenip ona Hıristiyan olup olmadığını sormuştur. O dönemdeki politikayı hatırlarsanız eğer Hıristiyan olduğundan şüphelendiğiniz bir kişiye sorduğunuzda o bunu kabul edip itiraf ederse o zaman onu yargılayabiliyordunuz. Felisita’da da Hıristiyan olduğunu itiraf etmiş ve yedi oğlunun da Mesih’e sadık kalmaları için onları teşvik etmiştir. Felisita yargılama sırasında kendini yargılayanlara şöyle söylemiştir: “Eğer beni öldürürseniz ölümümle ben sizi daha da fazla yenmiş olacağım.” Yargılama bittikten ve yedi oğluyla birlikte suçlu bulunduktan sonra uygun cezanın verilmesi için sorgulamanın raporları Marcus Aurelius’un kendisine gönderilmiş ve o da hepsinin farklı yerlere gönderilip oralardaki farklı tapınaklarda farklı putların önünde öldürülmelerini istemiştir.



Bu dönemde birçokları işkence gördükleri ve öldürüldükleri halde “Hıristiyan’ım” demeye devam etmişlerdir. Bazen de onları öldüren kişiler onların imanlarından etkilenmeye ve imana gelmişlerdir. Hatta 40 şehitler diye bilinen Hıristiyanlar Sivas civarında buz gibi havada kıyafetleri çıkartılıp buz gibi suya atılarak öldürülmüşlerdir. Bu olay sırasında 40 kişiden sadece biri Hıristiyan olduğunu inkar edip sudan çıkmıştır. Bu kişinin yerine orada bekleyen Romalı askerlerden biri iman edip elbiselerini çıkarıp gölden çıkan kişiye giydirip kendisi suya girmiştir.



Ama Aurelius’un oğlu Commodus’un (180-192) Hıristiyan olan Marcia adında çok sevdiği bir cariyesi vardı. Bu kadın sayesinde Roma’daki kilise birçok yönden rahata kavuşmuştur. O dönemdeki zulümler çok kanlı da olsa yine de kiliseyi zayıflatmayı başaramadığı gibi tam tersi kilise için çok büyük bir reklam olmuştur.



Septimus Severus (193-211) imparatorluğunun ilk dönemlerinde Hıristiyanlara çok yakın davranmış, sarayında birçokları için iş sağlamış, hatta oğlu Caracalla’nın bakımını Hıristiyan bir hemşireye vermiştir. Ama 202 yılında Hıristiyan inancına geçiş yasaklanmış ve yer yer zulümler başlamıştır. Origen’in babası da bu zulüm dalgasında öldürülmüştür. Hatta annesi Origen’i gizlememiş olsaydı bu önemli Hıristiyan düşünürü de ölmüş olacaktı. Bu zulüm sırasında İskenderiyeli Klement kurtulmayı başarmış, ama İrenaeus kurtulamamıştır.



İmparator değiştikçe siyasette değişiyordu. Septumyus Severus 202 yılında Hıristiyanlara karşı Sol İnvectus yani fethedilmeyen oğul anlamına gelen yeni bir yasa çıkarıyor ve bu yasaya göre istediğin her şeye inanabilirsin ama, diğer inancın ne olursa olsun tek şart imparatora kurban sunmak ve tapınmaktı. İmparatora tapınmak kaydıyla herkes inancında özgür olabilirdi. Tabi ki bu herhangi bir putperest için önemli olmayabilirdi. Ama tek Tanrı’ya inandıkları için Hıristiyan ve Yahudiler için çok önemliydi. Severus gerçek Hıristiyan ve Yahudilerin asla ikisine aynı anda tapınmayacaklarını biliyordu. Aslında bu yasanın amacı Hıristiyanları öldürmek değildi. Çünkü Hıristiyanlar şehit edilirken daha çok insanın Hıristiyan olduklarını görüyorlardı. Bu yüzden de bu yasa ile Hıristiyanları öldürmek yerine işkence yoluyla imparatora tapınmalarını sağlamaya çalışıyorlardı.



Bu dönemde işkence edilerek öldürülen isimler arasında en ünlü şehitler Perpetua ve Felicitas’dır. Perpetua ve Felicitas’ın Montanist oldukları tahmin edilmektedir ve o dönemde onların hikayelerini Tertulyan Perpetua’nın ağzından yazmıştır. 203’te bu kişiler birlikte çalışan 17-18 yaşlarında 5 öğrenciydiler ve vaftize hazırlanıyorlardı. Daha çok böyle vaftize hazırlanan genç kişileri seçiyorlardı.

Perpetua zengin ve genç bir bayandı. Emzirdiği küçük bir bebeği vardı. Felicitas ve Rebekatus köleydiler. Onların yanında da Saniminus ve Sekondulus adında iki genç adam daha vardı. Severus’un yasası uyarınca Perpetua yakalandığında babası onu kurtarabilmek için inancını reddetmesini istemiştir. Ama Perpetua babasına her şeyin bir adı olduğunu ve olduğundan başka bir ad vermenin de hata ve gereksiz olacağını söylemiştir. Benim adım Hıristiyan ve bunu değiştiremem.

O günlerde bu tip davalarda yargısal süreç çok uzun sürüyordu. Zaten amaçta buydu. Hapis ve işkence süresini uzun tutarak insanları bezdirip, korkutarak imanlarından vazgeçmelerini sağlamaktı.

Felicitas hapisteyken hamileydi ve hamile olduğu için ona acıyıp arkadaşlarıyla birlikte onu şehit etmeyeceklerinden, bağışlanmaktan korktuğu için dua ediyordu. Çocuğunu 8.ayda doğurdu ve böylece arkadaşlarıyla birlikte şehit olabilmiştir. Doğan bebeği de başka bir Hıristiyan aile evlat edinmiştir. Doğum sırasında hapishanede bağırırken gardiyanlar bu acıya dayanamıyorsan nasıl arenadaki hayvanlara dayanacaksın diye sorduklarında onlara şimdi çektiğim acılar bana aittir, ancak arenada acı çekerken benim içimde acı çekecek başka biri daha olacak. Çünkü ben onun için acı çekiyor olacağım demiştir.



Önce üç erkek arkadaş arenaya çıkarılmıştır. İkisi hemen ölmüş, ama Sekondulus’a hayvanlar saldırmak istememişlerdir. Hatta hayvanlar yerlerinden bile çıkmamışlar ve onları yönlendirmeye çalışan askerlere saldırmışlardır. Sekondulus kendisini bir leoparın öldüreceğini söylemiş ve bu gerçekleşmiştir.



Sonunda Felicitas ve Perpetua arenaya çıkarılmış ve onlara azgın bir ineği saldırtmışlardır. İnek onları oradan oraya sürükledikleri halde iki kadın ölmemişler ve kanlar içindeki Perpetua arenanın ortasında kanlar içinde ölüme gitmeden önce saçlarını toplamak için izin istemiştir. Çünkü o dönemde saçların dağınık olması yaslı olmayı ifade ediyordu. Perpetua insanların onun yas tuttuğunu düşünmesini istememişti. Perpetua tam aksi o günün kendisi için sevinç dolu bir gün olduğunu söylemiştir. Daha sonra saçlarını toplamış ve arkadaşına esenlik öpücüğü verdikten sonra da kılıçla öldürülmüşlerdir. [2]



Maximinus Thrax (235-238) Hıristiyanların bir süre kavuştukları rahatı keskin bir şekilde sona erdirmiştir. Ne var ki zulümcü Sezar’ın iktidarı kısa sürmüştür.



Bu dönemden sonra imparatorlar giderek devletin doğu kesimlerinden çıkmaya başlamışlardır. Artık Eski Roma’nın geleneklerini önemsemiyorlardı. Özellikle 3.yüzyılın ilk yarısında kiliseler dolmaya başlamıştı. Çünkü dönemin belirsizlikleri insanları sabit bir değere çekiyordu. Ayrıca Hıristiyanlık herkese hitap edebiliyordu. Felsefe sadece eğitilmiş ve aydın kişiler için uygunken Hıristiyanlık ise eğitimsiz, eğitimli ayrımı yapmıyordu. Gizemli kültlere katılmak ise çok pahalıya çıkıyordu. Hıristiyanlık ise yoksulu da zengini de bağrına basıyordu. Bazı inançlar ise kapılarını sırf erkeklere açarken Hıristiyanlık ise kadın, erkek, çocuk demeden herkese kollarını açıyordu. İnsanların Mesih’e gelmelerinin tıpkı bugün gibi farklı nedenleri vardı ve Hıristiyanlık toplumun her ferdine hitap ediyordu. Hıristiyanlar yaklaşık 50 yıllık bir huzura kavuşmuşlar hatta, artık zulümlerin bittiğini bile düşünmüşlerdir. Artık aristokratların içinden de daha çok Hıristiyan’a rastlanmaya başlanmıştı. Artık insanlar şehitlerin hikayelerini anlatıyorlar ve şehitleri çok üstün görüyorlardı. Hıristiyanlara yapılan eski suçlamaların bittiğini ve artık o zamanların geçtiğini düşünmüşlerdi. İmparatorlukta artık zulmü hiç bilmeyen ve hatırlamayan yeni bir nesil oluşmuştu. Ne var ki Hıristiyanlığın zaferli ilerleyişi 250’de birden ve keskin bir şekilde durdurulmuştu.



Decius (249-251) imparatorluk sınırları içerisindeki herkesi Roma tanrılarına sunu sunmaya zorladı. Decius, geleneksel bir Romalıydı ve eski gelenek göreneklere ve Roma tanrılarına tapınmayı önemsiyordu. Bu kurbanı sunan herkese resmi bir belge veriliyordu. Bunu yapmayı kabul etmeyenlerde öldürülüyorlardı. Bazı Hıristiyanlar ihanet ettiler. Kimisi ise rüşvet vererek bu belgeyi almaya çalıştılar. Birçokları Origen ve Yeruşalim episkoposu gibi hapse atılıp öldürüldüler. Bazıları hemen idam edildiler, bazıları ise Cyprian gibi kaçtılar. Ama Decius’un iktidarı çok uzun sürmedi. Gotlarla yaptığı bir savaşta 251’de öldü.



Bu dönemde Roma imparatorluğunun başı dertteydi. Kuzeyden Galler, doğudan Persler saldırıya geçmişti. Ekonomik sorunlarda giderek büyüyordu. Eğer Kuzey Afrika ve Akdeniz ülkelerinden de yeterince buğday gelemezse o zaman çok daha iç sorunlar ayaklanmalar çıkacaktı. Bu zorluklar yüzünden Decius bir şeyleri yanlış yaptığını düşünmeye başladı. Roma’da eski tanrılara tapılırken Roma doruk noktasındaydı. Bu tanrıları unuttukları için Roma bu hale gelmişti. Biz onları unuttuk, onlar da bizi unuttular diye düşünüp tekrar eski tanrılarına döndüler. Tabi ki Hıristiyanlarda yine kurban sunma noktasında takıldılar. Ancak bu kez bir de vatan hainliğiyle suçlanıyorlardı.



Bu zulüm de yine Severus döneminde olduğu gibi metot işkenceydi. Hıristiyan oldukları bilinen ve tanrılara kurban kesip tapınmayı ret eden kişilere Hıristiyanlıktan vazgeçene kadar işkence ediliyor, eğer vazgeçerlerse yaşamalarına izin veriliyordu. Ancak Romalılar yeni işkence tarzları bulmakta çok ustaydılar. Öyle işkence yöntemleri vardı ki uzun süre öldürmeden işkenceye devam edebiliyorlardı.



Gallus (251-253) zulmü yer yer devam ettirmiştir. Özellikle bu dönemde çok büyük bir veba salgını olmuştu. Halk bu salgından kurtulmak için tanrılara koşarken Hıristiyanlar bunu yapmadığı için suçlandılar. Kayıtlara göre bu zulümler yine de kiliseleri zayıflatmaya yetmemiştir.





Valerian (253-260) döneminde Mesih karşıtı fırtınası yeniden ve daha şiddetli kopmaya başlamış, fakat Persliler tarafından yakalanınca zulüm uzun sürmemiştir. İktidarının ilk yıllarında Valerian’ın Hıristiyanlara karşı samimi olduğu ve hatta bazılarını evinde bile çalıştırdığı söylenmektedir. Ama birdenbire ani bir tutum değişikliği olur ve buna danışmanlarının neden olduğu tahmin edilmektedir. Hastalıkların ve düşman saldırılarının nedeninin Hıristiyanların Roma ilahlarına sırt çevirmeleri olduğunu söylediler.



257’de Roma’nın her yerinde tekrar şiddetli bir zulüm dalgası görülmüştür. Ama bu seferki hedef özellikle kilise önderleri, gözetmenler ve hizmet edenlerdi. Kimileri tutuklanmış, kimileri köle olarak satılmış, kimileri ise öldürülmüştür. Daha önceki zulümde kaçan Kuzey Afrika Kilisesi önderlerinden Cyprian’ın ise bu kez başı kesilmiştir. Birçok kişilere de çeşitli işkenceler yapılmıştır. İspanya episkoposu iki diyakonu ile birlikte bir tiyatro sahnesinde bir şişe takılarak kızgın korlar üzerinde kızartılarak ölene kadar işkence yapılmıştır. 260’ta Valerian Persler tarafından kaçırılana kadar bu korkunç zulüm dönemi devam etmiştir. Onun yerine geçen oğlu Gallerius babasının siyasetini izlememiş, tam tersi Hıristiyanlara her yönden kolaylık sağlamıştır. Bu da Hıristiyanlar için yaklaşık 40 yıllık bir huzur dönemi olmuştur.

Sonraki yıllarda yer yer hafif şekillerde zulümler devam etmiştir. o yıllardaki Hıristiyanların sayısı kesin olarak bilinmese de %5 ile %50 arasında tahmin edilmektedir ki bu da hiç az bir rakam değildir.



303 yılında ise Dioklation o güne kadarki en korkunç zulüm dönemini başlatmıştır ve bir ferman ile kilise binalarını yıktırmış, Kutsal Kitap’ları yaktırmıştır. On yıl boyunca Britanya’dan Arabistan’a kadar imparatorluğun her köşesinde işkence ve zulüm devam etmiştir. Hatta Hıristiyanların yoğun olduğu doğu illerinde ise zulüm 323’e kadar sürmüştür ve yer yer toplu katliamlara kadar gitmiştir. Bu zulümler sırasında Hıristiyanların yaşadığı bilinen bazı kasabaların toplu olarak ateşe verildiği bile olmuştur.



Dioklation imparatorluğun çok büyük olduğundan dolayı id****inin zor olduğunu düşünerek farklı bir sisteme geçmek istemiştir. Çünkü imparator zamanın çoğunu sınırda askerlerin başında savaşta olmak zorundaydı. Eğer imparatorun yerine askerlerin başında başka bir komutan olursa ve o komutan büyük bir zaferle bir kahraman gibi Roma’ya dönerse imparatoru tahttan indirebilirdi.



Bütün bu zorluklardan dolayı Dioklation imparatorluğu doğu ve batı olmak üzere ikiye bölmüştür. Ama bu iki parçada iki imparatorla birlikte iki de yardımcı imparator olacaktır. Kendisi doğu parçasını almış ve başkenti de Nikomediya’da kurmuştur. Yardımcı imparator Gallerius ise Yunanistan ve Balkanlar’ın yönetimini almıştır. İmparatorluğun batı kısmında da başkent yine Roma olmak üzere Maxentius imparator olmuş ve Konstantinus Klorus da yardımcı imparator olarak Britanya, Galler ve İspanya bölgelerini almıştır. Konstantinus Klorus Konstantin’in babasıdır.



Dioklation’un imparatorluğunun ilk dönemlerinde Hıristiyanlar için hiçbir sorun yoktu. Dioklation’un Hıristiyanlarla hiçbir sorunu olmadığı gibi zaten kendi eşi ve kızı da Hıristiyan’dı. Kimse de herhangi bir sorun çıkacağını düşünmüyordu. Ama Dioklation’un yardımcı imparatoru Gallerius Hıristiyanları hiç sevmiyordu. Bu yüzden de Dioklation dönemindeki korkunç zulüm Roma ordusu tarafından Balkanlarda başlatılmıştır.



Gallerius’un Hıristiyanlarla ilgili sorunu ordudaki Hıristiyanların savaşmayı reddetmesi üzerine başlamıştır. Gallerius Dioklation’dan ordudaki bütün Hıristiyan askerleri kovmasını istemiştir. Bazı komutanlar da askerlerinin çoğunu kaybedecekleri için Gallerius’un bu isteğine çok kızmışlardır. Sonunda çareyi askerleri imanlarından vazgeçmelerini sağlamakta bulmuşlardır. Bunu yapabilmek için de yine eski yönteme geri dönerek Roma tanrılarına kurban sunmalarını istemişlerdir. Bunun sonucunda da öncelikle Roma ordusunda birçok asker öldürülmüştür. Bu idamlardan sonra zulüm giderek imparatorluğun değişik yerlerine yayılmaya başlamıştır.
aDoRaBeLLa çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 05-23-2007, 07:08 PM   #2
aDoRaBeLLa
Geçerken Uğradım
 
aDoRaBeLLa Kullanıcısının Avatarı
 
Üyelik Tarihi: May 2007
Konum: Black Sea :)
Yaş: 42
Mesajlar: 118
Teşekkür Etme: 0
Thanked 26 Times in 15 Posts
Üye No: 42724
İtibar Gücü: 1350
Rep Puanı : 1410
Rep Derecesi : aDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura aboutaDoRaBeLLa has a spectacular aura about
Cinsiyet : Bayan
Varsayılan

Hadrian (117-138) Hıristiyan diye suçlanamayanların korunması ve başkalarını yanlışlıkla bu iğrendirici suçlamayla kötüleyenlerin cezalandırılmasını emretmişti. Ama Hıristiyan olduğu kesin bilinenlerin ve gerçekten Hıristiyan olanların zulüm edilmesini yasaklamadı.



Marcus Aurelius (161-180) en adanmış ve en iyi niyetli imparator olarak bilinmektedir. Günümüzde bile hala hikmetli sözleriyle bilinen ve hatta üniversitelerde hakkında dersler verilen adil, entelektüel ve hoşgörülü bir imparatordur. Kendisi aynı zamanda bir Stoacı filozof olarak da tanınmaktadır. Aslında belki de Marcus Aurelius’un Hıristiyanlara zulüm edildiğinden bile haberi yoktu, belki de sadece basitçe müsaade etmişti. Hıristiyanları imparatorluk için bir tehdit olarak görüyordu. Çünkü Hıristiyanlar düzene karşı davranıyorlardı. Onun döneminde çok kanlı zulüm dalgaları olmuştur.



Marcus Aurelius dönemin yapılan zulmü daha iyi anlamak için stoacılığı iyi anlamak gerekmektedir. “Stoa” yunanca bir kelimedir ve direklere dayanmış açık bir dar uzun geçit, dehliz,koridor anlamına gelmektedir. Bazıları stoacılığı Hıristiyan bir felsefe olarak bile düşünüyor. Hatta stoacı filozof Seneca’nın Hıristiyan olduğunu söyleyenler var. Seneca’nın Hıristiyan olup olmadığı ile ilgili elimizde kesin bir bilgi yok ama kesinlikle bildiğimiz bir şey var ki o da stoacılığın Hıristiyanlıkla hiçbir alakası olmadığıdır. Bir yakınlığı olmadığı gibi stoacılık, Hıristiyanlıkla savaşmış ve birçok bakımdan Hıristiyanlığı etkilemiştir. Özellikle kilise babaları, ilk düşünsel savunmalarını stoacılığı karşı yapmıştır. Bu dönemde Hıristiyanlık savaşı kazanabilmek pahasına, ilkelerinden birçoğunu da stoacılığa bağışlamak zorunda kalmıştır.



Kurucusu Kıbrıslı Zenon’dur (İ.Ö.336-264). Stoacılık kuşaklar boyunca işlenmiş ve gelişmiş bir öğretidir. Stoacılık halka inmemiş olmakla birlikte özellikle okur yazar aydın kesimi çok etkilemiştir. Dinsel kuralları, tapınma biçimleri, din adamları vardır. Bu düşünceye bağlı olanlar uzun sakal bırakırlar ve uzun mantolar giyerlerdi. Ana ilkesi doğa yasalarına boyun eğmek ve evrensel düzene uymaktır. Her türlü acılar, hastalıklar ve ölüm doğaldır, bunlara karşı kayıtsız kalmak ve sabırla katlanmak gerekir. Doğadan gelen her şeye boyun eğmeli, insandan gelen her şeye karşı koymalıdır. Doğru düşünen kişi doğallaşmış ve bundan ötürü de tanrılaşmış kişidir. İnsanın amacı da böylesine bir doğru düşünmeye varmak olmalıdır. Stoacı Epiktetos’un şu sözleri stoacılığı özetler: “Nasıl saat günün bir parçası ise ben de öylece bütünün bir parçasıyım. Saat gelir geçer, ben de gelir geçerim. Görevim elimde olanı yapmak ve geri kalanına kulak asmamaktır. Deniz yolculuğuna çıkarken gemiyi, kaptanı ve mevsimi seçerim. Bu benim işimdir. Yolda bir fırtına koparsa asla umursamam. Bu benim işim değildir. Kaptanı seçmek benim elimdedir, fırtınayla uğraşmaksa kaptanın elindedir. Bilgelik, bizim olanı ve olmayanı bilmek, ona göre davranmaktır....”



Stoa öğretisi şudur: Doğru düşünmek. Doğru düşünmek iyi davranmakla mümkündür ve felsefe doğru düşünmeyi öğreten bir yaşama bilimidir. Amaç iyi yaşamaktır ve bilgiler iyi yaşamak için gereklidir. İyi yaşamaksa titizlikle sınırlandırılmış bir ahlakla mümkündür. Doğru düşünen kişi için bu ahlakın tek ölçüsü doğadır. Öyle ise doğanın davrandığı gibi davranmalı ve asla doğaya karşı koymamalıdır. Doğalaşan bilge kişi, bir kaya parçasının mutluluğuna erişmiştir. Bir kaya parçası ne olduğunu bilir ve doğanın içinde başka bir şey olamaya çalışmaz. Sadece bir kaya olarak görevini yerine getirir. Doğal kişi de düzen içinde yerini ve görevini bilmelidir. Stoacılık doğaya uygun davranmak olarak tanımlanabilir. Doğaya uygun davranmak, akla uygun davranmak ve dolayısıyla insanın kendi kendisine uygunluğudur. En doğru seçen, sabırla katlanan, en ölçülü ve en adaletli paylaştırıcı doğadır. Mutluluk bilgelikte, bilgelik doğaya uygun davranmaktadır. Bilge kendi kendine yeterlidir. Doğaya uygun davranan bir bilge mutluluğa erişmiştir. Artık onu hiçbir şey yıkamaz ve sarsamaz. Doğa bilgisi insana yaşamak ve mutlu olmak için en doğru ölçüyü verecektir. Doğa seni nereye koyduysa, ne yapman gerektiğini söylüyorsa onu yapmalısın. Bütün düzen içinde herkesin ve her şeyin bir yeri vardır. Kişiye düşen görev ise olduğun yerde yapabildiğinin en iyisini yapıp sabırla dayanmaktır. Kişi olması gereken yerde olmuştur. Eğer bir köle isen iyi bir köle olmalı ya da bir imparator isen iyi bir imparator olmalısın. Marcus Aurelius da stoacı bir imparator olarak bu ilkelere uydu ve iyi, imparatorluk yükünü taşıyan bir imparator oldu. Oldukça vicdan sahibiydi. Kaprisli değildi. Düzenin içinde onun görevi imparatorluktu ve o imparatorluğu oynuyordu.



Stoacılıktaki en büyük günah olduğun yerdeki görevini yerine getirmeyerek doğal düzeni bozmaktı. İşte Hıristiyanlarla olan sorun burada başlıyordu. Çünkü Hıristiyanlar düzene uymuyorlar, düzeni bozuyorlardı. Hıristiyanlar kölelerine kardeş gibi davranıyorlar ve hatta kölelerini salıveriyorlardı. Bazen bugün köle olan biri imanda gelişip bir süre sonra kilse önderi olabiliyordu. Hıristiyanlık Marcus Aurelius’un inandığı her şeyi tehdit ediyordu. Bu yüzden de Marcus Aurelius döneminde Hıristiyanların katledilmeleri bir tesadüf değildi. Kendisi bir stoacı olduğu için bu zulmü destekliyordu. Böyle olunca da Hıristiyanlar için bu dönem zor bir dönem oldu. Birçok şehitler verildi. Bunlardan bir tanesi de Justinus’dur.



Bir de bu dönemde yaşamış ve bu zulümden etkilenmiş olan dul Felisita ve yedi oğlu vardı. Bu kadın kilisede hizmet ediyor ve özelikle de fakirler için çalışıyordu. Yaşadığı yerde yardımseverliği ve iyi özellikleri ile tanınıyordu. Bir gün putperest bir rahip onun Hıristiyan olduğundan şüphelenip ona Hıristiyan olup olmadığını sormuştur. O dönemdeki politikayı hatırlarsanız eğer Hıristiyan olduğundan şüphelendiğiniz bir kişiye sorduğunuzda o bunu kabul edip itiraf ederse o zaman onu yargılayabiliyordunuz. Felisita’da da Hıristiyan olduğunu itiraf etmiş ve yedi oğlunun da Mesih’e sadık kalmaları için onları teşvik etmiştir. Felisita yargılama sırasında kendini yargılayanlara şöyle söylemiştir: “Eğer beni öldürürseniz ölümümle ben sizi daha da fazla yenmiş olacağım.” Yargılama bittikten ve yedi oğluyla birlikte suçlu bulunduktan sonra uygun cezanın verilmesi için sorgulamanın raporları Marcus Aurelius’un kendisine gönderilmiş ve o da hepsinin farklı yerlere gönderilip oralardaki farklı tapınaklarda farklı putların önünde öldürülmelerini istemiştir.



Bu dönemde birçokları işkence gördükleri ve öldürüldükleri halde “Hıristiyan’ım” demeye devam etmişlerdir. Bazen de onları öldüren kişiler onların imanlarından etkilenmeye ve imana gelmişlerdir. Hatta 40 şehitler diye bilinen Hıristiyanlar Sivas civarında buz gibi havada kıyafetleri çıkartılıp buz gibi suya atılarak öldürülmüşlerdir. Bu olay sırasında 40 kişiden sadece biri Hıristiyan olduğunu inkar edip sudan çıkmıştır. Bu kişinin yerine orada bekleyen Romalı askerlerden biri iman edip elbiselerini çıkarıp gölden çıkan kişiye giydirip kendisi suya girmiştir.



Ama Aurelius’un oğlu Commodus’un (180-192) Hıristiyan olan Marcia adında çok sevdiği bir cariyesi vardı. Bu kadın sayesinde Roma’daki kilise birçok yönden rahata kavuşmuştur. O dönemdeki zulümler çok kanlı da olsa yine de kiliseyi zayıflatmayı başaramadığı gibi tam tersi kilise için çok büyük bir reklam olmuştur.



Septimus Severus (193-211) imparatorluğunun ilk dönemlerinde Hıristiyanlara çok yakın davranmış, sarayında birçokları için iş sağlamış, hatta oğlu Caracalla’nın bakımını Hıristiyan bir hemşireye vermiştir. Ama 202 yılında Hıristiyan inancına geçiş yasaklanmış ve yer yer zulümler başlamıştır. Origen’in babası da bu zulüm dalgasında öldürülmüştür. Hatta annesi Origen’i gizlememiş olsaydı bu önemli Hıristiyan düşünürü de ölmüş olacaktı. Bu zulüm sırasında İskenderiyeli Klement kurtulmayı başarmış, ama İrenaeus kurtulamamıştır.



İmparator değiştikçe siyasette değişiyordu. Septumyus Severus 202 yılında Hıristiyanlara karşı Sol İnvectus yani fethedilmeyen oğul anlamına gelen yeni bir yasa çıkarıyor ve bu yasaya göre istediğin her şeye inanabilirsin ama, diğer inancın ne olursa olsun tek şart imparatora kurban sunmak ve tapınmaktı. İmparatora tapınmak kaydıyla herkes inancında özgür olabilirdi. Tabi ki bu herhangi bir putperest için önemli olmayabilirdi. Ama tek Tanrı’ya inandıkları için Hıristiyan ve Yahudiler için çok önemliydi. Severus gerçek Hıristiyan ve Yahudilerin asla ikisine aynı anda tapınmayacaklarını biliyordu. Aslında bu yasanın amacı Hıristiyanları öldürmek değildi. Çünkü Hıristiyanlar şehit edilirken daha çok insanın Hıristiyan olduklarını görüyorlardı. Bu yüzden de bu yasa ile Hıristiyanları öldürmek yerine işkence yoluyla imparatora tapınmalarını sağlamaya çalışıyorlardı.



Bu dönemde işkence edilerek öldürülen isimler arasında en ünlü şehitler Perpetua ve Felicitas’dır. Perpetua ve Felicitas’ın Montanist oldukları tahmin edilmektedir ve o dönemde onların hikayelerini Tertulyan Perpetua’nın ağzından yazmıştır. 203’te bu kişiler birlikte çalışan 17-18 yaşlarında 5 öğrenciydiler ve vaftize hazırlanıyorlardı. Daha çok böyle vaftize hazırlanan genç kişileri seçiyorlardı.

Perpetua zengin ve genç bir bayandı. Emzirdiği küçük bir bebeği vardı. Felicitas ve Rebekatus köleydiler. Onların yanında da Saniminus ve Sekondulus adında iki genç adam daha vardı. Severus’un yasası uyarınca Perpetua yakalandığında babası onu kurtarabilmek için inancını reddetmesini istemiştir. Ama Perpetua babasına her şeyin bir adı olduğunu ve olduğundan başka bir ad vermenin de hata ve gereksiz olacağını söylemiştir. Benim adım Hıristiyan ve bunu değiştiremem.

O günlerde bu tip davalarda yargısal süreç çok uzun sürüyordu. Zaten amaçta buydu. Hapis ve işkence süresini uzun tutarak insanları bezdirip, korkutarak imanlarından vazgeçmelerini sağlamaktı.

Felicitas hapisteyken hamileydi ve hamile olduğu için ona acıyıp arkadaşlarıyla birlikte onu şehit etmeyeceklerinden, bağışlanmaktan korktuğu için dua ediyordu. Çocuğunu 8.ayda doğurdu ve böylece arkadaşlarıyla birlikte şehit olabilmiştir. Doğan bebeği de başka bir Hıristiyan aile evlat edinmiştir. Doğum sırasında hapishanede bağırırken gardiyanlar bu acıya dayanamıyorsan nasıl arenadaki hayvanlara dayanacaksın diye sorduklarında onlara şimdi çektiğim acılar bana aittir, ancak arenada acı çekerken benim içimde acı çekecek başka biri daha olacak. Çünkü ben onun için acı çekiyor olacağım demiştir.



Önce üç erkek arkadaş arenaya çıkarılmıştır. İkisi hemen ölmüş, ama Sekondulus’a hayvanlar saldırmak istememişlerdir. Hatta hayvanlar yerlerinden bile çıkmamışlar ve onları yönlendirmeye çalışan askerlere saldırmışlardır. Sekondulus kendisini bir leoparın öldüreceğini söylemiş ve bu gerçekleşmiştir.



Sonunda Felicitas ve Perpetua arenaya çıkarılmış ve onlara azgın bir ineği saldırtmışlardır. İnek onları oradan oraya sürükledikleri halde iki kadın ölmemişler ve kanlar içindeki Perpetua arenanın ortasında kanlar içinde ölüme gitmeden önce saçlarını toplamak için izin istemiştir. Çünkü o dönemde saçların dağınık olması yaslı olmayı ifade ediyordu. Perpetua insanların onun yas tuttuğunu düşünmesini istememişti. Perpetua tam aksi o günün kendisi için sevinç dolu bir gün olduğunu söylemiştir. Daha sonra saçlarını toplamış ve arkadaşına esenlik öpücüğü verdikten sonra da kılıçla öldürülmüşlerdir. [2]



Maximinus Thrax (235-238) Hıristiyanların bir süre kavuştukları rahatı keskin bir şekilde sona erdirmiştir. Ne var ki zulümcü Sezar’ın iktidarı kısa sürmüştür.



Bu dönemden sonra imparatorlar giderek devletin doğu kesimlerinden çıkmaya başlamışlardır. Artık Eski Roma’nın geleneklerini önemsemiyorlardı. Özellikle 3.yüzyılın ilk yarısında kiliseler dolmaya başlamıştı. Çünkü dönemin belirsizlikleri insanları sabit bir değere çekiyordu. Ayrıca Hıristiyanlık herkese hitap edebiliyordu. Felsefe sadece eğitilmiş ve aydın kişiler için uygunken Hıristiyanlık ise eğitimsiz, eğitimli ayrımı yapmıyordu. Gizemli kültlere katılmak ise çok pahalıya çıkıyordu. Hıristiyanlık ise yoksulu da zengini de bağrına basıyordu. Bazı inançlar ise kapılarını sırf erkeklere açarken Hıristiyanlık ise kadın, erkek, çocuk demeden herkese kollarını açıyordu. İnsanların Mesih’e gelmelerinin tıpkı bugün gibi farklı nedenleri vardı ve Hıristiyanlık toplumun her ferdine hitap ediyordu. Hıristiyanlar yaklaşık 50 yıllık bir huzura kavuşmuşlar hatta, artık zulümlerin bittiğini bile düşünmüşlerdir. Artık aristokratların içinden de daha çok Hıristiyan’a rastlanmaya başlanmıştı. Artık insanlar şehitlerin hikayelerini anlatıyorlar ve şehitleri çok üstün görüyorlardı. Hıristiyanlara yapılan eski suçlamaların bittiğini ve artık o zamanların geçtiğini düşünmüşlerdi. İmparatorlukta artık zulmü hiç bilmeyen ve hatırlamayan yeni bir nesil oluşmuştu. Ne var ki Hıristiyanlığın zaferli ilerleyişi 250’de birden ve keskin bir şekilde durdurulmuştu.



Decius (249-251) imparatorluk sınırları içerisindeki herkesi Roma tanrılarına sunu sunmaya zorladı. Decius, geleneksel bir Romalıydı ve eski gelenek göreneklere ve Roma tanrılarına tapınmayı önemsiyordu. Bu kurbanı sunan herkese resmi bir belge veriliyordu. Bunu yapmayı kabul etmeyenlerde öldürülüyorlardı. Bazı Hıristiyanlar ihanet ettiler. Kimisi ise rüşvet vererek bu belgeyi almaya çalıştılar. Birçokları Origen ve Yeruşalim episkoposu gibi hapse atılıp öldürüldüler. Bazıları hemen idam edildiler, bazıları ise Cyprian gibi kaçtılar. Ama Decius’un iktidarı çok uzun sürmedi. Gotlarla yaptığı bir savaşta 251’de öldü.



Bu dönemde Roma imparatorluğunun başı dertteydi. Kuzeyden Galler, doğudan Persler saldırıya geçmişti. Ekonomik sorunlarda giderek büyüyordu. Eğer Kuzey Afrika ve Akdeniz ülkelerinden de yeterince buğday gelemezse o zaman çok daha iç sorunlar ayaklanmalar çıkacaktı. Bu zorluklar yüzünden Decius bir şeyleri yanlış yaptığını düşünmeye başladı. Roma’da eski tanrılara tapılırken Roma doruk noktasındaydı. Bu tanrıları unuttukları için Roma bu hale gelmişti. Biz onları unuttuk, onlar da bizi unuttular diye düşünüp tekrar eski tanrılarına döndüler. Tabi ki Hıristiyanlarda yine kurban sunma noktasında takıldılar. Ancak bu kez bir de vatan hainliğiyle suçlanıyorlardı.



Bu zulüm de yine Severus döneminde olduğu gibi metot işkenceydi. Hıristiyan oldukları bilinen ve tanrılara kurban kesip tapınmayı ret eden kişilere Hıristiyanlıktan vazgeçene kadar işkence ediliyor, eğer vazgeçerlerse yaşamalarına izin veriliyordu. Ancak Romalılar yeni işkence tarzları bulmakta çok ustaydılar. Öyle işkence yöntemleri vardı ki uzun süre öldürmeden işkenceye devam edebiliyorlardı.



Gallus (251-253) zulmü yer yer devam ettirmiştir. Özellikle bu dönemde çok büyük bir veba salgını olmuştu. Halk bu salgından kurtulmak için tanrılara koşarken Hıristiyanlar bunu yapmadığı için suçlandılar. Kayıtlara göre bu zulümler yine de kiliseleri zayıflatmaya yetmemiştir.





Valerian (253-260) döneminde Mesih karşıtı fırtınası yeniden ve daha şiddetli kopmaya başlamış, fakat Persliler tarafından yakalanınca zulüm uzun sürmemiştir. İktidarının ilk yıllarında Valerian’ın Hıristiyanlara karşı samimi olduğu ve hatta bazılarını evinde bile çalıştırdığı söylenmektedir. Ama birdenbire ani bir tutum değişikliği olur ve buna danışmanlarının neden olduğu tahmin edilmektedir. Hastalıkların ve düşman saldırılarının nedeninin Hıristiyanların Roma ilahlarına sırt çevirmeleri olduğunu söylediler.



257’de Roma’nın her yerinde tekrar şiddetli bir zulüm dalgası görülmüştür. Ama bu seferki hedef özellikle kilise önderleri, gözetmenler ve hizmet edenlerdi. Kimileri tutuklanmış, kimileri köle olarak satılmış, kimileri ise öldürülmüştür. Daha önceki zulümde kaçan Kuzey Afrika Kilisesi önderlerinden Cyprian’ın ise bu kez başı kesilmiştir. Birçok kişilere de çeşitli işkenceler yapılmıştır. İspanya episkoposu iki diyakonu ile birlikte bir tiyatro sahnesinde bir şişe takılarak kızgın korlar üzerinde kızartılarak ölene kadar işkence yapılmıştır. 260’ta Valerian Persler tarafından kaçırılana kadar bu korkunç zulüm dönemi devam etmiştir. Onun yerine geçen oğlu Gallerius babasının siyasetini izlememiş, tam tersi Hıristiyanlara her yönden kolaylık sağlamıştır. Bu da Hıristiyanlar için yaklaşık 40 yıllık bir huzur dönemi olmuştur.

Sonraki yıllarda yer yer hafif şekillerde zulümler devam etmiştir. o yıllardaki Hıristiyanların sayısı kesin olarak bilinmese de %5 ile %50 arasında tahmin edilmektedir ki bu da hiç az bir rakam değildir.



303 yılında ise Dioklation o güne kadarki en korkunç zulüm dönemini başlatmıştır ve bir ferman ile kilise binalarını yıktırmış, Kutsal Kitap’ları yaktırmıştır. On yıl boyunca Britanya’dan Arabistan’a kadar imparatorluğun her köşesinde işkence ve zulüm devam etmiştir. Hatta Hıristiyanların yoğun olduğu doğu illerinde ise zulüm 323’e kadar sürmüştür ve yer yer toplu katliamlara kadar gitmiştir. Bu zulümler sırasında Hıristiyanların yaşadığı bilinen bazı kasabaların toplu olarak ateşe verildiği bile olmuştur.



Dioklation imparatorluğun çok büyük olduğundan dolayı id****inin zor olduğunu düşünerek farklı bir sisteme geçmek istemiştir. Çünkü imparator zamanın çoğunu sınırda askerlerin başında savaşta olmak zorundaydı. Eğer imparatorun yerine askerlerin başında başka bir komutan olursa ve o komutan büyük bir zaferle bir kahraman gibi Roma’ya dönerse imparatoru tahttan indirebilirdi.



Bütün bu zorluklardan dolayı Dioklation imparatorluğu doğu ve batı olmak üzere ikiye bölmüştür. Ama bu iki parçada iki imparatorla birlikte iki de yardımcı imparator olacaktır. Kendisi doğu parçasını almış ve başkenti de Nikomediya’da kurmuştur. Yardımcı imparator Gallerius ise Yunanistan ve Balkanlar’ın yönetimini almıştır. İmparatorluğun batı kısmında da başkent yine Roma olmak üzere Maxentius imparator olmuş ve Konstantinus Klorus da yardımcı imparator olarak Britanya, Galler ve İspanya bölgelerini almıştır. Konstantinus Klorus Konstantin’in babasıdır.



Dioklation’un imparatorluğunun ilk dönemlerinde Hıristiyanlar için hiçbir sorun yoktu. Dioklation’un Hıristiyanlarla hiçbir sorunu olmadığı gibi zaten kendi eşi ve kızı da Hıristiyan’dı. Kimse de herhangi bir sorun çıkacağını düşünmüyordu. Ama Dioklation’un yardımcı imparatoru Gallerius Hıristiyanları hiç sevmiyordu. Bu yüzden de Dioklation dönemindeki korkunç zulüm Roma ordusu tarafından Balkanlarda başlatılmıştır.



Gallerius’un Hıristiyanlarla ilgili sorunu ordudaki Hıristiyanların savaşmayı reddetmesi üzerine başlamıştır. Gallerius Dioklation’dan ordudaki bütün Hıristiyan askerleri kovmasını istemiştir. Bazı komutanlar da askerlerinin çoğunu kaybedecekleri için Gallerius’un bu isteğine çok kızmışlardır. Sonunda çareyi askerleri imanlarından vazgeçmelerini sağlamakta bulmuşlardır. Bunu yapabilmek için de yine eski yönteme geri dönerek Roma tanrılarına kurban sunmalarını istemişlerdir. Bunun sonucunda da öncelikle Roma ordusunda birçok asker öldürülmüştür. Bu idamlardan sonra zulüm giderek imparatorluğun değişik yerlerine yayılmaya başlamıştır.





Gallerius bununla da yetinmemiş 303 yılında Dioklation’dan Hıristiyanlarla ilgili yeni bir kanun çıkarmasını istemiştir. Bu kanuna göre amaç sadece Hıristiyanları öldürmek değil, özellikle imparatorlukta yetki ve güç sahibi olan Hıristiyanları öldürmekti. Bu amaçla Hıristiyanların binalarına ve mezarlıklarına hükümet el koymuş, kitaplarını da yok etmişlerdir. Bazı Hıristiyanlar da bütün bu olanlara karşı çıkmaya çalışırken öldürülmüşlerdir. Bir de bütün bu karışıklıklar sırasında sarayda çıkan yangından da Hıristiyanlar sorumlu tutulmuşlar ve bunun üzerine de bütün Hıristiyanların adalet binasında tanrılara kurban sunma emri çıkarılmıştır. Bu durumda Dioklation’un eşi ve kızı da kurban sunmak zorunda kalmışlardır. Ama imparatorlukta üst düzeyde çalışan birçok Hıristiyan kurban sunmayı ret ettikleri için kendileri kurban olmuşlardır.



Bu zulüm imparatorluk boyunca yayılmış ve o güne belki de bugüne kadar Hıristiyanların yaşadığı en kötü zulüm zamanı olmuştur. Hatta bazı Hıristiyanlar bu zulümden kaçarak Pers imparatorluğuna sığınmışlardır. Bu yüzden de Hıristiyanların düşmanla birlik yaptığı düşünülmüştür.

Bu dönemde imparatorlukta tek zulüm olmayan yer Konstantinus Klorus’un yönettiği Britanya, Galler ve İspanya bölgesiydi.



Gallerius aslında bütün bu şeyleri imparatorluğu tek başına ele geçirmeyi planladığı için yapmıştır. Dioklation bu olaylar sırasında imparatorluk görevini bırakmış ve bütün düzenin bozulup imparatorlukta bir iç savaş çıkmasına neden olmuştur. Ama bu iç savaş ve karışıklık sırasında da Hıristiyanlara yapılan zulümler devam etmiştir.



311’de Gallerius ölüm derecesinde hastalanmıştır. Halk arasında Gallerius’un Hıristiyanlara zulüm ettiği için ceza olarak hastalandığı söylentisi dolaşır ve gözetmenler de bunu onaylayan vaazlar vermişlerdir. Gallerius bu söylentiler karşısında zulmü yasaklayan bir kanun çıkarmış ve kiliselerde kendisi için dua edilmesini istemiştir. Ama bu yasayı çıkardıktan 5 gün sonra da ölmüştür. Gallerius’un ölümünden sonra imparatorluktaki karışıklar iyice artmış ve durum iyice kötüye gitmeye başlamıştır. Kısa bir süre sonra da Konstantinus Klorus da ölmüş ve yerine oğlu Konstantin geçmiştir.



Bu zulümler kilisede bölünmelere de neden olmuştur. Bazı Hıristiyanlar bu işkencelere dayanamayıp inançlarını reddeder gibi gözüküp ya da reddedip tanrılara kurbanlar sundular. Bu kurbanlarını sunduklarına dair Roma hükümetinden bir belge almak zorundaydılar. Bazıları da kurban sunmayıp rüşvet vererek ya da tanıdık aracılığıyla bu belgeleri aldılar. Çünkü bu dönemlerde zulüm bilmeyen yeni bir nesil vardı ve işkencelerde giderek artıyordu. Daha önceki zulüm dönemlerindeki gibi direkt öldürmüyorlardı. Hatta amaç olabildiğince çok yaşatmaya çalışarak işkenceye devam edip bu belgeleri aldırmaya çalışmaktı. Özellikle rüşvetle bu belgeleri alma yöntemi birçokları için cazip geldi. Hem inkar etmek zorunda kalmıyorlardı, hem de kurban sunmadan canlarını kurtarabiliyorlardı.

Ama diğer grup da Hıristiyan olduklarını itiraf edip işkencelere dayanıp yaşamaya devam ediyorlardı. Böyle kişiler kilisede daha yüksek bir mertebede görülmeye ve daha fazla saygı görmeye başladılar. Hatta bazen bu şeklide işkencelere dayanmış kişiler kilisede episkoposlardan ya da önderlerden bile daha fazla söz ve yetki sahibi olabiliyorlardı.



Bazen de özellikle işkencelere dayanamayarak imanlarını inkar edip daha sonra tekrar tövbe edenler vardı ve bu kişilerin durumları ile ilgili olarak kilise bölünmüştür. Bir grup böyle kişilerin kesinlikle tekrar kiliseye dönemeyeceklerini, diğer bir grup ise bir kişi inkar etse bile daha sonra tekrar tövbe edip döndüğünde kilisenin o kişiyi kucaklaması gerektiğini söylüyordu. Bu dönemde bu konuyla ilgili farklı düşünen özellikle iki önemli önder vardır.



Sprian bunlardan bir tanesidir ve itiraf edenlere karşı davrandığı gibi olmasa da imanını inkar edenlere karşı daha toleranslı davranmıştır. Noveyşın ise, daha sert bir yol takip etmiştir.

Bu zulümlerin yaşandığı dönmede Kartaca da yaşayan Sprian zulümler başladığında kaçmış ve benim için sürgünde olsam da hayatta kalmak daha önemlidir demiştir. Fakat pek çoğu onu korkaklıkla suçlamış ve hatta Rabbi inkar edebileceğini bile söylemişlerdir. Aslında Sprian gerçekten korkak biri değildi. Çünkü daha sonra kendisi de şehit olmuştur.



Ancak kilise içinde Sprian ve İtirafçılar arasında bir ayrılık çıkmıştır. İtirafçılar, geri dönen herkesin kabul edilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Ama Sprian ise bu kabul etme yetkisinin ve görevinin kiliseye ait olması gerektiğini savunuyordu. Hatta Sprian kilisenin birliğini korumak amacıyla bu konu hakkında konuşmak için Kartaca’da bir konsey toplatmış ve konseyde bu konu ile ilgili üç yol takip edilmeye karar verilmiştir.



· Kurban kesme sertifikalarını para ile satın alan kişiler kiliseye hemen kabul edilebilirler.

· İnkar edip tövbe edenler ise ancak ölüm halinde olduklarında kilise kabul edilebileceklerdir.

· İnkar etmiş ve tövbe etmemişse kiliseye kabul edilmeyeceklerdi.



Sprian, belki de kilise kurallarının çok sert bir şekilde uygulanması gerektiği konusunda Tertullian’dan etkilenmiştir. Hatta Tertullian bu konuda Sprian’dan bile daha katıydı. Kilisenin azizlerin yeri olduğunu ve inkar edenlerin ya da putperestlerin kilisede yeri olmadığını düşünüyordu. Kilisenin bu sert tavrı kilisede yüzyıllar süren bir bölünmeye yol açmıştır.



Konstantin ve Sonrası



Konstantin 312 yılında Hıristiyanlığa doğru adımlar atmaya ve imparatorluğun tek hükümdarı olunca zor dönemler geçiren bu inanca her yönden kolaylık sağlamaya başladı. Başkenti eski Byzantium’da kurulup sonra Konstantinopolis adını verince orada birçok kilise binası da inşa ettirmişti.



Roma toprakları oğulları arasında paylaştırıldıktan sonra kiliseler daha da gelişmeye başlamıştır. Çünkü onlar babalarından çok daha kesin bir şekilde pagan inançlarına karşı sert bir tutum sergilemişlerdir.



Fakat 361’de Julian tekrar tek yönetici olarak başa geçince kuvvetli bir şeklide yeniden putperestliği canlandırmaya çalışmıştır. Ama sadece iki yıl süren iktidar döneminde bu konuda fazla başarılı olamamıştır. Julian’dan sonra gelen imparatorlar ise kendilerini Hıristiyan olarak tanımlamışlardır. Eski inançlar giderek geri adım atmak zorunda kalmalarına ve Hıristiyanlık için rahat bir dönem olmasına karşın Mesih inancı daha çok ağızlarda yayılmaya yüreklerde ise kaybolmaya başlamıştır. İmparator I.Theodosius (379-395) döneminde eski tanrıların tapınakları yıkılmaya ve onları gizli gizli ziyaret edenlere zulüm edilmeye başlanmıştır. Hatta Paganların zorla kiliseye gitmeleri buyurulmuş ve vaftiz olmak istemeyenler çeşitli cezalara çarptırılmışlardır.



Elçisel (Apostolik) Kilise Babaları


1.yüzyılda daha çok İsa’yı tanıyan İsa’yla birlikte çalışan elçiler vardı. Ama 2.yüzyıla geçişte elçilerden sonra onları takip eden kilise babalarını görebiliriz.

Elçiler öldüler. Ama o zamanın birçok kilise önderi ya elçileri tanıyordu, ya onların öğrencileriydi, ya da yetkilerini onlardan almışlardı. Elçilerden sonra gelen bu önderlere elçileri tanıdıkları ya da elçiler tarafından yetiştirildikleri için Apostolik (Elçisel) Kilise Babaları diyoruz.

Kilise Babaları kilise içinde çalışan önderlerdendir ve diğer görevlilerden daha kutsal değillerdir. Zaten kendi dönemlerinde bu kişiler kilise babası olarak anılmamışlardır. Daha sonra kilise kendi içinde bu isimleri vermiştir. Kilise babaları dönemi Augustin’le kapanmıştır. Ama Augustin batı kilisesinin en önemli babalarından biri olmasına rağmen doğu kilisesi Augustin’i kilise babası olarak tanımamaktadır.



Romalı Klement (30-100) Petrus’un öğrencisiydi. Aslında Klement’in hayatı ve yaptıkları hakkında az şey bilinmektedir. Klement hakkında bildiğimiz, özellikle, 96 yılında Korint’teki Hıristiyanlara yazmış olduğu uzun bir mektuptur ve mektubunda kilisenin birliği, kişilerin hayatlarını temiz tutması konularına değinmiştir. Mektupta farklı kiliselerde farklı uygulamaların olduğu da anlaşılmaktadır. Bu mektup aynı zamanda Petrus’un Roma’da ölmüş olduğunu, Pavlus’un da İspanya’ya bir yolculuk yaptığını ve Neron zamanında Hıristiyanlara işkenceler yapıldığını doğrulamaktadır. Tarihçi Eusebius’a göre Romalı Klement Pavlus’un Filipililer’e mektubunda adı geçen Klement’le aynı kişidir.


Filipililer 4:3 Evet, gerçek yoldaşım, sana da yalvarırım, bu kadınlara yardım et. Çünkü onlar benimle, Klement'le ve adları Yaşam Kitabı'nda bulunan diğer emektaşlarımla birlikte Müjde'yi yaymak için mücadele ettiler.



Roma kilisesinin, Linus ve Kletus’tan sonra üçüncü episkoposu olarak bilinmektedir. Aslında o dönemde henüz bu dönemdeki gibi episkoposluk sistemi yoktu. Hatta bazı yerlerde birden fazla episkopos bile olabiliyordu. Bu yüzden elimizdeki bilgilerle bu konuda kesin bir şey söyleyemiyoruz. Klement’le aynı dönemde yaşayan Antakyalı İgnatius’un Roma’ya yazdığı bir mektupta mektubunu ihtiyarlara hitap ettiğini biliyoruz. Eğer o dönemde Roma’da bir episkopos olsaydı İgnatius mutlaka mektubunu episkoposa hitaben yazardı. Klement kendisi de yazılarında Pavlus gibi ihtiyar ve episkopos kelimelerini birbirinin yerine kullanmış ve tarzı da Pavlus’un tarzına benzemektedir. Bütün bu bilgiler de bize 2.yüzyılda belki de henüz tek bir episkopos ya da önder olmadığını göstermektedir.



Antakyalı İgnatius (30-110) da Apostolik Babalardandır. Suriyeliydi. İgnatius’un kelime olarak “Tanrı tarafından taşınan” anlamına gelmektedir.



Luka 18:16 Ama Isa çocukları yanına çağırarak, «Bırakın, çocuklar bana gelsin, onlara engel olmayın!» dedi. «Çünkü Tanrı'nın Egemenliği böylelerinindir.



Bu yüzden geleneğe göre bu ayette İsa’nın kucağına aldığı çocuğun İgnatius olduğu tahmin edilmektedir. Yaşına bakıldığında da bu mümkün olabilir. Ama kesin bir şey söyleyemeyiz. Petrus’un öğrencisiydi. Petrus tarafından Antakya episkoposu olarak atanmıştı. İgnatius Pavlus, Yuhanna hatta diğer elçileri de tanıyor olabilir. İgnatius “monarşi episkoposluğun” ilk kurucu olarak bilinmektedir ve kendisini episkopos olarak adlandıran ilk kişidir. Kilisenin birliğine ve önderliğe o kadar çok önem veriyordu ki mektuplarında özellikle bu konularla ilgili yazmıştır. Episkoposun kilisenin birliği için bir güvence olduğunu söyleyen İgnatius bu konuda o kadar çok ileri gitmiştir ki episkopos yanlış söylese bile ona boyun eğip itaat etmek gerektiğini ve hatta episkopos olmadan yapılan vaftiz törenin yasal olamayacağını ve efkarist Rabbin sofrasından alınamayacağını söylemiştir.daha da ileri giden İgnatius episkoposu onurlandıranın Tanrı’yı onurlandırmış olacağını söylemiştir.



İgnatius Hıristiyan olduğu için tutuklanmış ve Roma’da arenada hayvanlar tarafından parçalanarak şehit olmuştur. Roma ya giderken yoldaki Hıristiyanlara uğramış, onları teşvik etmiş ve onlara mektuplar yazmıştır. İgnatius şehitlik mertebesine ulaşmayı çok istemiştir. Hatta Roma’daki imanlılara yazdığı mektuplarında “Şehit olmama engel olmayın” diye de belirtmiştir. İgnatius büyük bir tutkuyla İsa’ya bağlıydı.



İsa’nın vücut bulmasını sadece bir görünüş olduğunu söyleyenlere karşı -ki bu daha sonraki dönemlerde Dosetizm adı ile bilinecek olan sapkın öğretinin ilk belirtileridir- İgnatius, Rabbin gerçekten beden aldığını ve çarmıhta acı çektiğini vurgulamıştır. Zaten aksi olsaydı kurtuluş mümkün olmaz ve inancımız boş olurdu.



Hermes ( -150) Apostolik babalardan birisiydi ve Roma episkoposuydu. Hermes’e ait olduğu düşünülen bir kitap bulunmaktadır. Bu kitabın Hermes’e ait olduğunun düşünülmesinin nedeni kitabın adının “Hermes’in Çobanı” olmasıdır. Kitapta önce imandan düşen sonra da tekrar Rab’be dönen ve melekler tarafından yol gösterilen bir adamdan bahsedilmektedir. Yazar Hermes, Roda adında bir kadına satılmış bir köledir, fakat Roda daha sonra Hermes’i serbest bırakır. Hermes de özgür kaldıktan sonra ticaretle uğraşır, çok zengin olur ve evlenir. Hermes Hıristiyan bir adam olmasına rağmen ticaret yaparken ahlak kurallarına uygun davranmaz. Zengin olduğu bu dönemde Hıristiyanlara yapılan zulümler sırasında bütün servetini kaybeder ve Hıristiyan olamayan çocukları tarafından reddedilir. Bu kitap alegorik bir kitaptır ve kitapta bir Hıristiyan’ın kendisi Rab’le yürürken çocuklarının da Rab’le yürümesini sağlamaları gerektiğini anlatmaktadır.



Policarp (69-151) İzmir episkoposu ve Yuhanna’nın öğrencisiydi. Policarp Filipililer’e bir mektup yazmıştır ve mektupları Pavlus’un mektuplarına benzemektedir. Policarp’ın yazdığı mektuplarda Yeni Anlaşma’dan alıntılar olduğunu görüyoruz. Bu da bize o dönemde Yeni Antlaşma yazılarının varolduğunu ve yaygın bir şekilde kullanıldığını göstermektedir.



Policarp İzmir tiyatrosunda halkın önünde bir odun yığını üzerinde yakılarak öldürülmüştür. Policarp’ı önce tutuklamışlar sonra da yaşlı ve sevilen bir adam olduğu için serbest bırakmak istemişlerdir. Fakat ondan serbest kalmak istiyorsa İsa’yı inkar etmesini istemişlerdir. Policarp ise onlara “86 yıldır hizmet ettiğim ve beni asla terk etmeyen sadık Rabbim’i nasıl inkar edebilirim” demiştir. Bunun üzerine arenaya götürülen Policarp’a tekrar bir şans vermişler ve ondan bu kez de “Hıristiyanlar kafirdir” demesini istemişlerdir. Policarp ise Romalıları gösterip “Bu kafirlerden kurtulalım” demiştir. Bunun üzerine yakılarak öldürülmüştür. Hatta ateşin önce bir süre Policarp’ı yakmadığı ve bunun üzerine de bir askerin Policarp’ı mızrakla öldürmeye çalışırken ateşe düşüp onunla birlikte yandığı anlatılır.



Papius (60-130) Yuhanna’nın öğrencilerinden biriydi, Policarp’ın arkadaşıydı, Pamukkale bişobuydu. Papius’u önemli yapan özelliklerden biri de Yeni Anlaşma’daki yazıları yorumlamasıdır. Papius’un Markos’un ve Petrus’un söylediklerini kaleme aldığı tahmin edilmektedir. Papius, Matta’nın Müjde’yi İbrani’ce yazdığını söylemiştir. Papius’un günümüze hiçbir yazısı ulaşamamıştır. Ama Papius’dan 200-300 yıl sonra yaşayan Eusebius’un yazılarında Papius’un yazılarına rastlanmaktadır ve bu yazılardan bildiğimize göre Papius İsa’nın dirilişinden sonra bin yıl egemenlik süreceği Milenyum görüşüne inanıyordu.



Kilise Düzeni ve Yönetimindeki Gelişmeler



İlk yüzyıllarda Hıristiyan inancında dikkat çeken iki nokta vardı. Bunlar görsel düzenin gelişmesi ve inancın mantıksal ifade edilmesiydi.



İsa Mesih’in gerek Petrus’a gerekse diğer öğrencilere söylediği bazı sözleri kilise önderlerine geçen bir yetki olarak algılandı.



Matta 16:18-19 Ben de sana şunu söyleyeyim, sen Petrus'sun ve ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım. Ölüler diyarının kapıları ona karşı direnemeyecek. 19 Göklerin Egemenliği'nin anahtarlarını sana vereceğim. Yeryüzünde bağlayacağın her şey göklerde de bağlanmış olacak; yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde de çözülmüş olacak."



İlk kilise yapısı Sayılar kitabındaki İsrail’in yönetimi örnek alınarak oluşturulmuştu. Birinci yüzyıl sona ermeden önce var olan kilise topluluklarında diakonos yani hizmet görücü, Presbiteros yani ihtiyar ve episkopos yani üst yönetici veya gözetmen görevleri oturmaya başlamıştı. Presbiteryen yaşlılar tarafından yönetilen demektir. Çöldeki İsrail’i ihtiyarlar yönetiyordu. İhtiyarlık sistemi sinagog düzeninden alınmıştır. Zaten ilk kilise ibadetleri de Yahudi ibadetlerinden alınmıştı. Bazı kiliselerde birden fazla episkoposun görevde olduğu bilinmektedir. Büyük olasılıkla Presbiteros ve episkopos kavramları aynı görev için de kullanılıyordu.



Kilise yönetimindeki gelişmeler tek bir şekilde olmamıştır. Kilise bazı yerlerde daha hızlı bazı yerlerde ise daha yavaş gelişmiştir. O zamanda Evrensel Kilise ruhsal açıdan birbirine bağlı ama düzen açısından birbirinden ayrıydı. 1.yüzyılda kilisenin yönetim şeklinde bir evrim gerçekleşmiştir. Daha önceleri kilisenin başında yalnızca ihtiyarlar bulunuyordu ve eşit şekilde bir yönetim vardı. Ama daha sonraları episkoposluk sistemi gelmiş ve ihtiyarların üzerinde bir episkopos kiliseyi yönetmeye başlamıştır. Ama yine de episkoposluk sistemi tam bu gündeki gibi daha büyük bir merkezin önderi değil sadece kasabanın önderliğini yapıyordu. Şunu da unutmamamız gerekir ki; o günkü kiliseler bugünkü kiliseler gibi değildi. Küçük ev kiliseleri vardı. Episkopos bulunduğu kasabadaki bütün küçük ev kiliselerinin piskoposluğunu yapıyordu. Ama kiliseler gelişip çoğaldıkça episkoposluk sistemi değişmiş ve episkopos bulunduğu bölgenin episkoposu haline gelmeye başlamıştır. Bu gelişmelerde her yerde aynı şekilde ve zamanda olmamıştır. Örneğin; Antakyalı İgnatius Antakya episkoposu olduğu dönemde Roma’nın bir episkoposu yoktu ve Roma Kilisesi ihtiyarlar tarafından yönetiliyordu

Düzen konusunda kiliselerde hemen bir birlik oluşturmak için bir çaba harcanmamıştır. Uluslardan oluşan ilk kilise Antakya’da oluşmuştur. Bu kilisenin önderlik kadrosunda üstte belirttiğimiz hiçbir yönetici terimi geçmiyordu. Ama bunların yerine peygamberler ve öğretmenlerden bahsedilmektedir.Romalılara mektupta da kilisede peygamberler ve öğretmenlerin yanında hizmetçi, öğütçü, bağışçı veya yönetici armağana sahip kimselerin de olduğunu okuyoruz.



Romalılar 12:7-8 Hizmetse, hizmet etsin. Öğretmekse, öğretsin. 8 Öğüt veren, öğütte bulunsun. Bağışta bulunan, bunu cömertçe yapsın. Yöneten, gayretle yönetsin. Merhamet eden, bunu güler yüzle yapsın.



Pavlus Efeslilere yazarken de elçi peygamber ve öğretmenlerle beraber müjdeci ve Grekçe’de çoban anlamına gelen önderlerinde olduğunu belirtmektedir.



Efesliler 4:11 Kendisi kimini elçi, kimini peygamber, kimini müjdeci, kimini önder ve öğretmen atadı.



Yeruşalim kilisesinde ihtiyarlar var olduğu ve İsa’nın üvey kardeşi Yakup’un bir önder görevi üstlendiği de bilinmektedir. Ama episkopos unvanı Yakup’a ancak daha sonraları atfedilmiştir.

Pavlus da başlatmış olduğu kiliselerde sorumluluk taşıdığı için onlara müdahale etmiştir. Bu kiliselere bir nevi önderlik etmiştir. Yuhanna mektuplarında kendini presbiteros yani ihtiyar olarak tanımlar ve kilisede üstün olma hevesinde olan Diotrefis’in kendini tanımadığından yakınmaktadır.



3.Yuhanna 1:9 Kiliseye bazı şeyler yazdım, ama aralarında en üstün olma sevdasında olan Diotrefis bizi kabul etmiyor.



2.yüzyılda ilk kiliselerdeki farklı düzenler değişmeye ve adı geçen görevler mevcut bulunan kiliselerde çoğunlukla kabul görmeye başlamıştır. İgnatius gibi kilise babalarının yazılarından da belirttiği gibi episkoposun tek yönetici olduğu kilise sistemi giderek yaygınlaşmıştır. Elçi Petrus ve Pavlus’un da Roma ile olan bağlantılarından dolayı o kilisenin episkoposu giderek bir önderlik rolü üstlenmeye başlamıştır. Yeruşalim’in yanı sıra Antakya ile İskenderiye de geniş bölgelerin baş sorumlusu ve bununla beraber bir başpiskopos koltuğuna sahip olmuşlardır. İmparatorların Hıristiyanlığa giderek daha fazla ağırlıklarını koymaları ve İstanbul’un da başkent olması ile birlikte İstanbul da böyle bir koltuğa sahip olmuştur.



O dönemlerde beş patriklik vardı:



Yeruşalim patrikliği: Bu patrikliğin önemi diğer kiliseler üzerindeki etkisi yönünden değil de daha çok tarihsel açıdandır. Tarihte evrensel kilise içinde Yeruşalim patrikliği bir baba figürü olarak görülmüştür.



Antakya patrikliği: Burası ilk yüzyıllarda Hıristiyanlık için çok büyük bir merkezdi. Özellikle ilk defa Hıristiyanların “Hıristiyan” olarak çağırıldıkları ve Elçilerin İşleri kitabından başlayarak önderlik yapan bir yerdir.



Elçilerin İşleri 11:26 Öğrencilere ilk kez Antakya'da Mesihçiler adı verildi.



Antakya özellikle eğitim açısından da bir merkezdi. Buradaki kilisenin ve okulun en önemli özelliği ilk yüzyıllardan başlayarak Kutsal Kitap’ı kelimesi kelimesine yorumlamasıdır. Kelimeleri tek tek alıp onların gerçek anlamları üzerinde durarak yorum yapıyorlardı.



İskenderiye patrikliği: Buradaki kilise de ise alegorik bir yorumlama vardı. Kelimelerin gerçek anlamlarını değil daha çok altında yatan derin anlamları bulmaya çalışıyorlardı. Sadece ne dediğini değil ne demek istediğine de bakıyorlardı. Bu yüzden İskenderiye kilisesi Kutsal Kitap yorumlama konusunda çok fazla ilerlemişti.



Roma patrikliği: Bu patriklik iki açıdan önemliydi. Her şeyden önce Roma imparatorluğunun merkeziydi. Aynı zamanda da Pavlus ve Petrus’un önderliği de buranın önemini arttırıyordu.



Matta 16:18 Ben de sana şunu söyleyeyim, sen Petrus'sun ve ben topluluğumu bu kayanın üzerine kuracağım. Ölüler diyarının kapıları ona karşı direnemeyecek.



İsa’nın söylediği bu sözler yüzünden zamanla diğer kiliseler arasında böyle bir üstünlüğü oluşmuştur. İlk dönemlerde diğer kiliseler üzerinde bir yetkisi ya da üstünlüğü yoktu. Sadece eşitler arasında ilk olarak görülüyordu.



İstanbul patrikliği:Bu kilise önderlik açısından biraz geç kalmıştı. Çünkü bu kilise biraz geç kurulmuştu. Önceleri küçük bir kasabaydı ve kasaba kilisesiydi. Ama daha sonra imparatorluğun yeni başkenti olunca kilise de canlandı ve aktif bir kilise haline geldi. Bu yüzden de daha sonraki zamanda İstanbul’daki patriklik Ekümenik* Patriklik olarak tanınmıştır.

“Autocephalous” kendi aralarında özgür ama ruhsal olarak birbirlerine bağlı anlamına gelmektedir. Doğudaki kiliseleri böyleydi ve böyle kaldı. İstanbul patrikliği sadece ruhsal anlamda önderdir ve patrikliğe bağlı bulunan kiliseler kendi aralarında özgürdür. Kiliselerin aralarında yatay bir bağ bulunmaktadır.



Roma Katolik kilisesinin papalık sisteminde ise piramit şeklinde bir bağ vardır. Bu Roma kilisesi diğer bütün kiliselerin üzerinde yetkilidir anlamına gelmektedir. Bu zamanla oluşmuş bir sistemdir ve tarihsel olarak Roma kilisesinin bütün kiliseler üzerinde önderlik etme iddiası doğru değildir. Zaten Petrus yüzünden bir ayrıcalığı vardı ve eşitler arasındaki ilk olarak görülüyordu. Ama bu diğer kiliselerin verdiği bir öncelikti ve bu öncelik Roma kilisesinin anladığı şekildeki gibi bir öncelik değildi.



Özlenen Birlik Yerine Bölünmeler



Başka hiçbir inanç ve dini sistem şartsız sevgi ve kabullenme konusunda Mesih inancı kadar üstün bir ideale sahip değildir. Ama aynı zamanda başka hiçbir inançta izleyicileri arasında bu kadar çok bölünmelere ve tatsız tartışmalara tanık olunmamıştır. Bunun sebebi Müjde’nin özünden kaynaklanmaktadır. Müjde’de inansın doğası ve Tanrı’nın üstün amacı açıklanmıştır. Tanrı suretinde yaratılmış insan Mesih’te kusursuz bir şekilde açıklanan sevgiyi yansıtmalıdır. Bu Mesih inancının odak noktasıdır. Tüm Kutsal Yasa’nın toplamı sevgidir.



Matta 22:37-40 İsa ona şu karşılığı verdi: "'Tanrın Rab'bi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla seveceksin.' 38 İşte ilk ve en önemli buyruk budur. 39 İlkine benzeyen ikinci buyruk da şudur: 'Komşunu kendin gibi seveceksin.' 40 Kutsal Yasa'nın tümü ve peygamberlerin sözleri bu iki buyruğa dayanır."



İsa öğrencileriyle geçirdiği son akşam yemeğinde de bunu vurgulamıştır.



Yuhanna 17:22 Bana verdiğin yüceliği onlara verdim. Öyle ki, bizim bir olduğumuz gibi bir olsunlar.



İsa Tanrı’nın Mesih’te istediği yüce amacıda şöyle ifade etmektedir.



Yuhanna 13:34-35 Size yeni bir buyruk veriyorum: Birbirinizi sevin. Sizi sevdiğim gibi siz de birbirinizi sevin. 35 Birbirinize sevginiz olursa, herkes bununla benim öğrencilerim olduğunuzu anlayacaktır.



Aynı zamanda Müjde günahın gerçekliğini ve Tanrı’nın insana bağışladığı özgür iradenin bozulmuşluğunu da açıklamaktadır. Mesih’in hak edilemeyen sevgisinin karşısında kışkırtılmış günahın çirkin yüzünü dramatik ve trajik bir şekilde Mesih’in çarmıha gerilişinde görebiliriz. Ama Tanrı bu korkunç olayı, ardından gelen dirilişle iman eden insanın kurtulması için tasarlamıştır. Kutsal Ruh’un etkinliği ile Mesih’te yeni bir insan yaratılmış ve o yeni yaratık yenilenmiş yaşamıyla yeni bir topluluğa alınmıştır. Evrensel Kilise dediğimiz bu yenilenmiş yaratılmışlardan oluşan topluluğa katılan her bir kurtulmuş birey henüz günahın etkisinden kurtulmamıştır. Bu yüzden de Mesih İsa’da aldığı üstün çağrıya yakışır bir yaşam sürdürme konusunda zorlanmaktadır. İnanlıların çok önceden söyledikleri gibi kilise henüz yoldadır (in via) ama vatan (in patria) da değildir. Mesih’e iman edenler topluluğu hala yoldadır ve henüz ait olduğu vatanına ve amacına kavuşmamıştır tarihi tamamlayacak olan göksel yargıç gelmeden ve Mesih izleyicilerine kurtuluşun bu son aşamasını sağlamadan kilise bu yolda ilerlemeye de devam edecektir.



Ama Mesih inanlıları her zaman Tanrı’nın gösterdiği bu mükemmele, bu üstün hedefe doğru yol almak yerine ona ulaşmayı düşlediler. Bunu başarabilmek için tüm inanlılar için geçerli olacak tek bir düzen kurmaya, herkesçe bilinecek ve hem fikir olunacak sözlü inanç bildirgeleri yazmaya, inanlıların yaşamını Müjde’ye uygun bir disipline göre değerlendirmeye ve tapınmanın geçerli bir ölçeğini kurmaya çalıştılar. Ama ne yazık ki inanlılar kendi benliklerinden ve günahtan dolayı birlik için ortaya atılan her eylem yeni bir bölünmeye ve kavgaya neden olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. İlk kavga aslında birliğin sembolü olan Rab’bin Sofrası konusunda olmuştur ve böylece beraberlik yerine ayrılığın bir sembolü olmuştur.



İlk Ayrılıklar



Genç kilisenin karşılaştığı ilk tartışma doğal olarak Yahudi inancı ile ilgiliydi. Mesih inancı sadece çok sayıda Yahudi tarikatından bir tanesi miydi yoksa ayrı bir inanç mıydı? Yahudiliğin bir tarikatıysa o zaman çeşitli milletlerden gelen bu inanlılar Tanrı’nın anlaşma yaptığı bu gruba dahil olduklarını göstermek için sünnet olmalı ve Yasa’yı tutmalıydılar. Elçilerin İşleri ve Pavlus’un mektuplarında bu konularla ilgili bazı sert tartışmaları görebiliriz.



Pavlus Rab’den aldığı Müjde’ye dayanarak insanın herhangi bir iyi iş ya da sevapla kurtulamayacağını sadece Mesih’te sağlanan lütufla ve imanla kurtulabileceğini söylemiştir.



İlk imanlılar arasındaki ilk sorun bu şekilde çıkmıştı. Ama Pavlus ve Barnaba bu konuyu görüşmek üzere Yeruşalim’e gittiler. İki müjdecinin görüşleri orada destek buldu. Bununla birlikte birçok Yahudi Mesih inanlısı yer yer geleneksel uygulamaları sürdürmeye devam etmişlerdir. Ama 66 yılında Yahudilerin Roma’ya karşı başlattıkları özgürlük savaşı çıkınca topluluk Yerşalim’i terk etmiş ve Erden nehri doğusuna Ürdün krallığına göç edip bir süre orada yaşamışlardır. Bu Yahudi kökenli Hıristiyanlar daha sonra iki gruba ayrılmışlardır:



Ebiyoncular: Adlarını fakirler anlamına gelen İbranice bir sözcükten türetmişlerdir. Bu grup, İsa’yı büyük bir peygamber ve Mesih olarak kabul ediyor, fakat Tanrı’nın Oğlu olduğuna iman etmiyorlardı. Bu nedenle de Pavlus’tan hoşlanmadılar. Çünkü Pavlus, Yasa’yı tutmakla değil, ancak Tanrı Oğlu’na imanla ve lütufla kurtulabileceklerini söylüyordu. Hatta aralarında bazıları bakire doğuşu kabul ettiği halde çoğu İsa’nın Meryem ile Yusuf’un doğal oğulları ve vaftizde Mesih ona bir güvercin olarak indiğini savunuyorlardı. Ayrıca İsa’nın bilinmeyen Baba’yı duyurduğuna inandılar. Ebiyoncular Mesih’in asla acı çekemeyeceğini dolayısıyla da İsa çarmıha gerilmeden ve dirilmeden önce ondan ayrıldığını da öğrettiler. Öğretilerine göre insan kurtuluşunu iyi işleriyle ve dinsel eylemleri ile kazanabiliyordu. Çok tutucu ve katıydılar. Pavlus’u yasadan ayrılan biri olarak ret ettiler ve toplantılarında Matta’nın bir İbranice versiyonunu okuyorlardı. Ebiyoncular Ürdün’ün doğusuna, hatta Arap Yarımadası’na kadar gitmişler ve birkaç yüzyıl boyunca kendi kimliklerini koruyabilmişledir. Bazılarına göre, peygamber Muhammed’in rastladığı Hıristiyanlar Ebiyonlar’dır. Bu da Muhammed’in gerçek bir Hıristiyan’la karşılaşmadığı ve İsa ile ilgili doğru bilgiler öğrenmediği anlamına gelmektedir.


Nasıralılar: Bu grup İsa’ya Tanrı Oğlu olarak iman etmiş, fakat Yahudi kimliklerine sadık kalmışlardır. Bugünkü Mesihçi Yahudiler Nasıralılar’a çok benzemektedirler. Bu grup aynı zamanda Pavlus’un öğretişlerini ve lütufla kurtuluşu da kabul etmişlerdir. Nasıralılar Ürdün’ün doğusuna yerleşip bir süre ayakta kalabilmişlerdir. Hatta bu gruptan bugüne kadar bile Irak’ta kalmış Hıristiyanlar olduğu söylenmektedir.


Bugün Irak’ta Asurlu Hıristiyanlar ve Kildani Hıristiyanları olmak üzere iki grup Hıristiyan bulunmaktadır. Bunların Aziz Thomas veya Nasıralılar’dan geldiği düşünülmektedir.



Doğu ve Batı Kilisenin Ayrılığı ve Farkl
Doğu ve Batı Kilisenin Ayrılığı ve Farklılıkları



Zamanla doğudaki kiliseler eski yönetim şekline devam etmişledir. Birbirlerine yetkisel olarak değil de ruhsal anlamda bağlıydılar, ama bağ eskisi kadar kuvvetli değildi. Antakya Yeruşalim, Suriye, Ermeni bütün bu patrikliklerin hepsinin kendi yönetimleri vardı. Ama ruhsal olarak İstanbul önderlik ediyordu. Ancak daha öncede söylediğimiz gibi bu önderlik batıdaki Papalık gibi en tepedeki önderlik gibi değildi. İstanbul zamanla büyüdükçe doğu patrikliğinin gücü de tabi ki arttı. Bir de patrikliğin imparatorla olan yakınlığı sonucunda politik bir gücü de sahip olan patriklik daha da güçlendi. Ancak yine de bütün bunlara rağmen hiçbir zaman Papalık gibi kendisini İsa’nın dünyadaki temsilcisi olarak görüp tek güç olmayı istemedi ve olmadı. Aynı zamanda doğu patrikliği batı patrikliğinin eşitler arasındaki ilk olma özelliğini kabul ediyordu. Kabul etmediği diğer kiliseler üzerinde kendisini önder olarak yetkili görmesidir.



Peki doğu Autocephalous şeklindeki yönetim şeklini neden devam ettirmiştir de batı kilisesi piramit şeklindeki yönetim şeklini seçmiştir? Bunun sebeplerinden birisi doğu ve batıdaki manastır sistemlerinin birbirinden farklı olmasıdır.



Doğudaki manastır sisteminde keşişler normal hayatı bırakıp ayrı bir yerde yaşıyorlardı. Toplum içinde ya da topluluk olarak yaşamıyorlardı. Daha çok mağaralarda, ormanda ya da çölde yalnız olarak yaşıyorlardı. Sadece bazen belli zamanlarda bir araya geliyorlar ya da topluma karışıyorlardı.



Batıda ise çoğunlukla tam tersiydi. Manastırlarda topluluk olarak yaşıyorlar. Ama belli zamanlarda ya da ibadetlerde birbirlerinden ayrılıyorlardı. Hatta bazıları belli bir süre manastırda yaşadıktan sonra kendi topluluklardan çıkıp toplumun içinde yaşıyorlardı. İnsanlara yardım ediyorlar ya da çalışarak ihtiyaçlarını karşılayıp ihtiyaçta olan insanlara hizmet ediyorlar ya da Müjde’yi duyuruyorlardı. Toplum içinde bu hizmetleri yapabilmek için de Papadan resmi olarak izin alıyorlardı. Hizmetlerine devam ederken de Papaya sadakatlerini gösterip rapor veriyorlardı. Özellikle başka ülkelere Müjde yolculuklarına çıktıklarında oradaki kurdukları kiliselerin de döndüklerinde papalığa sadakatlerini ve bağlılıklarını gösteriyorlardı. Böylece yeni kurulan kiliseler de Papalığa bağlanıyor ve Papalık piramidi altına giriyorlardı. Önceki dönemlerde Britanya’daki kilise bu piramit altında değildi, ama daha sonra o da Papalığa bağlanmıştır. Böylece Papalığın yetkisi doruğa ulaşmıştır. Hatta bu o kadar abartılmıştır ki 19.yüzyıla kadar Papalığın yanılmaz olduğu söylenmiştir.



Helenizm



Hıristiyanlığın Yahudi inancından ayrı tutulması ve Yahudi inancı tarafından yutulma tehlikesi azaldıktan sonra Müjde’nin mesajını olumsuz yönden etkileyecek yeni tehlikeler ortaya çıkmıştır. Henüz çok genç olan Hıristiyan topluluğu Grek dünyasında yeni tehditlerle karşılamıştır. Bu tehlikeler çoktanrılı sistemden ya da etik kuralları hiç sayan bir yaşam biçiminden değil daha çok Helen felsefesinden kaynaklanmıştır. Onlara göre gerçeğe giden tek yol felsefeden geçiyordu. Her şeyi Grek felsefesinin yöntemleri ile algılamak ve onun tanımladığı kategorilere yerleştirip ifade etmek istiyorlardı. Tabi ki bu da Müjde’nin felsefesini zarara uğratıyordu.



Başka bir tehlike ise ruh ile madde arasında yapılan keskin ayrılıkta bulunuyordu. Aslında bu fikir Grek kültlerinden önce doğu kültlerinde de görülmektedir. Mısır, Suriye, Anadolu ve İran’dan çıkma birbirine benzeyen bu kültler ölmüş ve dirilmiş bir kurtarıcı tanrı ile bağlantılıydı. Çoğu Diyonisos veya bir diğer ismi Bacchus etrafında kurulmuştur.



Bu mitolojik öyküye göre Zeus ile Persefone’nin oğlu Zagreus bir boğa biçiminde doğmuştur ve tüm dünyaya hakim olacaktır. Bunun üzerine Zagreus’u kıskanan Titanlar onu paramparça edip yemişler. Ancak Athena Zagreus’un kalbini kurtarmış ve Zeus onu yutmuş. Sonra Semele Zeus’a Diyonisos’u doğurmuş. Ama daha sonra anlaşılmış ki Diyonisos bir zamanlar boğa olarak doğmuş olan Zagreus’un reankarnasyonuymuş. Zagreus dünyaya yeniden Diyonisos olarak gelmiştir. Boğa verimliliğin sembolü olmakla beraber Diyonisos ya da diğer adıyla Bacchus şarap, hayvan ve her türlü sebzenin tanrısı oluvermiştir.



Bu tanrıya tapınanlar ibadetlerinde bol bol şarap içerler ve tanrıların yaşamına paydaş olmak için yeni kesilmiş bir boğanın kanlı etinden yerlermiş. İnançlarına göre Diyonisos’un ruhunun kendi ruhlarına sahip çıkması için ibadetin sonunda da hızlı hızlı dans edip kendilerinden geçerlermiş.



Bazı gizemli kült tarikatları ise Orfeus adıyla bağlantılıydı. Orfeus kökenli tarikatların özünde yine Diyonisos mitolojisi bulunuyorsa da bunlar etiksel yönden daha kaliteli ve kontrollüdür. Onlara göre madde ve beden kötüydü. İnsan ruhunun bu bağlardan özgür edilmesi gerekiyordu. İnsanın tekrar ve tekrar doğduğuna ve bu şekilde de beden hapishanesinden özgür olduğuna inanıyorlardı. Ancak maddesel bağlardan ayrılmayı başaran ruh sonsuza kadar süren bir mutluluk yaşayabilirdi. Özlenen bu özgürlüğe temizlik ve aşırı sıkı bir disiplinle erişebileceklerini düşünüyorlardı. Bu yüzden de bu tarikata mensup olmak isteyen kişiler giriş töreninde önce çiğ et yerler daha sonra da bir daha hayatları boyunca hiç et yemeyerek kendilerini kirlenmeden uzak tutabileceklerine inanırlardı.



Platonizm ve Neoplatonizm aracılığı ile Orfeus inançları Grek dünyasına o kadar girmiştir ki çoğu zaman Mesih inanlısı olmuş Greklerin düşüncelerinde etkin olmaya devam ederek kiliseleri etkilemiştir. Mesih’in öğretisine ters düşen bu tutumlar her tür et ve maddenin kötü, ruhun ise iyi olduğunu savunuyorlardı. Bunun için her insanın ulaşmaya çalışması gereken hedef, ruhu bedensel kirlenmeden kurtarmasıydı. Bu görüşler Hıristiyan tarihi boyunca tekrar tekrar eziyetçi akımlar ve mistik çevrelerde etkili olmaya devam etmiştir. Hatta en adanmış Mesih inanlıları ve etkin iman savunucuları bile bu görüşlerden etkilenmiştir.


Gnostizm



2.yüzyıldaki en önemli sapkın grup İsa’nın Tanrılığını inkar eden Gnostikler’dir. “Agnostik” bilmek imkansız anlamına gelmektedir ve Gnostik’den farklıdır. Gnostizm I. ve II. yüzyıllarda ortaya çıkmış gizemsel-dinsel felsefesel bir tarikattır. Tinsel gizler bilimi ya da bilgi anlamındaki Yunanca ‘gnosis’ sözcüğünden adını almış olan bu akım birinci yüzyılda sadece kısmen belli oldu. Daha sonraları ise geniş taraftar kitlelerine ulaştı. Hatta başka akımlara da temel oldu. günümüzde bile etkilerini görmek mümkündür. Putperest Gnostikler de vardı. Bazılarında Dualizim’den, farklı Yunan düşünce ya da Suriye kaynaklı görüşlerden, Mezopotamya astrolojisi ve Mısır inançlarından oluşan bir görüş karması vardı. Bugün hala Gnostik düşünceyi dünyada görebiliriz. Özellikle günümüzün popüler akımı ‘New Age’ ve Hinduizm, Budizm, Zen gibi doğu dinleri Gnostizm’e benzemektedir. Bütün bu karmaşanın içine bir de Hıristiyanlığın bazı öğretileri katılınca daha geniş bir kitlenin ilgisini çekmiştir. Gnostik düşüncenin ilk takipçisinin Elçilerin İşleri 8:9-24 ayetlerinde adı geçen Büyücü Simun olduğu düşünülmektedir.



Elçilerin İşleri 8:9 Ne var ki, kentte bir süreden beri büyücülük yapan ve Samiriye halkını şaşkına çeviren Simun adlı biri vardı. Simun, büyük adam olduğunu iddia ediyordu.



İskenderiyeli Basilides ve Roma’da öğretmenlik yapan ünlü Valentinus da bu erken dönem isimlerin arasındadır. Gnostikler’in arasında kilisenin ortodoks görüşlerine en yakın olan Valentinus Kutsal Yazılar’ı değerlendirirken alegorik yorumlama yöntemini reddetmemiş ama, onarlı farklı gruplara ayırmıştır. Valentinus’a göre esinlenmiş parçalar, insanın katı yüreğinden, Musa tarafından değiştirilmiş bölümler ve Yahudi ihtiyarları tarafından eklenmiş yetkisiz parçalar vardı. Daha sonraları ise en tanınmış Gnostik Marcion’dur. Bu felsefe, Antikçağ Yunan felsefesini ve özellikle Platonculuğu, ilk çağın gizemsel dinlerini, Yahudiliği ve Hıristiyanlığı karıştırarak yeniden şekillendirmiştir. Dilimizde ‘Bilinirciler’ olarak da tanınan Gnostikler gizemci tarikat adamlarıdır ve tüm dinleri yaratıcı gücün sağlanmasında yetersiz bulurlar. Gnostikler için yaratıcı güç ya da kendiliğinden var olan bilgi ya da Tanrı dinsel bilgilerin çok üstündedir. Bu nedenle sadece anlık tanrısal kavrayışlarla, anlık sezişlerle kavranabilir. Gnostikler sadece seçilmiş kişilerin açıklanmış ilahi bilgiye erişmiş olduğuna inanıyorlardı. ‘Gnosis’ akıl ve felsefe yoluyla elde edilebilecek bir ayrıcalık değildi. Gnostik öğretilerine göre sadece ruh iyiydi ve madde ruhu esir almıştı. Kurtuluş ise bu tutsaklıktan sıyrılıp saf ruh dünyasına geçmekle mümkün olabiliyordu. Görüşlerini doğrulamak için Yahudi ve Hıristiyan yazılarından destek aldılar. Gnostikler Hıristiyanlarca sapkın sayılmışlardır. Çünkü İsa’nın % 100 Tanrı %100 insan olduğunu kabul etmezler. Onlar için İsa sadece insandır. İsa’nın bedeni, kanı vardı, yemek yedi, ağladı. O zaman insan olan maddi bedene sahip İsa nasıl olurda Tanrı olabilirdi. İngiliz düşünürü Bertrand Russel, İsa’yı bir insan peygamber sayması açısından İslam peygamberi Muhammet’in de bir Gnostik olduğunu söylemektedir. Gnostikler, felsefi ve gizemsel dinciliklerinin dışında kendi aralarında da tam bir anlayış birliği göstermezler. Örneğin; kimi Gnostikler’e göre çarmıha gerilen İsa’nın hayalidir, kimilerine göre de insan-İsa’dır. Kimilerine göre de İsa vaftiz edildiği sırada Kutsal Ruh insan-İsa’nın vücuduna girmiş ve tam çarmıha gerileceği sırada ondan ayrılmıştır. İsa’nın ‘Tanrım, beni niçin bıraktın’ sözünü de bunu kanıtlamak için kullanırlar.



Markos 15:34 Saat üçte İsa yüksek sesle, "Elohi, Elohi, lema şevaktani" yani, "Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?" diye bağırdı.



Tabi ki kurtuluşumuz için İsa Mesih’in Tanrı olması da insan olması kadar önemlidir. Eğer İsa Tanrı değilse biz kurtulmadık ve eğer insan değilse yine biz kurtulmadık.



Gnostikler’de Tanrı ve Yaratılış



Son derece karışık inanç sistemlerine göre bilinmeyen mükemmel bir ‘temel ilk’ vardır ve bu temel ilk mükemmeldir. Bu temel ilk sınırsız baba diye tanımlayabileceğimiz sevgidir ve başka ilahi varlıkları da yaratabilir. Gnostikler’e göre Tanrı mükemmeldir. Madde ise kötüdür ve kusurludur. Bu yüzden de mükemmel Tanrı mükemmel olmayan maddeye dokunamaz. Yaratma gücü olmadığından değil mükemmel bir varlık olarak sadece kusursuz varlıklar yaratabildiğinden mükemmel olan Tanrı mükemmel olmayan bir dünya yaratamaz. Tanrı sadece aeonları, yani kendi mükemmel sonsuz yansımasını yaratmıştır. Bu yansımada kendi yansımasını ve yansımada da kendi yansımasını yaratmıştır. Böylece bütün yansımalar kendi yansımalarını yaratarak Tanrı’dan uzaklaşmışlardır. Fakat bu yansımalar Tanrı’dan uzaklaştıkça zayıflamaya başlamışlardır. En uzaktaki yansıma Tanrı’dan uzaklaştığı için Tanrı’nın mükemmelliğinden yoksundur ve yol boyunca kötü olana dönüşmüştür. Bu kötü olan yansımada kendi kötü yansımasını oluşturmuş ve karanlığa doğru gitmiştir. İşte bu kötü olan yansıma yeri ve göğü yaratmıştır. Bu yüzden de dünya Tanrı’dan uzak, Tanrı’ya karşı ve kötü olmuştur.



Gnostikler Mesih’in de bu yansımalardan biri olduğunu düşünüyorlardı. Tanrı’nın ilk mükemmel olan yansımalarından biri eril olan Logos; bilgi ve bir diğer de dişil olan yansıma Sofia; hikmetti. İşte kurtuluşu sağlamak için dünyaya gelen yansıma bu Tanrı’nın mükemmel yansımaları olan Logos ve Sofia’nın birlikteliğinden oluşan yansımadır.



Gnostikler de kendi aralarında temel olarak iki kola ayrılmışlardır. Bunlardan bir tanesi madde dolayısıyla da bedenlerimizde kötüdür. Bu yüzden de “Tanrı’yı hoşnut etmek için bedenlerimize eziyet etmeliyiz” dediler. Bu düşünceden ‘Çileciler’ denen bir grup çıktı. Bu gruptaki insanlar birçok doğu dinlerindeki gibi Tanrı’ya ulaşabilmek için acı çekmenin,sert kurallarla yaşamak gerektiğini düşündüler. Böylece kötüden arınarak adım adım Tanrı’ya ulaşacaklar, ilahileşeceklerdi. Bu grup etiksel kuralları aşırı boyutlara yükseltmişti. Bedensel isteklerine eziyet ve şiddet içeren yöntemlerle karşılık veriyorlardı.



İkinci grup ise “Bedenlerimiz zaten kötü o zaman bedenlerimizle yapacağımız hiçbir şeyle Tanrı’yı hoşnut edemeyiz” diyerek ahlaki kuralları hiçe saydılar. “Bedenle ne yaparsan yap önemli değil, zaten kötü ruhun iyi olsun yeter” dediler. Bunun üzerine hiçbir ahlaki kural tanımayan bir grup daha ortaya çıktı. Bu grup ise bedenlerini önemsemiyorlardı. Ruhları bedenleri tarafından kirletilemezdi. Bu yüzden Hıristiyanların yapması uygun olmayan pagan dini şölenlerine katılırlar ya da cinsel ahlaksızlıkta sakınca görmezlerdi.



Bu Gnostik grupların bazıları mevcut kiliselerde kalıp ibadetle devam ediyorlardı. Bazıları ise kendi topluluklarını kurup orada geldikleri kiliselerden farklı bir ayin düzeni oluşturuyorlardı. Bir kısmı da Roma imparatorluğunun her yerinde rastlanan mistik kültlerin uygulamalarını benimsiyorlardı.



Gnostikler evrensel bir din yaratma amacıyla farklı kaynaklardan önemli unsurlar alarak o günün insanına cazip gelecek bir öğreti sunmak istiyorlardı. Bunu yaparken de Mesih’e önemli bir rol veriyorlardı. O herkese hitap edecek olan bir Kurtarıcı olarak sunuluyordu. Ancak bunu yaparken yapılan yorumlar o kadar çarptırılmıştı ki Müjde’de tanıtılan İsa’dan çok farklı bir Kurtarıcı ortaya çıkıyordu.



Tüm bunlar kiliseyi çok etkilemiştir. Kilise Gnostikler’i sapkın olarak ilan edip kiliseden uzaklaştırdı. Özellikle Marcion II.yüzyılda yaşamış (160 yılında ölmüş) çok etkili bir Gnostik’tir. Marcion Kutsal Kitap’a baktı ve bazı bölümlerden hoşlanmadı. Özellikle Eski Antlaşma kısmını hiç beğenmedi. Eski Anlaşma’daki Tanrı’nın Yeni Anlaşma’daki Tanrı’dan farklı bir Tanrı olduğunu söyledi. Dünyayı yaratan kötü yansımanın Yahve olduğunu ve Yahve’nin de küçük ve kötü bir Tanrı olduğunu söyleyerek Eski Anlaşma’yı kendi Kutsal Kitap listesinden çıkardı. Daha sonra Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’ya baktı. Sadece Luka’yı beğendi. Matta’yı Eski Anlaşma’dan ve Yahudilerden bahsettiği için beğenmedi. Markos’da İsa’yı bir insan ve hizmetkar olarak tanımlıyordu. Yuhanna’da İsa’nın Tanrılığı üzerinde çok durmuştu. Bütün bunların sonucunda Marcion’un listesinde sadece Luka kalıyordu. Pavlus’un mektuplarının bazılarını da pek beğenmedi. Hatta bazı mektuplar Gnostikler’e direkt olarak karşı olduğu için o mektupları da listesinden çıkardı. Böylece Luka ve Pavlus’un bazı mektuplarından oluşan Gnostikler’e uygun kendi kutsal kitabını oluşturdu. Marcion İsa’nın bakire Meryem’den doğduğuna da inanmıyordu. Birdenbire Tiberyus döneminde İsa’nın ortaya çıktığını savunuyordu. Marcion bu yüzden tarihte ilk kutsal kitap sıralaması yapan kişi olarak bilinir. Tabi ki bunun üzerine kilise Marcion’u, düşüncelerini ve listesini sapkın ilan etmiştir. En önemlisi de Marcion’un yaptığı bu kutsal kitap sıralaması karşısında kilise kesin olarak özellikle Yeni Anlaşma’nın sıralamasını oluşturmak zorunda kalmıştır.



Peki ilk kez mi böyle bir liste yaptılar? Tabi ki hayır. Çünkü zaten bütün kitaplar hepsi bir bütün olarak olmasa da parça parça her yerde okunuyordu. Kilise sadece Marcion’un bu yaptığının karşısında kesin ve resmi bir listeleme yapmıştır. Kilise olmayan bir şeyi yeniden yazmamış ya da değiştirmemiştir. Sadece varolanı ve bilineni kesinleştirip resmileştirmiş ve bütün bir kitap haline getirmiştir. Önemli olan başka bir nokta da bu listeleme bir anda yapılmamıştır. Öncelikle Matta, Markos, Luka ve Yuhanna ile Pavlus’un mektupları kabul görmüştür. Daha sonra da Elçilerin İşleri kitabı Müjde bölümleri ile mektuplar arasında bir köprü olarak kabul edilmiştir. Fakat Yahuda, Yakup, Petrus ve Vahiy bölümleri çok çabuk kabul görmemiştir.



Bütün bu listelemeler yapılırken yazılar bir çok testten geçirilmiş ve birçok araştırmalar yapılmıştır. Örneğin Pavlus Petrus’un mektubundan alıntılar yapmıştır. Hatta o dönemde yazılmış Hıristiyanlıkla ilgili olsun ya da olmasın birçok eserlerde de Kutsal Kitap’tan alıntılar bulunmaktadır.



367’de İskenderiyeli Atanasyus döneminde bugün 27 bölümden oluşan Yeni Anlaşma sıralaması tamamlanmış ve bütün kiliselere bu liste mektupla bildirilmiştir. Ama tekrar şunu belirtmek istiyorum ki bu listelemenin yapılaması bir anda yapılmamıştır. 367 yılı böyle bir listeleme yapmak için çok geç bir zamandır.



Kilise Kutsal Kitap listelemesi yanında tabi ki Gnostikler’e karşı da cevap vermeliydi. Özellikle Pavlus ve Yuhanna Gnostikler’e karşı yazdılar.



Koleseliler 1:15-20 Görünmez Tanrı'nın görünümü, bütün yaratılışın ilk doğanı O'dur. 16 Nitekim yerde ve gökte, görünen ve görünmeyen her şey -tahtlar, egemenlikler, yönetimler, hükümranlıklar- O'nda yaratıldı. Her şey O'nun aracılığıyla ve O'nun için yaratıldı. 17 Her şeyden önce var olan O'dur ve her şey varlığını O'nda sürdürmektedir. 18 Bedenin, yani kilisenin başı O'dur. Her şeyde ilk yeri alsın diye başlangıç olan ve ölüler arasından ilk doğan O'dur. 19 Çünkü Tanrı bütün doluluğunun O'nda bulunmasını uygun gördü. 20 Mesih'in çarmıhta akıtılan kanı aracılığıyla esenliği sağlamış olarak yerdeki ve gökteki her şeyi O'nun aracılığıyla kendisiyle barıştırmaya razı oldu.



Yuhanna 1:1-14 Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı. 2 Başlangıçta O, Tanrı'yla birlikteydi. 3 Her şey O'nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey Onsuz olmadı. 4 Yaşam O'ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı. 5 Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edemedi. 6 Tanrı'nın gönderdiği Yahya adlı bir adam ortaya çıktı. 7 Tanıklık amacıyla, ışığa tanıklık etsin ve herkes onun aracılığıyla iman etsin diye geldi. 8 Kendisi ışık değildi, ama ışığa tanıklık etmeye geldi. 9 Dünyaya gelen, her insanı aydınlatan gerçek ışık vardı. 10 O, dünyadaydı, dünya O'nun aracılığıyla var oldu, ama dünya O'nu tanımadı. 11 Kendi yurduna geldi, ama kendi halkı O'nu kabul etmedi. 12 Kendisini kabul edip adına iman edenlerin hepsine Tanrı'nın çocukları olma hakkını verdi. 13 Onlar ne kandan, ne beden ne de insan isteğinden doğdular; tersine, Tanrı'dan doğdular. 14 Söz, insan olup aramızda yaşadı. O'nun yüceliğini Baba'dan gelen, lütuf ve gerçekle dolu biricik Oğul'un yüceliğini gördük.
aDoRaBeLLa çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 08-22-2007, 12:19 PM   #3
HeReKeL1
Geçerken Uğradım
 
HeReKeL1 Kullanıcısının Avatarı
 
Üyelik Tarihi: Aug 2007
Yaş: 29
Mesajlar: 125
Teşekkür Etme: 7
Thanked 3 Times in 2 Posts
Üye No: 44138
İtibar Gücü: 1321
Rep Puanı : 160
Rep Derecesi : HeReKeL1 is on a distinguished roadHeReKeL1 is on a distinguished road
Cinsiyet : Erkek
Varsayılan

ßence SaÇma
__________________
| нєяєкєL1 ||| Hacking&Security ||
HeReKeL1 çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
CevaplaCevapla


Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir)
 

Yayınlama Kuralları
Yeni konu açamazsınız
Cevap gönderemezsiniz
Eklenti ekleyemezsiniz
Mesajlarınızı düzenleyemezsiniz

Kodlama is Açık
Smilies are Açık
[IMG] code is Açık
HTML code is Kapalı


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Kriminolojinin Tarihi KoJiRo Eskiler (Arşiv) 0 10-28-2007 10:02 AM
Anaforun Tarihi GooD aNd EvıL Eskiler (Arşiv) 0 10-27-2007 07:01 PM
06/01/07 - Tarihi davada tarihi karar Spy_MasteR Eskiler (Arşiv) 0 06-01-2007 04:42 PM
Çin tarihi. lennon Eskiler (Arşiv) 7 04-22-2007 06:30 PM

Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 08:37 PM

Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11   Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.