![]() |
![]() |
#1 |
Geçerken Uğradım
![]() Üyelik Tarihi: May 2007
Konum: Black Sea :)
Yaş: 42
Mesajlar: 118
Teşekkür Etme: 0 Thanked 26 Times in 15 Posts
Üye No: 42724
İtibar Gücü: 1350
Rep Puanı : 1410
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Bayan
|
![]() ERKEN KİLİSE TARİHİ
Giriş Kutsal Kitap “Zaman tamamlanınca Tanrı Oğlunu yolladı” der. Tanrı tarihin her detayını öyle bir hazırlamıştır ki en doğru zamanda oğlunu yollamıştır. Yeni Anlaşma döneminden önce başlayan Grek İmparatorluğu Mısır, Filistin hatta Hindistan’a kadar büyümüştü. Ama Grek İmparatoru Büyük İskender’in amacı sadece büyümek ve askeri olarak güçlenmek değildi. Aynı zamanda bütün dünyaya klasik Grek kültürünü yaymak istiyordu. Büyük İskender’in öğretmeni büyük filozoflardan biri olan Aristotel’di. Ancak Büyük İskender’in bilmediği bir şey vardı. Tanrı’da aynı şekilde Büyük İskender’in istediği gibi Grek kültürünün bütün dünyaya yayılmasını istiyordu. Böylece 2.yüzyıla kadar Grekçe bütün Akdeniz çevresinde ve hatta İran’a kadar konuşulan bir dil oldu. İskender çok genç yaşta öldü ve o ölünce de imparatorluk çöktü. Grek İmparatorluğu yerine Roma İmparatorluğu geldi. Roma İmparatorluğu Grek İmparatorluğu gibi Akdeniz etrafına yayılmış büyük bir imparatorluk oldu. Tanrı Grek İmparatorluğu’nu kullandığı gibi Roma İmparatorluğu’nu da kullanmıştır. Roma İmparatorluğu sınırları içinde -ki sınırları çok büyüktü- eğer Roma İmparatorluğu’na düşman değilseniz çok güvenli ve hızlı bir şekilde yolculuk yapabiliyordunuz. Yolları çok iyi,güvenli ve düzenliydi. İşte Yeni Antlaşma dönemi başladığında bütün Akdeniz çevresinde ve İsrail’in etrafında tek bir dil kullanılıyordu ve rahatça yolculuk yapabilecek yollar vardı. Bu İsrail dışındaki dünyanın durumuydu. Şimdi de İsrail’in durumuna bakalım: İsa gelmeden önce Yahuda kokuşmuş ve çökmüş bir durumdaydı. Hirodes kukla bir kraldı. Rüşvet çok yaygındı. İdari yönetim çok bozuk olduğu gibi dini yapı da bozulmuştu. Tapınaktaki kahinlerin ve ibadetin durumu da iyi değildi. Romalılar bir nevi hem idari hem de dini yönetimi satın almışlardı. Bütün bu karışıklıklar içinde halk isyan etmek üzereydi. İşte böyle bir durumda zaman tamamlanmıştı ve Tanrı Oğlu’nu gönderdi. Tanrı’nın sağlayışında zaman tam doğruydu. 70 yılında Kudüs’te çok büyük bir isyan çıktı ve bu isyanda tapınak yıkıldı. Havralarda doğan kilise özellikle de Kudüs’teki kilise imparatorluğun değişik yerlerine hatta dünyaya dağılmak zorunda kalmıştır. 300’lü yıllarda ise imparatorluk parçalanmaya başladığında imparator Konstantin başkenti İznik’ten İstanbul’a taşımıştır. Tabi ki bütün bu olaylar kiliseyi de çok etkilemiştir. Özellikle de Roma İmparatorluğu parçalandığında batıdaki kilise ile doğudaki kilise birbirinden kopmuştur. Batı Roma Katolik Kilisesi Roma episkoposu, Doğu Ortodoks Kilisesi ise İstanbul patrikliği etrafında toplanıyordu. Böylece yavaş yavaş doğudaki Ortodoks kilise ile batıdaki Katolik kilise birbirinden uzaklaşıp evrim geçirmeye başlamışlardır. Bu yüzden de iki kilise arasında büyük farklar oluşmuştur. 7-8.yüzyıla geldiğimizde ise Arabistan’da yeni bir akım olan Müslümanlık doğmaya başlamıştır. Türklerin Asya’dan Anadolu’ya gelirken İslamiyet’i kabul etmeleriyle özellikle doğu kilisesi İslamiyet’ten çok etkilenmiştir. Aynı zamanda İslamiyet Avrupa’yı da birçok açıdan çok etkilemiştir. Ticaret yolları değişmiş, Akdeniz ticari merkez olmaktan çıkıp merkez Kuzey Avrupa’ya taşınmıştır. Avrupalılar yeni ticaret yolları ararken batıya ve güneye doğru hareket etmişlerdir. Bütün bunlara rağmen 1000’li yıllara geldiğimizde ise Rusya ve İskandinavya’da dahil olmak üzere bütün Avrupa Hıristiyanlaşmıştır. Hıristiyanlığın Doğuşu ve Yayılışı Kutsal Kitap Mesih’in Eski Antlaşma peygamberliklerini tamamladığını söylemektedir. Kilise Babaları da kendilerini Eski Antlaşma peygamberliklerinin tamamlanışı, elçilerin yasal devamı ve Eski Antlaşmada bildirilen yeni İsrail olarak görmüşlerdir. İlk olarak Hıristiyanlık yayılmaya başladığında insanlar Yahudi dininin bir kolu olarak gördüler. “Pax Roma” denen barış dönemi ve imparatorluğun sağladığı düzeni emniyet ve yollar sayesinde Müjde çok hızlı bir şekilde en uzak yerlere kadar yayılmıştır. Elçilerin İşleri 2.bölümde anlatılan Pentikost gününden önce Müjde’yi duymaya hazır birkaç grup vardı. Bu gruplardan bir tanesi İsa’yı dinlemiş ya da duymuş olan kişilerdi. Bu kişilerin arasında Yahudiler, Samiriyeliler hatta Yahudi olmayanlar vardı. O dönemde bütün Roma dünyasına yayılmış olan Yahudiler de vardı. Bu Yahudilere “Helenistik Yahudiler” deniyordu. Pentikost gününde aynı zamanda dünyanın her tarafından da Yahudiler Kudüs’teydi. Elçilerin İşleri 2:9-11 Aramızda Partlar, Medler, Elamlılar var. Mezopotamya'da, Yahudiye ve Kapadokya'da, Pontus ve Asya ilinde, Frikya ve Pamfilya'da, Mısır ve Libya'nın Kirene'ye yakın bölgelerinde yaşayanlar var. Hem öz Yahudi hem de Yahudiliğe dönme Romalı konuklar, Giritliler ve Araplar var aramızda. Ama her birimiz Tanrı'nın büyük işlerinin kendi dilimizde konuşulduğunu işitiyoruz.» Bütün bu insanlar Petrus’un vaazını dinlediler ve aralarından İsa’ya iman edenler oldu. Ama iman edenler Kudüs’ten ayrılmak istemediler. Daha sonra İstefanos’un ölümüyle Kudüs’teki kilise dağılmak zorunda kaldı. Elçilerin İşleri 8:1-2 O gün Kudüs'teki inanlılar topluluğuna karşı korkunç bir baskı dönemi başladı. Elçiler hariç tüm imanlılar Yahudiye ve Samiriye'nin her yanına dağıldılar. Bazı dindar kişiler, İstefanos'u gömdükten sonra onun için büyük yas tuttular. Böylece Müjde bu insanların gittikleri her yere yayılmış oldu. Bu yerlerden biri de ilk “Hıristiyan” olarak çağrıldığımız yer olan eski Antioch; yani bugünkü Antakya şehridir. Daha sonra da Pavlus Müjde yolculuklarına başlamıştır. 1.yüzyıl sonlarına doğru özellikle kilisenin kendi içinde bir gelişim gösterdiğini gözlemliyoruz. O dönemde büyük merkezlerde kiliseler oluşmuştu. Ama kırsal bölgeye henüz ulaşılamamıştı. Bu dönemin en güzel taraflarından bir de öğreti konusunda henüz aşılamaz görüş farklılıklarına gelinmemişti. Sadece Apollos adında bir adamın farklı bir öğreti yaydığını görüyoruz. Elçilerin İşleri 18:24-25 Bu arada İskenderiye doğumlu Apollos adında bir Yahudi Efes'e geldi. Üstün bir konuşma yeteneği olan Apollos, Kutsal Yazılar'ı çok iyi biliyordu. 25 Rab'bin yolunda eğitilmiş bir kişiydi. Ateşli bir ruhla konuşuyor ve sadece Yahya'nın vaftizini bildiği halde İsa'yla ilgili gerçekleri doğru öğretiyordu. Ama Apollos alçakgönüllü ve düzeltilmeye hazır bir adamdı. Bu yüzden herhangi bir sorun olmadı. Hatta doğru olanı öğrendikten sonra Müjde’yi vaaz etmeye devam etmiştir. Bu dönemde Kudüs’teki kilisenin önderi İsa’nın kardeşi Yakup’tu. Hem geleneksel tarih hem de ünlü kilise tarihçisi Eusebius’a göre Yakup Sanhedrin tarafından tutuklanıp İsa Mesih’i reddetmesi için zorlanmıştır. Ama Yakup bunu kabul etmeyince yüksek bir tepeden aşağıya atılmıştır. Yakup’un düştükten sonra da hala ölmediği anlaşılınca dövülerek öldürülmüştür. 60’lı yılların sonunda Yakup’un öldürülmesinden sonra Yakup’un birinci dereceden kuzeni -aynı zamanda İsa’nın da- Kleyopas’ın oğlu 1.Simun kilisenin başına geçmiştir. Luka 24:18 Bunlardan adı Kleyopas olan O'na, «Kudüs'te bulunup da bu günlerde orada olup bitenleri bilmeyen tek yabancı sen misin?» diye karşılık verdi. Kleyopas İsa dirildikten sonra, İsa’nın Emayus yolunda karşılaştığı iki kişiden biridir. Bu detayların verilmesinin nedeni, o dönemdeki Kudüs’ün atmosferinin resmini çizmektir. O dönemde İmparator Neron öldürülmüş ya da intihar etmişti. General Vespasian bu yüzden Kudüs’ü bırakıp Roma’ya geri dönmüş ve imparator olmuştur. Kudüs kısa bir süreliğine başsız kaldıktan sonra yerine Vespasian, oğlu Titus’u Kudüs’e göndermiştir. Titus’da şehre geldiğinde ilk olarak şehri yok etmiştir. Matta 24:15-18 Daniel peygamberin sözünü ettiği yıkıcı iğrenç şeyin kutsal yerde dikildiğini gördüğünüz zaman (okuyan anlasın), Yahudiye'de olanlar dağlara kaçsın. Damda olan, evindeki eşyalarını almak için aşağı inmesin. Tarlada olan, abasını almak için geri dönmesin. Tarihçi Eusebius’a göre 70 yılındaki Titus komutanlığında yapılan bu yıkımda Hıristiyanlar öldürülmemiştir. Çünkü Hıristiyanlar Kudüs’ün etrafında Romalı askerleri görünce İsa’nın onlara bu ayette söylediğini hatırlamış ve kaçmışlardır. Kaçan bu Hıristiyanlar Ürdün’ü geçip Ürdün Krallığı’na yerleşmişlerdir. Kudüs şehri tekrar inşa edildikten sonra, 2.yüzyıl başlarında burada yeniden kiliseler kurulmuştur. Fakat bu kiliseler Yahudi olmayanlar tarafından kurulmuş kiliselerdir. Bu yeni kurulan kiliselerin önderlerinin isimleri de Yahudi olmayanların isimlerini taşımaktadır ki, zaten birçok yıl boyunca Yahudilerin Kudüs’e girmeleri yasaktı. Kudüs, daha sonraki yüzyıllarda Hıristiyanlığa önderlik eden beş patriklikten birisi olmuştur. Bu patrikliklerden bir tanesinin Kudüs olmasının nedeni şehir olarak önemli olmasından değil, İsa’nın orada yaşamış olmasındandır. 1.ve 2.yüzyıl başına gittiğimizde özellikle elçilerle ilgili çok fazla bilgi ya da yazılı belge bulamıyoruz. Bunun nedeni de özellikle bu dönemde yaşayan elçiler ve diğer kişilerin çok büyük baskılar altında kaçarak ya da saklanarak Müjde’yi vaaz etmiş olmalarıdır. Daha çok hayatta kalmaya çalışmakla uğraştıkları için yazmaya pek vakitleri ve güçleri olmamıştı. Bu yüzden de bu dönemle ilgili daha çok geleneklerden bilgi edinebiliyoruz. Geleneklere göre Markos kitabını yazan Markos, Mısır’daki İskenderiye’ye gitmiş ve orada Müjde’yi vaaz etmiştir. Yine geleneklere baktığımızda Thomas’ın da Müjde’yi Babil ve Hindistan’a kadar taşıdığını görüyoruz. Hatta Ninova ve Musul bölgesinde yaşayan bazı Asurlu Hıristiyanlar da Müjde’yi Thomas aracılığıyla duyduklarını söylemektedirler. Müjde’nin Bizans’a da Andreas tarafından taşındığı söylenir ki İncil’in ulaşmasından 300 yıl sonra büyük bir merkez olan Bizans, o dönemlerde küçük bir köydü. Petrus ve Pavlus ise Roma’ya kadar gitmişler ve 60’lı yılların ortalarında da her ikisi de burada katledilmişlerdir. Yuhanna, ise Efes bölgesine gitmişti. Tabi ki, bu bölgeye ilk olarak Müjde’yi götüren Pavlus’tu. Kutsal Kitap’tan da bildiğimiz gibi İsa, çarmıh üzerindeyken annesini Yuhanna’ya teslim etmişti. Meryem’de Yuhanna ile birlikte Efes’e gelmiş ve yaşamının sonuna kadar burada yaşamıştır. Meryem hakkında anlatılan geleneklerden en doğrusu budur. Tabi ki Efes’te bugün Meryem’in evi olarak bilinen evin Meryem’e ait olduğuna dair hiç bir tarihi arka plan yoktur, ancak Efes’te ölmüş olması mümkündür. Bu ilk dönemlerdeki, temel öğretide bir birlik vardı. Ama Kutsal Kitap’tan da bildiğimiz gibi üç önder arasında bazı farklılıklar olduğunu görebiliyoruz. Elçilerin İşleri 6:2-3 Bunun üzerine On ikiler, bütün öğrencileri bir araya toplayıp şöyle dediler: «Tanrı sözünü yayma işini bırakıp maddi işlerle uğraşmamız doğru olmaz. Bu nedenle kardeşler, aranızdan Ruh'la ve bilgelikle dolu, yedi saygın kişi seçin. Onları bu iş için görevlendirelim. Burada ilk diyakonluk görevinin nasıl başladığını görüyoruz. Diyakonluk hizmeti o zamana kadar yoktu. Fakat daha sonra ihtiyaç üzerine ortaya çıkmıştır. Yine Kutsal Kitap’a baktığımızda ihtiyarlık ve bişopluk yani üst gözetmenlik sisteminin oluştuğunu görüyoruz. İhtiyarın saygın kişilik ve öğretmenlik, bişobun ise üst kontrolör ve gözetmenlik özelliği vardır. Özellikle 1.yüzyıl sonunda Yuhanna bu iki görevi tamamen ayırmıştır. Elçilerin İşleri 2:42 Bunlar kendilerini elçilerin öğretisine, paydaşlığa, ekmek bölmeye ve duaya adadılar. Bir de bu dönemde “elçisel öğretişi devam ettirmek” çok önemliydi. Anadolu’daki el verme sistemi ile aynı sistemdir. Her elçinin öğrencisine verdiği yetki ve bir öğretiş zinciri vardı. Bu öğretiş sayesinde Tanrı, yüzyıllar boyunca kilisesini sabit bir ana temel üzerinde tutmuştur. Bu gün kiliselerde birçok farklı öğretiş bulunmaktadır. O dönemde “elçisel öğreti” kelimesi sabitliği ve doğruluğu gösteriyordu. Fakat tarihte bazı dönemlerde el verme ya da el koyma yöntemiyle elçisel kelimesi kötüye kullanılmıştır. İlk olarak kötüye kullanan grup Gnostikler’dir. Gnostikler bir takım gizli bilgilerin el koyma yöntemiyle elçiler aracılığıyla kendilerine geçtiğini söylediler. Kötüye kullanan başka bir grupta yine kilisenin içinden çıktı. Özellikle önderler kendilerini elçilerin ve dolayısıyla da İsa’nın temsilcileri olarak düşünüp kendilerini topluluktan ayrıldılar. Aslında ilk başlangıçta el koyma fikri iyiydi ve Kutsal Kitap’a uygundu. Sadece elçisel öğretinin devamını gösteren Eski Anlaşma’dan gelen simgesel bir anlatımdı. Pavlus’un birçok öğrencisi vardı ve hatta bazıları ile ilgili birçok şeyi Kutsal Kitap’tan biliyoruz. Timoteos, Titus, Onasimus gibi. Yuhanna’nın da öğrencileri vardı. Onların bazılarını da Kutsal Kitap’tan bilmesek de kilise tarihinden biliyoruz. İzmir bişobu Policarp gibi. Yuhanna’nın bazı öğrencileri bütün Akdeniz’i geçip Galler’e kadar ulaşmışlardır. Petrus’un da Kutsal Kitap’tan değil de kilise tarihinden bildiğimiz öğrencileri vardı. Antakyalı İgnatius, Linus gibi. Linus, Roma Katolik Kilisesi’ne göre ilk papadır. İkinci yüzyılda, Müjde “Sevinç Getirici Haber’in” yayılışı hızla devam etmiştir. Ancak bunun nasıl gerçekleştiği konusundan daha da az kesin bilgiye sahibiz. Hıristiyanlık bu dönemde imparatorluğun bütün illerinin dışında Mezopotamya’ya kadar yayılmıştı. Bu döneme aynı zamanda tanım dönemi de diyebiliriz. Çünkü kilise bu dönemde inancını tanımlamıştır. Tabi ki neye inandıklarını biliyorlardı. Neye inandıklarını kendileri oluşturmadılar. Sadece bu inandıkları şeyleri bir araya getirip tanımladılar. Üçüncü yüzyılda müjdenin yayılışı ve kilisenin gelişimi daha da hızlanmıştır. Özellikle toplumun giderek bozulması insanların arasında inançlarda emniyet arayışına neden olmuştur. Roma kenti o dönemlerde Hıristiyanlık açısından öncü bir kent olmasına rağmen diğer merkezlerde, özelikle Akdeniz’in doğu kesimleri ve Küçük Asya diye bilinen Batı Anadolu’da önemli birer merkezdiler. O dönemde yaşayıp “Thaumaturgos” yani “Mucizeci” diye bilinen Gregor isimli bir önderin kayıtlarında Müjde’nin yayılışı hakkında bazı somut bilgiler bulunmaktadır.[1] Gregor varlıklı, soylu ve pagan kökenli Pontuslu bir ailenin çocuğuydu. İyi bir eğitim görmek amacıyla Filistin bölgesine gitmiştir. Orada ünlü Hıristiyan filozof öğretmen Origen ile tanışmıştır. Gregor 240 yıllarında Pontus’a dönünce istemediği halde Pontus episkoposu olarak atanmıştır. Müjde’nin özellikle o bölgede duyurulması için çok çalışmıştır. 30 yıl sonra öldüğünde bu yörede büyük bir çoğunluk Mesih’e iman etmişti. Gregor’la ilgili şöyle bir söz vardır. “Gregor işe başladığında sorunlu olduğu bölgede sadece 17 tane Mesih imanlısı bulmuştu. Ama o öldüğünde sadece 17 pagan kalmıştı.” Antakya, İskenderiye ve daha küçük bir bölge olan Efes Mesih inancının çok yaygın olduğu merkezlerdi. Helenistik yaşam biçiminin yaygın olduğu yerlerde Mesih inancı daha çabuk ve kolay yayılmıştır. Özellikle Grekçe konuşulmayan Mısır’ın kırsal kesimleri gibi yerlerde yayılış daha yavaş olmuştur. Yine de 300’lü yılarında başında Kıpti kilisesi oluşmaya başlamıştır. Kuzey Afrika’da da çok erken bir dönemde kilise oluşmuştur. Özellikle Kartaca ve yakın bölgeler Roma’nın birinci derecede koloni kurma yerleri olduğu için bu bölgelerde yoğun bir şekilde Latince dili yayılmıştır. İkinci yüzyılın ortasında Kartaca’da doğan kilise babalarından Tertulyan ve aynı şehirde üçüncü yüzyılda episkoposluk görevindeyken idam edilen Cyprian aynı zamanda ünlü Latince yazarlardır. İspanya hakkında fazla bir bilgi mevcut olmasa da Hıristiyanlığın 200’lü yılların başında özellikle güney bölgesinde iyice oturmuş olduğu bilinmektedir. Gerçi bazı episkoposların ticarete yönelmiş oldukları ve bazı imanlıların da putperestlik, adam öldürme ve cinsel ahlaksızlık konularında ödün verdikleri ileri sürülmektedir. Ancak tüm bunlara rağmen İspanya Kilisesi Kuzey Afrika’daki kiliseden daha uzun ömürlü olmuştur ve Arap istilasına kadar ayakta kalmayı başarmıştır. Gaul bölgesi, yani bugünkü Fransa, Hıristiyanlığı doğrudan doğudan gelen bir etkiyle benimsemeye başlamıştır. 150 yıllarında özellikle Lyon ve Vienne kentlerinde önemli sayıda Mesih inanlısı vardı. Elçilerden sadece bir kuşak sonra yaşayan İzmirli İrenaeus 150 yıllarında Lyon’da kilise önderliği yapmıştır. 3.yüzyıl sonunda Fransa’nın kuzey bölgesinde, Ren nehri boyunca ve Britanya’da bile kiliseler bile oluşmuştu. Hıristiyanlık Roma imparatorluğu sınırları dışında da izleyiciler kazanmıştır. Bu bir yandan imparatorlukta bulunan inanlılarla ilişkide olan kimselerden ve bir yandan da ticaret yollarından dolayı gerçekleşmiştir. Güçlü kiliselerin olduğu Antakya ve Şam kentleri önemli birer ticaret merkezleriydi ve Mezopotamya bölgesindeki şehirlerle yakın ilişkileri vardı. Bu sayede 325 yıllarında Mezopotamya bölgesi ile çevresinde 20 kadar episkoposluk oluşmuştur. Bunlar Hazar Denizi’nden Bahreyn adalarına kadar olan geniş bir alana yayılmış durumdaydı. Bu dönemde bu yörede Grekçe dili yanında Süryani dili de yaygın olarak kullanılmaktaydı. Yaklaşık olarak 280 yıllarında Ermeniler devlet olarak Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Roma ile İran arasında bir nevi tampon bölgesi oluşturan Ermenilerin neden böyle büyük bir dönüş yaptıkları ile ilgili bir sürü efsanevi hikayeler anlatılmaktadır. Bu efsaneler yüzünden esas olup bitenler sanki bir sis perdesi arkasında örtülü kalmıştır. Ama bu kitle dönüşünün Aydınlatıcı Gregor adı ile tarihte bilinen bir kişinin yaşam ve müjdeleme eylemleriyle ilgili olduğunu bilinmektedir. Gregor Kapadokya’da sürgündeyken imanlı olmuş, Ermenistan’a dönünce inancını duyurmaya çalışmış, ama orada bir hayli zülüm görmüştür. Buna rağmen bir süre sonra Kral Tırdat Mesih’e iman etmiştir. Kralın desteğiyle halk hızla putperestlikten Hıristiyanlığa dönmüştür. Birçok kiliseler kurulmuş, hatta daha önce putperest tapınak olan yerler kilise olmuştur. Gregor Ermenistan’daki bütün bu kiliselerin başı olmuş ve soyundan gelenler de bu görevi sürdürmüşlerdir. Hatta Ermeni kilisesi günümüzde bile Gregorian olarak tanımlanmaktadır. Tarih boyunca buna benzer olaylar ve gelişmeler gerçekleşmiştir. Kabul görmüş bir liderin iman etmesi toplu değişimlere neden olabiliyordu ve o önderin uyguladığı kilise düzeni daha sonra bir halk, devlet ya da milletin özdeşleştiği bir inanç sistemi oluveriyordu. Aynı dönemde Karadeniz’in kuzey ve doğu kıyılarında da kiliseler oluşmuştur. O bölgelerdeki şehirlerin birçok Helen kentlerle ticaret bağlantıları vardı. Üçüncü yüzyıl sona ermeden İskenderiye’nin Arabistan’la olan bağlantısından dolayı o bölgede de Mesih izleyicileri bulunmaktaydı. Elçi Thomas’ın müjde’yi Hindistan’a kadar götürmesi ne kesin olarak ispatlanabilmiş ne de tatmin edici kanıtlarla yalanlanabilmiştir. Zaten Mesih döneminden önce Hindistan’la Helen dünyası arasında ticari ilişkiler bulunmaktaydı. Belki bu ticari yollar aracılığı ile de Mesih inancı oralara kadar ulaşmış olabilir. İlk Hıristiyan Şehitleri İstefanos’dan sonra ilk Hıristiyan şehit 60’larda Yakup’tur. Yakup’la aynı zamanlarda Petrus ve Pavlus da Roma’da imparator Neron tarafından öldürülmüşlerdir. Nasıl öldüklerine dair elimizde kesin bir bilgi olmasa da Petrus’un ters olarak çarmıha gerildiği, Pavlus’un da Roma vatandaşı olduğu için çarmıha gerilerek değil de kılıçla öldürüldüğü bilinmektedir. Geleneklere göre Petrus’un öldürüldüğü ve gömüldüğü yer Vatikan tepesidir ve bu yüzden de oraya bir kilise kurulmuştur. Yuhanna dışında diğer bütün elçiler çarmıha gerilerek ya da farklı şekillerde öldürülmüşlerdir. Sadece Yuhanna 90’lı yılların sonunda kendi yatağında Mezarı Efes’teki bazilikada bulunmaktadır. İlk Yüzyıllardaki Zulümler İlk 300 yıl boyunca imparatorluğun değişik yerlerinde yer yer şiddetli zulümler olmuştur. Yahudi inancı dışında tüm dinlerin arasında en çok şehit Hıristiyanlıkta verilmiştir. Ama İsa bunu söylemiş ve uyarmıştı. Luka 21:16-17 Anne babanız, kardeşleriniz, akraba ve dostlarınız bile sizi ele verecek ve bazılarınızı öldürtecekler. 17 Benim adımdan ötürü herkes sizden nefret edecek. 1.yüzyıldaki zulümler özellikle Yahudiler tarafından yapılmıştır. Daha önce de söylediğimiz gibi ilk olarak Sanhedrin tarafından İstefanos, Kral Herod tarafından da Yakup öldürülmüştü. Mesih’e iman edenlerin çoğunluğu Yahudilerdi. Bu da doğal olarak dindar Yahudilerin tepkilerine yol açmıştır. Başka milletlerden Mesih inanlıları sayıları arttıkça Yahudiler tarafından yapılan zulümler ve baskılar giderek aldı. Ama bunun arkasından paganların zulümleri başladı. İlk zamanlarda Roma çok büyük bir sorun çıkarmıyordu. Ama sonraları Roma imparatorluğu da Hıristiyanlar için tehdit oluşturmaya başladı. Yahudilik Roma imparatorluğu tarafından tanınıyor ve kabul ediliyordu. Hıristiyanlık’ta Yahudiliğin bir mezhebi gibi göründüğünden ilk zamanlarda Yahudilik şemsiyesi altında korunmayı başarmıştı. Fakat Mesihçiler günlük yaşamla ilgili birçok konuda ödün vermedikleri, putlara saygı göstermedikleri ve toplumdan ayrı kaldıkları için birçok suçlamalara maruz kalmışlardır. Bu tepkiler üzerine inanlılar dikkat çekmemek için toplantılarını gizli yapmaya başlamışlardır. Fakat bu da farklı suçlamalara neden olmuştur. Paganların dini törenlerine katılmadıkları için Mesihçilere tanrısız gözüyle bakıldı. Ama bu törenlerde genelde cinsel içerikli tapınmalar oluyordu ve bazen de bebekleri kurban ediyorlardı. Özellikle gece doğmuş kız çocuklarını ölmeleri için nehre bırakıyorlardı. Bu dönemdeki Hıristiyanlar arasındaki en önemli hizmetlerden birisi de ölüme bırakılan bu kız çocuklarını toplayıp evlatlık olarak alıp yetiştirmekti. Tabi ki bu kız çocukları için o dönemde bu şekilde ölümden kurtulup Hıristiyan bir ailede büyümek çok büyük bir şanstı. Toplumsal yaşama katılmadıkları için, ki bu her zaman putlara sunulan bir kurban, dini uygulamalar ve sıkça cinsel yolsuzluklar da içerebiliyordu, insan soyundan nefret etmekle suçlandılar. Aynı zamanda Hıristiyanlar festivaller, dini tatiller, bayramlar, sanatsal etkinlikler ya da gladyatör dövüşleri gibi toplu olarak yapılan eğlencelere de katılmıyorlardı. Çünkü genelde sanatın ya da sporun her dalında hep cinsellik kullanılıyordu. Tiyatro ya da resim olsun sanatın her dalında özellikle işlenen konu tanrıların ahlaksız ilişkileri idi. Gladyatörler sırf spor ya da eğlence olsun diye değersiz bir şekilde insanları öldürüyorlardı. Bu yüzden Hıristiyanlar gladyatörleri izlemeyi de ret ettiler. Aynı şekilde genelde diğer spor karşılaşmalarına da katılmıyorlardı. Çünkü toplu spor faaliyetleri çıplak olarak yapılıyordu ve bu tip faaliyetlerde özellikle eşcinsel ilişkiler çok fazla görülüyordu. Bütün bu cinsel rahatlığın ve sapkınlıkların yanında Roma imparatorluğunda evlenmek ve boşanmak da çok kolaydı. Ama Hıristiyanlar bu tür kolay evliliklere ve özellikle de boşanmaya karşıydılar. Hıristiyanlar için sadece ölüm ya da zina sonucunda boşanma olabiliyordu. Bazı Hıristiyanlar da savaşa karşı oldukları için tepki alıyorlardı. Hıristiyan olmadan önce Roma ordusunda asker olan bir kişi Mesih’e iman ettikten sonra savaşmayı ret edince ve bu tür kişilerin sayıları da gittikçe artınca çok büyük bir sorun yaratmaya başladı. Hatta bu yüzden Hıristiyanlar vatan haini olarak bile suçlandılar. Aynı zamanda Hıristiyanlar devlet içindeki düzeni de bozuyorlardı. Bazen bir köle Mesih’e iman ediyor ve kısa bir süre sonra kilisede önder olabiliyordu. Bir de kadın-erkek, köle-efendi herkesi eşit kılıyordu. Hastanelerde bile putperest rahipler iyileştirmeler yapıyorlardı ve iyileşme olduktan sonra putlara kurban sunmak gerekiyordu. Mahkemeler bile putlara sunulan kurbanlardan sonra açılıyordu. Devlet yıldız fallarına göre yönetiliyordu. Hatta bazen bir karar alınacağı zaman ya da yapılacak bazı işler için bir kuş kesilip ciğerine bakılır ya da başka bir fal metodu ile uygun olup olmadığı kontrol edilirdi. Okullarda ise eğitim tamamen putperest felsefelerle ve tanrılarla ilgiliydi. Çocuklarını bu tür okullara göndermek istemedikleri için Hıristiyanları cahil olmakla suçladılar. Aynı zamanda Hıristiyan öğretilerinin de kendi felsefelerinin yanında hiçbir şey olduğunu söyleyerek Hıristiyan felsefesini ve öğretisini hafife aldılar. Yahudilerin bir eşek başına ibadet ettiklerine inanlar bile vardı. Tabi ki Yahudilerin bir kolu olarak düşünüldüğü için aynı suçlama Hıristiyanlar için de yapıldı. İnanlılar ayrıca cinsel ahlaksızlıkla da suçlandılar. Kardeş öpücüğünden söz etmelerini ve birbirlerine kardeş demelerini ensest ilişkinin bir kanıtı olarak görmüşlerdir. İnanlılar gizli olarak sabaha karşı güneş doğmadan toplanıyorlardı. Bu yüzden insanlar çeşitli dedikodular yapmaya başladılar. Gece toplantılarında ışığı söndürüp orada bulunan herkesin rasgele birisiyle cinsel ilişkiye girdiğini ya da Rab’bin Sofrası’nda bebek kurban ettiklerini ve onun kanını içip etini yediklerini söylemişlerdir. Bu yüzden de Rab’bin Sofrası’nı bir yamyam töreni olarak düşünüyorlar ve hatta Hıristiyanlar kutsal çocuğun etini yemek ve kanını içmek için bir araya geliyorlar diye söylentiler yapıyorlardı. Bütün bunlara baktığımızda Hıristiyanlar anti-sosyal olarak karşımıza çıkmaktadır. Önceleri bu suçlamalar çok fazla sorun yaratmamış, ama imparatorluğun zor dönemlerinde Mesih inanlıların giderek artan çoğalmalarını bir tehdit olarak görmüşlerdir. Hıristiyanları Roma’yı bir zamanlar güçlendiren ve koruyan ilahlardan ayırdıkları için giderek artan felaketlerin baş sorumlusu saymışlardır. Önemli Zulüm Dönemleri Bu zulümleri iki gruba ayırabiliriz. Neron ile 64’te başlayan ve 250 yılına kadar devam eden zulümler ve 323’te Konstantin’in imparator oluşuyla sona eren bütün imparatorluğu kapsayan genel zulümler. Birinci gruptaki zulümler çok ağır olmasına rağmen her yerde ve sürekli değil de belli zamanlarda ve belli bölgelerde oluyordu. Klavdiyus (41-54) döneminde çok şiddetli olmasa da ilk olarak Yahudiler zulüm görmeye başladı. Yahudiler Roma imparatorluğundan atılıyorlardı. Tabi ki Hıristiyanlarda Yahudilerin bir mezhebi olarak düşünüldüğünden onlarla birlikte aynı zulmü yaşadılar. Elçilerin İşleri 18:2-3 Orada Pontus doğumlu, Akvila adında bir Yahudi ile karısı Priskila'yı buldu. Bunlar, Klavdiyus'un bütün Yahudilerin Roma'yı terk etmesi yolundaki buyruğu üzerine, kısa süre önce İtalya'dan gelmişlerdi. Akvila ile Priskila'nın yanına giden Pavlus, aynı meslekten olduğundan onlarla kalıp çalıştı. Çünkü meslekleri çadırcılıktı. Neron (54-68) tarihte deli imparator olarak bilinmektedir. Neron’un herhangi birinin gelip yerine geçeceği ve onu tahttan indireceği gibi bir paranoyası vardı ki bu nedenle hatta kendi annesini bile öldürtmüştür. Neron 64 yılında Roma yangınından sonra Hıristiyanlara karşı ilk büyük zulüm dönemini başlatmıştır. Bu yangında bütün şehir yanarken tek yanmayan yer Hıristiyanların yaşadığı bölge olunca paranoyak Neron yangını Hıristiyanların çıkardığını düşünür. Zaten halk da yangın yüzünden Neron’u suçladığı için Neron da suçlayacak birilerini arıyordu. Bu çok önemli bir noktadır. Çünkü bunun sonucunda suçlu bulunur ve böylece Hıristiyanlar için korkunç bir zulüm dönemi başlar. Hatta bu zulüm daha sonra Asya’ya kadar ulaşmış ve oradaki kiliseleri etkilemiş olabilir. Neron’un yaptığı zulüm o kadar mantık dışı ve kötüydü ki, sarayın bahçesinde verdiği partide meşale olarak çarmıha gerdiği Hıristiyanları kullanıyordu. Her ne kadar Roma’daki genel tutum gereği halk Hıristiyanlardan pek hoşlanmasa da bu kadarını da hak etmediklerini düşünüyorlardı. Zamanın ünlü tarihçisi Tacitus bile bu konuda Neron’u suçlamıştır. Domitian (81-96) kendini “Tanrı ve Egemen” diye tanımlamış ve kendine tapınmayı ret edenleri de ihanetle suçlamıştır. 80-110 yılları arasında özellikle Bitinya bölgesinde çok fazla Hıristiyan vardı ve bu bölgedeki bütün diğer putperest tapınaklar yıkılmıştı. Kimse artık putlara sunmak için kurban almıyordu. Bu dönemin Bitinya valisi olan Genç Pleni adalete çok önem veren bir adamdı ve gerçekten dönemi içinde çok iyi işler yaptı. Birisi Genç Pleni’ye Hıristiyanların isimlerinin bulunduğu bir liste gönderdi. Bunun üzerine Hıristiyanlığın yasal olmadığına karar veren Genç Pleni bütün Hıristiyanları toplayarak onlarla konuşmak istedi. Genç Pleni’nin toplattığı bu Hıristiyanlar dört farklı tepki vermiştir. Bir grup “Biz Hıristiyan değiliz” deyip inkar etmişlerdir. Bir grup ise “Evet ben Hıristiyan’dım, ama uzun zaman önce bıraktım”, diğer bir grup ise “Şu andan itibaren Hıristiyan değilim” demişlerdir. Birçokları ise Hıristiyan olduklarını kabul edip kesinlikle inkar etmemişlerdir. Vali Hıristiyanlarla ilgili bir mektup yazmış ve mektubunda Hıristiyanların da suçlanmamak için putlara kurban kesmesi ve İsa’ya lanet okuması gerektiğini söylemiştir. Pleni biliyordu ki, gerçek bir Hıristiyan bunu asla yapmazdı. Birçoğu Pleni’nin isteğini yapmadı ve bunun üzerine de idam edildiler. Hıristiyan olarak suçlanan bu kişilerin arasında Roma vatandaşları da vardı. Pleni bu kişileri Roma vatandaşı oldukları için yargılanmak üzere Roma’ya göndermiştir. Pleni adil bir vali olduğu için Hıristiyanlıkla ilgili davaları kendi incelemeye almıştır ve sonunda görmüştür ki suçlanan bu kişiler toplum içinde hiç bir suç işlemişlerdir. Bu kişilerin yaptığı şafaktan önce toplanıp İsa’ya Tanrı olarak şarkılar söyleyip tapınıyorlar ve daha sonra da birlikte yemek yiyorlardı. Aynı zamanda bu kişiler toplumda iyi bilinen insanlardı. Vali bu kişilerde sadece Hıristiyan olmalarından başka bir suç bulamamıştı. Bütün bu araştırmalardan sonra Pleni imparator Troyan’a bir mektup yazarak bu kişileri ne ile nasıl suçlaması gerektiğini sordu. Ya da sadece Hıristiyan olmaları suçlu olmaları için yeterli miydi? Troyan’ın bu soruya verdiği cevap çok önemlidir. Çünkü daha sonra birçok durumda bu politika yıllarca devam etmiştir. Troyan mektubunda şöyle söylemiştir: “Hıristiyanların arkasından koşmayın, onları aramayın. Çünkü onlar değerli değiller. Ama eğer birisi Hıristiyan olarak biliniyorsa o zaman ona Hıristiyan olup olmadığını sorun ve o kişi bunu kabul ederse o kişiyi yargılayın.” 100 yıl sonra imparator olan Tertulyan bu politikanın ne kadar kötü olduğunu görene kadar bu politika uygulanmıştır. İgnatius ve Policarp işte bu zulüm döneminde öldürülmüşlerdir. Hadrian (117-138) Hıristiyan diye suçlanamayanların korunması ve başkalarını yanlışlıkla bu iğrendirici suçlamayla kötüleyenlerin cezalandırılmasını emretmişti. Ama Hıristiyan olduğu kesin bilinenlerin ve gerçekten Hıristiyan olanların zulüm edilmesini yasaklamadı. Marcus Aurelius (161-180) en adanmış ve en iyi niyetli imparator olarak bilinmektedir. Günümüzde bile hala hikmetli sözleriyle bilinen ve hatta üniversitelerde hakkında dersler verilen adil, entelektüel ve hoşgörülü bir imparatordur. Kendisi aynı zamanda bir Stoacı filozof olarak da tanınmaktadır. Aslında belki de Marcus Aurelius’un Hıristiyanlara zulüm edildiğinden bile haberi yoktu, belki de sadece basitçe müsaade etmişti. Hıristiyanları imparatorluk için bir tehdit olarak görüyordu. Çünkü Hıristiyanlar düzene karşı davranıyorlardı. Onun döneminde çok kanlı zulüm dalgaları olmuştur. Marcus Aurelius dönemin yapılan zulmü daha iyi anlamak için stoacılığı iyi anlamak gerekmektedir. “Stoa” yunanca bir kelimedir ve direklere dayanmış açık bir dar uzun geçit, dehliz,koridor anlamına gelmektedir. Bazıları stoacılığı Hıristiyan bir felsefe olarak bile düşünüyor. Hatta stoacı filozof Seneca’nın Hıristiyan olduğunu söyleyenler var. Seneca’nın Hıristiyan olup olmadığı ile ilgili elimizde kesin bir bilgi yok ama kesinlikle bildiğimiz bir şey var ki o da stoacılığın Hıristiyanlıkla hiçbir alakası olmadığıdır. Bir yakınlığı olmadığı gibi stoacılık, Hıristiyanlıkla savaşmış ve birçok bakımdan Hıristiyanlığı etkilemiştir. Özellikle kilise babaları, ilk düşünsel savunmalarını stoacılığı karşı yapmıştır. Bu dönemde Hıristiyanlık savaşı kazanabilmek pahasına, ilkelerinden birçoğunu da stoacılığa bağışlamak zorunda kalmıştır. Kurucusu Kıbrıslı Zenon’dur (İ.Ö.336-264). Stoacılık kuşaklar boyunca işlenmiş ve gelişmiş bir öğretidir. Stoacılık halka inmemiş olmakla birlikte özellikle okur yazar aydın kesimi çok etkilemiştir. Dinsel kuralları, tapınma biçimleri, din adamları vardır. Bu düşünceye bağlı olanlar uzun sakal bırakırlar ve uzun mantolar giyerlerdi. Ana ilkesi doğa yasalarına boyun eğmek ve evrensel düzene uymaktır. Her türlü acılar, hastalıklar ve ölüm doğaldır, bunlara karşı kayıtsız kalmak ve sabırla katlanmak gerekir. Doğadan gelen her şeye boyun eğmeli, insandan gelen her şeye karşı koymalıdır. Doğru düşünen kişi doğallaşmış ve bundan ötürü de tanrılaşmış kişidir. İnsanın amacı da böylesine bir doğru düşünmeye varmak olmalıdır. Stoacı Epiktetos’un şu sözleri stoacılığı özetler: “Nasıl saat günün bir parçası ise ben de öylece bütünün bir parçasıyım. Saat gelir geçer, ben de gelir geçerim. Görevim elimde olanı yapmak ve geri kalanına kulak asmamaktır. Deniz yolculuğuna çıkarken gemiyi, kaptanı ve mevsimi seçerim. Bu benim işimdir. Yolda bir fırtına koparsa asla umursamam. Bu benim işim değildir. Kaptanı seçmek benim elimdedir, fırtınayla uğraşmaksa kaptanın elindedir. Bilgelik, bizim olanı ve olmayanı bilmek, ona göre davranmaktır....” Stoa öğretisi şudur: Doğru düşünmek. Doğru düşünmek iyi davranmakla mümkündür ve felsefe doğru düşünmeyi öğreten bir yaşama bilimidir. Amaç iyi yaşamaktır ve bilgiler iyi yaşamak için gereklidir. İyi yaşamaksa titizlikle sınırlandırılmış bir ahlakla mümkündür. Doğru düşünen kişi için bu ahlakın tek ölçüsü doğadır. Öyle ise doğanın davrandığı gibi davranmalı ve asla doğaya karşı koymamalıdır. Doğalaşan bilge kişi, bir kaya parçasının mutluluğuna erişmiştir. Bir kaya parçası ne olduğunu bilir ve doğanın içinde başka bir şey olamaya çalışmaz. Sadece bir kaya olarak görevini yerine getirir. Doğal kişi de düzen içinde yerini ve görevini bilmelidir. Stoacılık doğaya uygun davranmak olarak tanımlanabilir. Doğaya uygun davranmak, akla uygun davranmak ve dolayısıyla insanın kendi kendisine uygunluğudur. En doğru seçen, sabırla katlanan, en ölçülü ve en adaletli paylaştırıcı doğadır. Mutluluk bilgelikte, bilgelik doğaya uygun davranmaktadır. Bilge kendi kendine yeterlidir. Doğaya uygun davranan bir bilge mutluluğa erişmiştir. Artık onu hiçbir şey yıkamaz ve sarsamaz. Doğa bilgisi insana yaşamak ve mutlu olmak için en doğru ölçüyü verecektir. Doğa seni nereye koyduysa, ne yapman gerektiğini söylüyorsa onu yapmalısın. Bütün düzen içinde herkesin ve her şeyin bir yeri vardır. Kişiye düşen görev ise olduğun yerde yapabildiğinin en iyisini yapıp sabırla dayanmaktır. Kişi olması gereken yerde olmuştur. Eğer bir köle isen iyi bir köle olmalı ya da bir imparator isen iyi bir imparator olmalısın. Marcus Aurelius da stoacı bir imparator olarak bu ilkelere uydu ve iyi, imparatorluk yükünü taşıyan bir imparator oldu. Oldukça vicdan sahibiydi. Kaprisli değildi. Düzenin içinde onun görevi imparatorluktu ve o imparatorluğu oynuyordu. Stoacılıktaki en büyük günah olduğun yerdeki görevini yerine getirmeyerek doğal düzeni bozmaktı. İşte Hıristiyanlarla olan sorun burada başlıyordu. Çünkü Hıristiyanlar düzene uymuyorlar, düzeni bozuyorlardı. Hıristiyanlar kölelerine kardeş gibi davranıyorlar ve hatta kölelerini salıveriyorlardı. Bazen bugün köle olan biri imanda gelişip bir süre sonra kilse önderi olabiliyordu. Hıristiyanlık Marcus Aurelius’un inandığı her şeyi tehdit ediyordu. Bu yüzden de Marcus Aurelius döneminde Hıristiyanların katledilmeleri bir tesadüf değildi. Kendisi bir stoacı olduğu için bu zulmü destekliyordu. Böyle olunca da Hıristiyanlar için bu dönem zor bir dönem oldu. Birçok şehitler verildi. Bunlardan bir tanesi de Justinus’dur. Bir de bu dönemde yaşamış ve bu zulümden etkilenmiş olan dul Felisita ve yedi oğlu vardı. Bu kadın kilisede hizmet ediyor ve özelikle de fakirler için çalışıyordu. Yaşadığı yerde yardımseverliği ve iyi özellikleri ile tanınıyordu. Bir gün putperest bir rahip onun Hıristiyan olduğundan şüphelenip ona Hıristiyan olup olmadığını sormuştur. O dönemdeki politikayı hatırlarsanız eğer Hıristiyan olduğundan şüphelendiğiniz bir kişiye sorduğunuzda o bunu kabul edip itiraf ederse o zaman onu yargılayabiliyordunuz. Felisita’da da Hıristiyan olduğunu itiraf etmiş ve yedi oğlunun da Mesih’e sadık kalmaları için onları teşvik etmiştir. Felisita yargılama sırasında kendini yargılayanlara şöyle söylemiştir: “Eğer beni öldürürseniz ölümümle ben sizi daha da fazla yenmiş olacağım.” Yargılama bittikten ve yedi oğluyla birlikte suçlu bulunduktan sonra uygun cezanın verilmesi için sorgulamanın raporları Marcus Aurelius’un kendisine gönderilmiş ve o da hepsinin farklı yerlere gönderilip oralardaki farklı tapınaklarda farklı putların önünde öldürülmelerini istemiştir. Bu dönemde birçokları işkence gördükleri ve öldürüldükleri halde “Hıristiyan’ım” demeye devam etmişlerdir. Bazen de onları öldüren kişiler onların imanlarından etkilenmeye ve imana gelmişlerdir. Hatta 40 şehitler diye bilinen Hıristiyanlar Sivas civarında buz gibi havada kıyafetleri çıkartılıp buz gibi suya atılarak öldürülmüşlerdir. Bu olay sırasında 40 kişiden sadece biri Hıristiyan olduğunu inkar edip sudan çıkmıştır. Bu kişinin yerine orada bekleyen Romalı askerlerden biri iman edip elbiselerini çıkarıp gölden çıkan kişiye giydirip kendisi suya girmiştir. Ama Aurelius’un oğlu Commodus’un (180-192) Hıristiyan olan Marcia adında çok sevdiği bir cariyesi vardı. Bu kadın sayesinde Roma’daki kilise birçok yönden rahata kavuşmuştur. O dönemdeki zulümler çok kanlı da olsa yine de kiliseyi zayıflatmayı başaramadığı gibi tam tersi kilise için çok büyük bir reklam olmuştur. Septimus Severus (193-211) imparatorluğunun ilk dönemlerinde Hıristiyanlara çok yakın davranmış, sarayında birçokları için iş sağlamış, hatta oğlu Caracalla’nın bakımını Hıristiyan bir hemşireye vermiştir. Ama 202 yılında Hıristiyan inancına geçiş yasaklanmış ve yer yer zulümler başlamıştır. Origen’in babası da bu zulüm dalgasında öldürülmüştür. Hatta annesi Origen’i gizlememiş olsaydı bu önemli Hıristiyan düşünürü de ölmüş olacaktı. Bu zulüm sırasında İskenderiyeli Klement kurtulmayı başarmış, ama İrenaeus kurtulamamıştır. İmparator değiştikçe siyasette değişiyordu. Septumyus Severus 202 yılında Hıristiyanlara karşı Sol İnvectus yani fethedilmeyen oğul anlamına gelen yeni bir yasa çıkarıyor ve bu yasaya göre istediğin her şeye inanabilirsin ama, diğer inancın ne olursa olsun tek şart imparatora kurban sunmak ve tapınmaktı. İmparatora tapınmak kaydıyla herkes inancında özgür olabilirdi. Tabi ki bu herhangi bir putperest için önemli olmayabilirdi. Ama tek Tanrı’ya inandıkları için Hıristiyan ve Yahudiler için çok önemliydi. Severus gerçek Hıristiyan ve Yahudilerin asla ikisine aynı anda tapınmayacaklarını biliyordu. Aslında bu yasanın amacı Hıristiyanları öldürmek değildi. Çünkü Hıristiyanlar şehit edilirken daha çok insanın Hıristiyan olduklarını görüyorlardı. Bu yüzden de bu yasa ile Hıristiyanları öldürmek yerine işkence yoluyla imparatora tapınmalarını sağlamaya çalışıyorlardı. Bu dönemde işkence edilerek öldürülen isimler arasında en ünlü şehitler Perpetua ve Felicitas’dır. Perpetua ve Felicitas’ın Montanist oldukları tahmin edilmektedir ve o dönemde onların hikayelerini Tertulyan Perpetua’nın ağzından yazmıştır. 203’te bu kişiler birlikte çalışan 17-18 yaşlarında 5 öğrenciydiler ve vaftize hazırlanıyorlardı. Daha çok böyle vaftize hazırlanan genç kişileri seçiyorlardı. Perpetua zengin ve genç bir bayandı. Emzirdiği küçük bir bebeği vardı. Felicitas ve Rebekatus köleydiler. Onların yanında da Saniminus ve Sekondulus adında iki genç adam daha vardı. Severus’un yasası uyarınca Perpetua yakalandığında babası onu kurtarabilmek için inancını reddetmesini istemiştir. Ama Perpetua babasına her şeyin bir adı olduğunu ve olduğundan başka bir ad vermenin de hata ve gereksiz olacağını söylemiştir. Benim adım Hıristiyan ve bunu değiştiremem. O günlerde bu tip davalarda yargısal süreç çok uzun sürüyordu. Zaten amaçta buydu. Hapis ve işkence süresini uzun tutarak insanları bezdirip, korkutarak imanlarından vazgeçmelerini sağlamaktı. Felicitas hapisteyken hamileydi ve hamile olduğu için ona acıyıp arkadaşlarıyla birlikte onu şehit etmeyeceklerinden, bağışlanmaktan korktuğu için dua ediyordu. Çocuğunu 8.ayda doğurdu ve böylece arkadaşlarıyla birlikte şehit olabilmiştir. Doğan bebeği de başka bir Hıristiyan aile evlat edinmiştir. Doğum sırasında hapishanede bağırırken gardiyanlar bu acıya dayanamıyorsan nasıl arenadaki hayvanlara dayanacaksın diye sorduklarında onlara şimdi çektiğim acılar bana aittir, ancak arenada acı çekerken benim içimde acı çekecek başka biri daha olacak. Çünkü ben onun için acı çekiyor olacağım demiştir. Önce üç erkek arkadaş arenaya çıkarılmıştır. İkisi hemen ölmüş, ama Sekondulus’a hayvanlar saldırmak istememişlerdir. Hatta hayvanlar yerlerinden bile çıkmamışlar ve onları yönlendirmeye çalışan askerlere saldırmışlardır. Sekondulus kendisini bir leoparın öldüreceğini söylemiş ve bu gerçekleşmiştir. Sonunda Felicitas ve Perpetua arenaya çıkarılmış ve onlara azgın bir ineği saldırtmışlardır. İnek onları oradan oraya sürükledikleri halde iki kadın ölmemişler ve kanlar içindeki Perpetua arenanın ortasında kanlar içinde ölüme gitmeden önce saçlarını toplamak için izin istemiştir. Çünkü o dönemde saçların dağınık olması yaslı olmayı ifade ediyordu. Perpetua insanların onun yas tuttuğunu düşünmesini istememişti. Perpetua tam aksi o günün kendisi için sevinç dolu bir gün olduğunu söylemiştir. Daha sonra saçlarını toplamış ve arkadaşına esenlik öpücüğü verdikten sonra da kılıçla öldürülmüşlerdir. [2] Maximinus Thrax (235-238) Hıristiyanların bir süre kavuştukları rahatı keskin bir şekilde sona erdirmiştir. Ne var ki zulümcü Sezar’ın iktidarı kısa sürmüştür. Bu dönemden sonra imparatorlar giderek devletin doğu kesimlerinden çıkmaya başlamışlardır. Artık Eski Roma’nın geleneklerini önemsemiyorlardı. Özellikle 3.yüzyılın ilk yarısında kiliseler dolmaya başlamıştı. Çünkü dönemin belirsizlikleri insanları sabit bir değere çekiyordu. Ayrıca Hıristiyanlık herkese hitap edebiliyordu. Felsefe sadece eğitilmiş ve aydın kişiler için uygunken Hıristiyanlık ise eğitimsiz, eğitimli ayrımı yapmıyordu. Gizemli kültlere katılmak ise çok pahalıya çıkıyordu. Hıristiyanlık ise yoksulu da zengini de bağrına basıyordu. Bazı inançlar ise kapılarını sırf erkeklere açarken Hıristiyanlık ise kadın, erkek, çocuk demeden herkese kollarını açıyordu. İnsanların Mesih’e gelmelerinin tıpkı bugün gibi farklı nedenleri vardı ve Hıristiyanlık toplumun her ferdine hitap ediyordu. Hıristiyanlar yaklaşık 50 yıllık bir huzura kavuşmuşlar hatta, artık zulümlerin bittiğini bile düşünmüşlerdir. Artık aristokratların içinden de daha çok Hıristiyan’a rastlanmaya başlanmıştı. Artık insanlar şehitlerin hikayelerini anlatıyorlar ve şehitleri çok üstün görüyorlardı. Hıristiyanlara yapılan eski suçlamaların bittiğini ve artık o zamanların geçtiğini düşünmüşlerdi. İmparatorlukta artık zulmü hiç bilmeyen ve hatırlamayan yeni bir nesil oluşmuştu. Ne var ki Hıristiyanlığın zaferli ilerleyişi 250’de birden ve keskin bir şekilde durdurulmuştu. Decius (249-251) imparatorluk sınırları içerisindeki herkesi Roma tanrılarına sunu sunmaya zorladı. Decius, geleneksel bir Romalıydı ve eski gelenek göreneklere ve Roma tanrılarına tapınmayı önemsiyordu. Bu kurbanı sunan herkese resmi bir belge veriliyordu. Bunu yapmayı kabul etmeyenlerde öldürülüyorlardı. Bazı Hıristiyanlar ihanet ettiler. Kimisi ise rüşvet vererek bu belgeyi almaya çalıştılar. Birçokları Origen ve Yeruşalim episkoposu gibi hapse atılıp öldürüldüler. Bazıları hemen idam edildiler, bazıları ise Cyprian gibi kaçtılar. Ama Decius’un iktidarı çok uzun sürmedi. Gotlarla yaptığı bir savaşta 251’de öldü. Bu dönemde Roma imparatorluğunun başı dertteydi. Kuzeyden Galler, doğudan Persler saldırıya geçmişti. Ekonomik sorunlarda giderek büyüyordu. Eğer Kuzey Afrika ve Akdeniz ülkelerinden de yeterince buğday gelemezse o zaman çok daha iç sorunlar ayaklanmalar çıkacaktı. Bu zorluklar yüzünden Decius bir şeyleri yanlış yaptığını düşünmeye başladı. Roma’da eski tanrılara tapılırken Roma doruk noktasındaydı. Bu tanrıları unuttukları için Roma bu hale gelmişti. Biz onları unuttuk, onlar da bizi unuttular diye düşünüp tekrar eski tanrılarına döndüler. Tabi ki Hıristiyanlarda yine kurban sunma noktasında takıldılar. Ancak bu kez bir de vatan hainliğiyle suçlanıyorlardı. Bu zulüm de yine Severus döneminde olduğu gibi metot işkenceydi. Hıristiyan oldukları bilinen ve tanrılara kurban kesip tapınmayı ret eden kişilere Hıristiyanlıktan vazgeçene kadar işkence ediliyor, eğer vazgeçerlerse yaşamalarına izin veriliyordu. Ancak Romalılar yeni işkence tarzları bulmakta çok ustaydılar. Öyle işkence yöntemleri vardı ki uzun süre öldürmeden işkenceye devam edebiliyorlardı. Gallus (251-253) zulmü yer yer devam ettirmiştir. Özellikle bu dönemde çok büyük bir veba salgını olmuştu. Halk bu salgından kurtulmak için tanrılara koşarken Hıristiyanlar bunu yapmadığı için suçlandılar. Kayıtlara göre bu zulümler yine de kiliseleri zayıflatmaya yetmemiştir. Valerian (253-260) döneminde Mesih karşıtı fırtınası yeniden ve daha şiddetli kopmaya başlamış, fakat Persliler tarafından yakalanınca zulüm uzun sürmemiştir. İktidarının ilk yıllarında Valerian’ın Hıristiyanlara karşı samimi olduğu ve hatta bazılarını evinde bile çalıştırdığı söylenmektedir. Ama birdenbire ani bir tutum değişikliği olur ve buna danışmanlarının neden olduğu tahmin edilmektedir. Hastalıkların ve düşman saldırılarının nedeninin Hıristiyanların Roma ilahlarına sırt çevirmeleri olduğunu söylediler. 257’de Roma’nın her yerinde tekrar şiddetli bir zulüm dalgası görülmüştür. Ama bu seferki hedef özellikle kilise önderleri, gözetmenler ve hizmet edenlerdi. Kimileri tutuklanmış, kimileri köle olarak satılmış, kimileri ise öldürülmüştür. Daha önceki zulümde kaçan Kuzey Afrika Kilisesi önderlerinden Cyprian’ın ise bu kez başı kesilmiştir. Birçok kişilere de çeşitli işkenceler yapılmıştır. İspanya episkoposu iki diyakonu ile birlikte bir tiyatro sahnesinde bir şişe takılarak kızgın korlar üzerinde kızartılarak ölene kadar işkence yapılmıştır. 260’ta Valerian Persler tarafından kaçırılana kadar bu korkunç zulüm dönemi devam etmiştir. Onun yerine geçen oğlu Gallerius babasının siyasetini izlememiş, tam tersi Hıristiyanlara her yönden kolaylık sağlamıştır. Bu da Hıristiyanlar için yaklaşık 40 yıllık bir huzur dönemi olmuştur. Sonraki yıllarda yer yer hafif şekillerde zulümler devam etmiştir. o yıllardaki Hıristiyanların sayısı kesin olarak bilinmese de %5 ile %50 arasında tahmin edilmektedir ki bu da hiç az bir rakam değildir. 303 yılında ise Dioklation o güne kadarki en korkunç zulüm dönemini başlatmıştır ve bir ferman ile kilise binalarını yıktırmış, Kutsal Kitap’ları yaktırmıştır. On yıl boyunca Britanya’dan Arabistan’a kadar imparatorluğun her köşesinde işkence ve zulüm devam etmiştir. Hatta Hıristiyanların yoğun olduğu doğu illerinde ise zulüm 323’e kadar sürmüştür ve yer yer toplu katliamlara kadar gitmiştir. Bu zulümler sırasında Hıristiyanların yaşadığı bilinen bazı kasabaların toplu olarak ateşe verildiği bile olmuştur. Dioklation imparatorluğun çok büyük olduğundan dolayı id****inin zor olduğunu düşünerek farklı bir sisteme geçmek istemiştir. Çünkü imparator zamanın çoğunu sınırda askerlerin başında savaşta olmak zorundaydı. Eğer imparatorun yerine askerlerin başında başka bir komutan olursa ve o komutan büyük bir zaferle bir kahraman gibi Roma’ya dönerse imparatoru tahttan indirebilirdi. Bütün bu zorluklardan dolayı Dioklation imparatorluğu doğu ve batı olmak üzere ikiye bölmüştür. Ama bu iki parçada iki imparatorla birlikte iki de yardımcı imparator olacaktır. Kendisi doğu parçasını almış ve başkenti de Nikomediya’da kurmuştur. Yardımcı imparator Gallerius ise Yunanistan ve Balkanlar’ın yönetimini almıştır. İmparatorluğun batı kısmında da başkent yine Roma olmak üzere Maxentius imparator olmuş ve Konstantinus Klorus da yardımcı imparator olarak Britanya, Galler ve İspanya bölgelerini almıştır. Konstantinus Klorus Konstantin’in babasıdır. Dioklation’un imparatorluğunun ilk dönemlerinde Hıristiyanlar için hiçbir sorun yoktu. Dioklation’un Hıristiyanlarla hiçbir sorunu olmadığı gibi zaten kendi eşi ve kızı da Hıristiyan’dı. Kimse de herhangi bir sorun çıkacağını düşünmüyordu. Ama Dioklation’un yardımcı imparatoru Gallerius Hıristiyanları hiç sevmiyordu. Bu yüzden de Dioklation dönemindeki korkunç zulüm Roma ordusu tarafından Balkanlarda başlatılmıştır. Gallerius’un Hıristiyanlarla ilgili sorunu ordudaki Hıristiyanların savaşmayı reddetmesi üzerine başlamıştır. Gallerius Dioklation’dan ordudaki bütün Hıristiyan askerleri kovmasını istemiştir. Bazı komutanlar da askerlerinin çoğunu kaybedecekleri için Gallerius’un bu isteğine çok kızmışlardır. Sonunda çareyi askerleri imanlarından vazgeçmelerini sağlamakta bulmuşlardır. Bunu yapabilmek için de yine eski yönteme geri dönerek Roma tanrılarına kurban sunmalarını istemişlerdir. Bunun sonucunda da öncelikle Roma ordusunda birçok asker öldürülmüştür. Bu idamlardan sonra zulüm giderek imparatorluğun değişik yerlerine yayılmaya başlamıştır. |
![]() |
![]() |
Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir) | |
|
|
![]() |
||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Kriminolojinin Tarihi | KoJiRo | Eskiler (Arşiv) | 0 | 10-28-2007 10:02 AM |
Anaforun Tarihi | GooD aNd EvıL | Eskiler (Arşiv) | 0 | 10-27-2007 07:01 PM |
06/01/07 - Tarihi davada tarihi karar | Spy_MasteR | Eskiler (Arşiv) | 0 | 06-01-2007 04:42 PM |
Çin tarihi. | lennon | Eskiler (Arşiv) | 7 | 04-22-2007 06:30 PM |