![]() |
|
![]() |
#1 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3012
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() B. Meslek seçimi
Meslek seçimi süreci bireyin gerçek işini seçiminden çok önce başlar. Meslek seçimi, sadece varolan işler arasında en uygununa karar vermekten ibaret değildir. Bireyin geçmişi ve temelleri, rol modelleri, deneyimleri, ilgileri ve kişiliği meslek seçimini etkileyen en önemli etkenlerdir. 1) Bireysel temeller: Toplumsal sınıf, etnik köken, cinsiyet, zeka gibi karmaşık etkenler bireyin meslek seçimini etkilerler. Bu etkenlerin etkileşimi, bireyin evlenmesinde olduğu gibi, iş seçimini ve şansını etkiler. Söz gelimi, kadınların mesleğe yönelmesinde cinsiyetin, zencilerin iş bulmasında ırkın engelleyici bir etken olduğu, buna karşılık yüksek sosyoekonomik düzeyin, yaratıcı zekanın olumlu bir rol oynadığı bilinmektedir. Tablo 15 Sanayide Ücret Eşitsizliği Düz Sanayi İşçilerinin Brüt Ortalama Saat Ücretleri (Endeks: Erkekler = 100) Ülkeler Yıllar Almanya Fed. Cumhuriyeti 1972 (69,65), 1975 (72,55), 1977 (72,81), 1978 (73,02), 1979 (72,69), 1980 (72,63), 1981 (72,78) Fransa 1972 (78,67), 1975 (78,47), 1977 (77,43), 1978 (78,32), 1979 (78,29), 1980 (78,28), 1981 (79,48) İtalya 1972 (76,29), 1975 (79,71), 1977 (84,64), 1978 (83,06), 1979 (84,12), 1980 (84,13), 1981 (84,87) Hollanda 1972 (64,64), 1975 (72,41), 1977 (73,48), 1978 (73,49), 1979 (72,29), 1980 (73,27), 1981 (72,64) Belçika 1972 (68,42), 1975 (71,52), 1977 (70,98), 1978 (70,73), 1979 (70,27), 1980 (70,25), 1981 (71,59) Lüksemburg 1972 (62,50), 1975 (63,19), 1977 (65,02), 1978 (63,55), 1979 (61,88), 1980 (64,71), 1981 (63,35) İngiltere 1972 (60,26), 1975 (67,91), 1977 (71,60), 1978 (69,89), 1979 (70,83), 1980 (69,65), 1981 (69,96) İrlanda 1972 (-), 1975 (60,94), 1977 (62,13), 1978 (64,10), 1979 (66,96), 1980 (68,70), 1981 (67,20) Danimarka 1972 (-), 1975 (84,31), 1977 (86,50), 1978 (86,14), 1979 (86,36), 1980 (86,05), 1981 (85,76) Yunanistan 1972 (-), 1975 (69,86), 1977 (68,36), 1978 (68,00), 1979 (68,00), 1980 (67,38), 1981 (66,65) Kaynak:Avrupa Dergisi, No: 93, 1984. 2) Rol modelleri: İnsanlar mesleklerini çoğunlukla o meslekten birisiyle özdeşleşerek seçerler. Rol modeli olan kişi geleneksel toplumlarda baba ya da amcadır. Ancak, günümüzde kitle iletişim araçları bireye yakın çevresinde bulunmayan rol modellerini de iletmektedir; böylece bir gencin kendi temel özelliklerinin dışında olan birini model alması da olanaklı olmaktadır. 3) Deneyim: Bir insan mesleğini daha önce yaşadıklarına göre de seçebilir. Ağabeyi öldürülen birinin polis olmayı, büyükbabasının evi yanan birinin itfaiyeci olmayı istemesi gibi. Burada da yaşıtlarınınkinden farklı bir mesleği özel bir deneyim sonucu seçmek sözkonusudur. 4) İlgiler: Gerçekten seçme şansı varsa, bireyin ilgileri, tercihleri ve değerleri meslek seçiminde önemli bir rol oynar. Örneğin psikologlar ya da özel eğitimciler insanları anlamaya ve onlara yardım etmeye ilgi duyan kişilerdir. Ancak bu ilgi bireysel farklılıklara göre değişik mesleklerde de anlatım yolunu bulabilir. Genel olarak bir insanın ilgileri kısmen deneyimlerini, kısmen de rol modellerini yansıtır; aynı zamanda, geçmişteki başarılarını ve yeteneklerinin ne olduğuna ilişkin kanısını da dile getirir. 5) Kişilik: Meslek seçimi birey ile işi arasındaki uygunluğu da yansıtır. Yetişkinlerde kişilik özellikleri ile çeşitli işlerin özellikleri arasındaki ilişkiyi soruşturan pek çok araştırma yapılmıştır. J. L. Holland'ın iş ve meslek seçimi kuramında kişilik farklılıkları en önemli yeri tutmaktadır; bu kuramda altı temel kişilik boyutu uygun meslek seçimleriyle ilişki içindedir. Temel boyutlara sahip (gerçekçi, araştırıcı, sanatsal, toplumsal, geleneksel, girişimci) kişiler bunlarla bağdaşan mesleklere yönelirler. Örneğin, bir çiftçi hem gerçekçi (güçlü ve pratik), hem de gelenekseldir (yapılanmış etkinlikleri yeğler). Meslek ile kişilik uyuştuğunda insan doyum bulur, işini sürdürür ve mesleğinde ilerler. Sonuç olarak, meslek seçiminin çok karmaşık birtakım etkenlerin etkileşimine bağlı olduğu söylenebilir. Meslek seçiminin ergenlik sonlarında ya da genç yetişkinlikte tek bir karar sonucu yapıldığı yolundaki geleneksel görüş, bugün yerini meslek seçimi ve gelişiminin yetişkinlik boyunca sürdüğü görüşüne bırakmıştır.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3012
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() C. Meslek Örüntüleri
Meslekler arasında büyük farklılıklar oIduğu gibi, meslek örüntüleri arasında da önemli farklılıklar vardır. Söz gelimi, belirli ilerleme basamakları olan ve bireyin başarısı ölçüsünde bu basamakları tırmandığı bir iş düşünelim. Bu örüntü, düzenli bir ilerleyişle statü merdiveninde dikey bir tırmanmayı belirler, çoğunlukla da aynı yerde uzun yıllar çalışmayı gerektirir. Şimdi de, bireyin yaptığı işlerin sırasal bir örüntüsünün olmadığı düzensiz bir iş geçmişini düşünelim. Bu durumda, işlevsel olarak birbirine benzeyen işlerde statü sağlayan ne dikey ne de yatay bir ilerleme vardır. Wilensky, bu ölçütleri iş geçmişlerini çözümlemede kullanmıştır. Wilensky, meslek yaşamında (kariyer) düzenli grubun düzensiz gruba oranla işte ve iş dışında daha çok toplumsal etkileşim gerektirdiğini söylemektedir. Sonuç olarak, insanın çalıştığı iş kategorisinin düzenli ya da düzensiz olması onun toplumsal yaşamını da büyük ölçüde etkilemektedir. Öte yandan, insanla meslek arasındaki etkileşimi belirleyen başka etkenler de vardır. Bu etkenler, güdülenme, (para, statü, hizmet, yaratıcılık vb.) ve doyum kaynaklar (para, statü, başarı, ün, vb.)dır. Böylece, doktorluk, mühendislik gibi potansiyel olarak düzenli meslekler, güdüleri ve doyumları gibi değişik etkenlerle diğer düzenli mesleklerden ayrılırlar; bu özel düzenli mesleklerin farklılıkları benzerliklerinden önemlidir. Meslekte ilerlemenin diğer bir türü de, düzenli mesleklerde bireyin oldukça ani ve önemli iş değişikliği yapmasıdır. Bu değişikliğin nedeni, iş sıkıntısından daha doyurucu bir işle kurtulma çabası ya da başarı sonucu yeni olanaklar yaratma isteği olabilir. Bu ani değişiklik düzensiz iş örüntüsünden farklıdır, çünkü düzenli bir sistem içindedir ve en fazla iki değişikliği içerir (başarılı yöneticinin şirket değiştirmesi gibi). Bu tür değişiklik yapan kişiler, yalnızca düzenli işlerde çalışanlardan, daha çok risk alma yeteneği, güvensizliğe karşı koyma gücü ve zorluklarla başa çıkabilme kapasitesi ile ayrılırlar. Öte yandan, bu değişiklik bireyin meslek (kariyer) gelişiminde bir bunalımı da ortaya koyabilir. Aile yaşamı döngüsünde olduğu gibi meslek yaşamı döngüsünde de bunalım noktaları önemli bir rol oynarlar.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3012
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() D. Meslekte Dönüm Noktaları
Gelişimsel açıdan meslek yaşamında bunalım noktaları ya da dönüm noktaları vardır. Bu noktalar düzenli mesleklerde daha belirgindir; düzensiz mesleklerde ise her işten ayrılma ve yeni işe girme bir bunalım noktası sayılır. Düzensiz mesleklerde her yeni iş yeni bir uyum ve yeni bir toplumsallaşma süreci demektir. Üstelik, düzensiz mesleklerde birey ya yaşı ilerlediği ya da artık yaptığı iş otomatikleştiği için, aynı türden iş bulamazsa, düzenli işte zorunlu emekliliğin neden olacağı türden bir bunalımla karşılaşır. İş döngüsünde ilk dönüm noktalarından biri, bir işe girme'dir. Bu süreç, meslek seçimi sürecinin sonu, aynı zamanda yetişkinlik yaşamının başlangıç noktasıdır. Birey işin gerektirdiği rolleri tanıyarak şimdi gerçek işe girer, artık işin gerçek gerekleriyle, beklentileriyle ve ödülleriyle karşı karşıyadır. Bu etkenler büyük olasılıkla bireyin daha önceki ideal beklentileriyle çatışacak ve birey bu nedenle bir çatışma yaşayabilecektir. Bütün mesleklerde bireyler yeni işlerinin gerçek gerekleriyle yeniden toplumsallaştırılır ve bir uyum döneminden geçerler; bu arada işin ilk haftaları ya da aylarında duygusal bir rahatsızlık da yaşarlar. Bu yeniden toplumsallaşma sürecinde birey yeni bir "benlik" geliştirmektedir. Kendisi karşısında başkalarının (işveren, iş arkadaşları, müşteriler) rolünü alarak kendisinden beklenen rol davranışını öğrenmektedir; aynı zamanda kendisini bu rolde görür ve bu rolde tepki verir. Eğer içsel benlik ile işteki benlik arasında büyük farklılıklar varsa, birey işteki benliği içsel benliği doğrultusunda değiştirmeye çalışır, bunu yapamazsa yaşanan bunalım da o oranda artar. Birey işe girmesiyle geçirdiği toplumsallaşma sürecinde işin gerekleri ve değerleri doğrultusunda bir benlik geliştirir ve bunu içsel benliğine de uygun hale getirmeye çalışır (D.C. Kimmel, 1974). İş döngüsündeki diğer önemli bunalım ya da dönüm noktaları orta yaşlarla ve emeklilikle ilgilidir; bunlar ilgili bölümlerde ayrıntılı biçimde ele alınacaktır.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3012
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() 4. Toplumsal Çevre, İlişkiler ve Katılım
Genç yetişkinlikte önemli bir gelişim boyutu da, aile ve iş ilişkileri yanısıra ortaya çıkan toplumsal ilişkiler ağıdır. Toplumsal ilişkiler ağı bireylerin ve ailelerin koşullarına göre değişiklik gösterir. Örneğin, Amerikalı yetişkinler cinsiyetlerine, yaşlarına, evlilik durumlarına ve sosyoekonomik düzeylerine göre geniş toplumsal etkinliklere girerler. Bu etkinlikler, halk eğitimi uğraşlarını, dinsel uğraşları, okulla işbirliğine girmeyi, siyasal etkinlikler düzenlemeyi içerir. Evlilik öncesinde ve evliliğin ilk yıllarında erkek ve kadının toplumsal katılımı birbirine benzer, benzemediği durumlarda da daha çok kadınların seçimi ağır basar. Çocukların küçük olduğu yaşlarda çocuk merkezli etkinlikler öncelik taşır. Orta yaşlarda kadının etkinlikleri aile merkezli olurken, erkeğinki iş merkezli olma eğilimindedir. Katılımların farklılığına karşın, erken yetişkinlikte başlayan ve güçlü bir biçimde orta yaşa doğru ilerleyen gelişimsel bir değişimden söz edilebilir. Bu değişim, fiziksel güç etkinliklerinden kişilerarası ilişkiye ağırlık veren etkinliklere doğru olmaktadır. Gelişimsel açıdan, insanın büyümesi ve olgunlaşması, anababadan -aileden- koparak yeni insan ilişkilerine girmesi ve giderek toplumsal katılıma yönelmesi demektir. Bu gelişimin temelleri, çocuğun mutlak bağımlılığı evresinden sonra, ergenin bağımsızlığı deneme uğraşlarıyla atılmaktadır. Genç yetişkin ise, artık bağımsızlığını kazanmış bir kişi olarak, kişilerarası ilişkilere girebilen, toplumsal, kültürel, siyasal etkinliklere katılabilen kişidir. Toplumsal ve kültürel katılma, günlük yaşamın sıradanlığına ve sıkıcılığına karşı bir çıkış yoludur. Günlük yaşamın dar, kısır ve yabancılaştırıcı çevreleri ancak kültürel katılım ve etkinlik aracılığıyla aşılabilir. Bununla birlikte, kültürü bir boş zaman uğraşısı, bir oyun, bir düş gibi algılamamak da gerekmektedir. Kültür pazarlarının yönlendirdiği ticarileşmiş kültür ürünleriyle yetinmenin uyuşturucu alışkanlığı edinmekten hiçbir farkı yoktur. Maurice Duverger'in, kitle iletişim bombardımanı altındaki günümüz insanları için, "bir sürü şey biliyorlar, ama kültürden yoksunlar" demesi boşuna değildir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3012
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() 5. Ahlak Gelişimi
Toplum içinde yaşayan bireyler olarak belirli doğru ve yanlış kavramlarını başkalarıyla paylaşmak ve birlikte yaşamanın gereği olan birtakım kuralları izlemeye yetenekli olmak zorunda olduğumuz bilinir. Bizim kişisel mutluluğumuz da, toplumda eşitlik ve adaletin varlığı da, birtakım ahlak standartlarının herkesçe kabul edilmesine bağlıdır. Ahlak gelişimi, çocukların, belirli davranışları "doğru" ya da "yanlış" olarak değerlendirmelerine rehberlik eden ve kendi eylemlerini yönetmelerini sağlayan ilkeleri kazanmaları sürecidir. Çocukların ahlak gelişimi konusunda tarihte üç büyük felsefe öğretisi vardır. Birincisi, St. Augustine gibi teologların savunduğu "ilk günah" öğretisidir; buna göre, çocuklar doğal olarak günahkar yaratıklardır, dolayısıyla yetişkinlerin müdahalesine gereksinmeleri vardır. John Locke'un başlattığı ikinci görüş, çocuğun ahlak açısından yansız (nötr) olduğunu, eğitim ve yaşantının çocuğu doğru ya da günahkar bir kişi yapacağını ileri sürer. Jean Jaques Rousseau'nun temsil ettiği üçüncü öğretiye göre, çocuklar "doğuştan saf ve temiz" yaratıklardır ve ahlakdışı davranışlar yetişkinlerin bozucu etkisinden kaynaklanır. Bu görüşlerden herbiri ahlak gelişimi konusundaki üç büyük çağdaş psikolojik yaklaşımda yeniden ortaya çıkar. Birinci görüş, değiştirilmiş bir biçimde Sigmund Freud'un kuramında görülür. İkinci görüş, ahlak gelişimini koşullanmanın ve yaşantıların bir sonucu olarak gören toplumsal öğrenme kuramında temsil edilir. Üçüncü görüş, Jean Piaget ve Lawrence Kohlberg'in geliştirdiği bilişsel gelişim kuramında yansıtılır. Ahlak gelişimi konusunda ilk psikolojik modeli getiren psikanalitik kurama göre ahlak gelişimi, süperegonun ortaya çıkması ve anahaba yasaklarının içselleştirilmesi sürecinden ibarettir. Toplumsal öğrenme kuramcıları ahlak gelişimini, ani hiçbir değişim olmadan derece derece ve sürekli biçimde ilerleyen birikimli bir toplumsallaşma olarak görürler. Buna karşılık, bilişsel gelişim kuramcıları ahlak gelişimini, belirgin değişimlerle ilerleyen ve birbirinden temel farklılıklarla ayrılan evrelere dayandırırlar. Piaget'in kuramını yeniden ele alan ve genişleten Kohlberg, ahlak gelişimi açıklamasını -tıpkı Piaget gibi- ahlaki eylemden çok ahlaki yargının gelişimine dayandırmaktadır. (Bu yaklaşımda çocuk bir "ahlak filozofu" olarak görülür.) Kohlberg'e göre, ahlak yargısının gelişiminde altı evre vardır ve bunlar üç temel düzeyde toplanır. Her düzey, bireyin benliği ile toplumun kuralları ve beklentileri arasındaki farklı ilişki türünü yansıtır. "Gelenek-öncesi düzey", daha çok dokuz yaşın altındaki çocukların, bazı ergenlerin ve suçluların çoğunun bulunduğu düzeydir; bu düzeyde kurallar ve beklentiler benliğe dışardan yöneltilmektedir. "Geleneksel düzey", ergenlerin ve yetişkinlerin çoğu için tipik düzeydir; bu düzeyde benlik geniş toplumun kural ve beklentilerini içselleştirmiştir. İnsanların ancak çok azının ulaşabildiği "gelenek-ötesi düzey" de ise bireyler, kendileri ile başkalarının kuralları ve beklentileri arasında farklılık oluşturmakta ve kendi ahlaki değerlerini kendilerinin seçtiği ilkelere göre akılcı yollardan tanımlamayı yeğlemektedirler. Kohlberg'e göre, bütün kültürlerdeki insanlar adalet, eşitlik, sevgi, saygı, otorite gibi aynı temel ahlaki kavramları kullanırlar. Ayrıca bütün bireyler, kültür farklılığına bakmaksızın, bu kavramlara bağlı olarak ve aynı düzen içinde aynı akılyürütme evrelerinden geçerler. Bireyler arasındaki farklılık, yalnızca, evreleri ne hızla geçtikleri ve nereye kadar ilerledikleri açısından ortaya çıkar. Kohlberg ve yardımcıları bu görüşlerini Birleşik Devletler'de, İngiltere'de, İsrail'de, Bahama'da, Meksika'da, Tayvan'da, Malezya'da ve Türkiye'de sınamışlar ve kuramın evrenselliğini vurgulamışlardır. Kohlberg'in araştırma yönteminin temelini oluşturan varsayımlı ikilemler yetişkinleri ele alan ahlak öykülerine dayanmaktadır. Buna karşılık, kendisi de bir evre kuramcısı olan William Damon, ahlak ikilemlerini çocukların yaşantıları alanında oluşturmuş ve çocukların hiçbir akılyürütme türünü sonuna kadar kullanmadıkları sonucuna varmıştır; ancak, çocuklar yaşları ilerledikçe daha ileri akıl yürütme düzeylerini daha sıklıkla kullanmaya eğilim göstermektedirler. Öte yandan, toplumsal öğrenme kuramcıları, çocukların, yetişkinlerin ahlak standartlarını, öncelikle, gözlemledikleri davranışları ve değerleri dereceli bir taklit etme süreciyle kazandıklarını savunmaktadırlar. Onlara göre, eğer Piaget ve Kohlberg'in savunduğu gibi ahlak yargıları bilişsel yapılara bağlı evreleri sıkı sıkıya izleseydi, bu yargıları kısa süreli deneysel durumlarda değiştirmek çok güç olurdu. Oysa Bandura ve MacDonald, çocukların ahlak yargılarının yaş etkenine evre kuramcılarının ileri sürdüğünden daha az bağlı olduğunu deneysel olarak gösterdiler. Cowan, Turiel, Keasey, Rothman gibi evre kuramına bağlı araştırmacılar ise, özde öğrenme kuramcılarının ileri sürdüğünden daha az değişim olduğunu onlarınkine benzer araştırmalarla ortaya koydular. Bu tartışmalar ahlak gelişimi çizgisinin en azından düzenli bir sıra izlediğini ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, toplumsal etkilerin sonucu olarak, gelişim düzeninde ve belirli düzeylere ulaşma hızında bireyler arasında farklılıklar vardır. Psikanalizciler ise, Piaget ve Kohlberg'i eleştirmede toplumsal öğrenme kuramcılarından değişik bir yol izlemişlerdir. Psikiyatrist James Gilligan, "ahlaklılığın üstünde" çok daha olgun bir işleyiş evresinin olduğunu ileri sürmektedir; bu, bireylerin kendilerini "ahlaki yükümlülüğe feda etmeleri"nden çok, karşılıklı gereksinmelerini psikolojik açıdan anlamalarını sağlayan "sevgi ahlakı" (love ethic)'dir. Araştırmalar ahlaklılığın duruma göre özelleşme eğiliminde olduğunu göstermektedir. Çocukların çoğu belirli durumlarda çalmakta, yalan söylemekte, sahtekarlık yapmakta, diğerlerinde ise bunları yapmamaktadır; bütün ve bölünmez bir vicdan ya da süperego kavramı pek az destek bulmaktadır. Bazı bireyler diğerlerinden daha tutarlı bir dürüstlük, bazıları da daha tutarlı bir namussuzluk göstermektedir; ancak tutarsızlığın daha egemen bir eğilim olduğu söylenebilir. Öte yandan, yaş, zeka ve cinsiyet farklılığının ahlaki davranışta çok küçük bir payı olduğu, buna karşılık grup yasalarının ve güdüsel etkenlerin daha önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Ayrıca, araştırmalar, yetişkinlerin eylemlerinin sözcüklerinden daha yüksek sesle konuştuğunu ve yetişkin ikiyüzlülüğünün varlığını ortaya koymaktadır (Vander Zanden, 1981). Ahlaki olgunlaşma, çocuğun kendi vicdanının buyruklarını dinlemeye başlamasıyla ortaya çıkar. Bu olgunlaşma, birey günlük etkinliklerinde ve yaşamının örgütlenmesinde kendi yargısına dayandıkça ilerler. Birey, ahlak ilkelerini özümlediği ve etkili bir davranış düzenlemesi yaparak eylemde bulunduğu zaman karakter ortaya çıkmaya başlar. Karakter, ileri bir olgunlaşmanın ve yetişkin kişiliğinin temel ve sonul belirtilerinden biridir. Ahlaki karakter yetişkinin insancıllaşmasına ve kendi yazgısını denetlemesine katkıda bulunur. Bu aşamada birey, Allport'un dediği gibi, "Aldığım karar yaşamımın sonrası için de geçerli olmalıdır!" biçimindc düşünmeyi başarır. Ahlaki olgunlaşmada ilerleme, bireyin iyi ve doğru olanı seçmesini sağlayan özgürlüğün artmasıyla belirlenir. Bu noktada ergen ve yetişkin için ideal aynıdır (J. Pikunas, 1976). Gelişimsel açıdan yetişkinlerin ahlakına egemen olan temel düzey "geleneksel düzey"dir. Geleneksel düzey, soyut düşünme ve rol alma yeteneğinin gelişmeye başladığı ergenlik döneminde ortaya çıkar ve yetişkinlik boyunca başlıca düzey olma özelliğini korur. Zihinsel gelişim yetişkinlikten önce tamamlandığına göre, yetişkinlerin ahlaki yargı farklılığı zihinsel gelişimle açıklanamaz. Yetişkinlikte görülen değişim bilgi ve deneyim birikimine bağlanabilir; ancak bu birikimin kazanılması yeni bir evrenin ortaya çıkması demek değildir. Çünkü evreler ancak "nitelik" değişimiyle ortaya çıkarlar. İşe girme, evlenme, cinsel ilişki kurma, anababa olma gibi değişimler ise bireyde yalnızca "içerik" değişimlerini yansıtırlar. Sonuç olarak, yetişkinlikte yeni bir ahlaki düşünme yapısı oluşmamaktadır. Araştırmalar, yüksek evre özelliği gösteren bütün yetişkinlerin bunu daha ergenlik dönemindeyken göstermeye başladıklarını ortaya koymaktadır. Şu halde, ergenlikte gerekli gelişim olanağını ve özgürlüğünü bulamayan kişilerin yetişkinlikte daha ileri bir ahlaka sahip olmaları söz konusu değildir. Yetişkinlikte ortaya çıkan değişimler, kişilerin daha önce geliştirmiş oldukları kalıpları daha tutarlı bir biçimde kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Yetişkinlik yılları daha önce ulaşılan en yüksek evrenin tutarlılık kazanmasına olanak sağlamaktadır. Kişilik psikolojisi açısından yetişkinlikteki ilerleme, ahlak evresi değişimi değil, ego güçlenmesi sürecidir. Ego güçlenmesi, bireyin sahip olduğu ahlaki yapıları kişilik bütünleşmesi doğrultusunda nasıl kullanacağını öğrenmesi demektir. Yetişkinlikteki ahlak gelişimi, daha önce kazanılmış ahlak yapılarının kullanımının bütünleşmesi ve yaşama uygulanması olarak nitelendirilebilir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3012
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() YETİŞKİNLİKTE ORTA YILLAR
Psikologların uzun yıllar boyunca dikkatlerini yalnızca çocukluk ve ergenlik dönemlerine yönelttikleri bilinmektedir. Yaşamın sonraki yılları, sanki bu ilk dönemlerin sürekli yinelenmesinden ibaretmiş gibi görülüyordu. Oysa sağduyu ve yaşam deneyimi bunun doğru olmadığını söylemektedir. Nitekim, 1970'lerden bu yana psikolojide yetişkinlik döneminin ele alınmasına hız verilmiştir. Yetişkinlik dönemi içinde en çok ilgi duyulan yıllar da orta yıllar olmuştur. ::::::::::::::::: İ. ORTA YILLARA GENEL BAKIŞ Orta yaşlı yetişkinler gelişimin tepe noktasına ulaşmış kişilerdir. Ancak, gelişimde orta yılların ne zaman başladığını saptamak çok zordur, çünkü bunu saptamayı sağlayacak özel biyolojik değişimler yoktur; bu nedenle genellikle toplumsal ölçütlerin kullanılması yeğlenmektedir. İnsanların kişisel, toplumsal ve ekonomik yönden en üst düzeye eriştikleri 35 yaşlarından başlayarak birçok görevlerinden emekliye ayrıldıkları 65 yaşına kadar olan dönemi gelişimde "orta yıllar" olarak kabul edebiliriz. Aslında bu da orta yıllar için yapay bir sınırlamadır. Her şeyden önce, kronolojik yaşın yaşam dönemlerini saptamakta iyi bir ölçüt olmadığını biliyoruz. 45 yaşında duygularını bir genç kadar taze tutan insanlar vardır, 40 yaşında bir başkası ise hem kişiliği hem ekonomik durumu yönünden bir ergen kadar bunalımlı olabilir. Şu halde, hem toplumsal saat, hem de bireylerin çeşitliliği yaş sınırlarının belirsizliğini arttıran nedenlerdir. Orta yıllara ilişkin görüşleri belirleyen bir başka neden de gençliğin önemsendiği ve vurgulandığı toplumlarda orta yaşlılığın görmezlikten gelinmesidir. Çocuklar ve gençler sevilir, ihtiyarlığa dehşetle bakılır, orta yaş ise bilmezlikten gelinir. Çocuk ve ihtiyar için özel bir ad varken, orta yaşlı için özel bir ad yoktur. Yetişkinliğin getirdiği sorunlar öylesine abartılır ki, kimse bu yaşlara ulaşmak istemez. Orta yıllar yaşlılığa ve dolayısıyla ölüme giden yolun başı gibi görüldüğünden, kimse 40 yaşını aşıp gitmek istemez. 40 yaş dolayları bunalımlı, huzursuz, hüzünlü yıllar olarak algılanır. Yetişkinlik psikolojisi konusunda kamuoyunda ve kitle iletişim araçlarında ortaya çıkan ilgi normalin ne olduğu sorununu yeniden gündeme getirmiştir. Yetişkin yaşamındaki değişimler, ister ılımlı "geçişler", ister dramatik "değişimler", ister korkunç "bunalımlar" olsun, neyin normal olduğunu tanımlama sorunu ortadadır. Yaşamı, bireylerin aynı kurallara göre izlediği ve belirli yaşlarda belirli olayların ortaya çıktığı evreler olarak betimlemek her zaman çok akla yakın görünür. Oysa bugün hem "biyolojik saat"imiz (erinliğin her iki cins için de daha erken başlaması, menopozun daha geç gelmesi, vb.), hem de "toplumsal saat"imiz (iş, eğitim, aile, sağlık koşullarının iyileşmesi, ileri yaşlarda bile yeni işlere girme, yeni aileler kurma, vb.) değişmiştir ve giderek değişecektir. Günümüzde toplumlar gelişmişlik düzeyleri ölçüsünde "yaşa bağlı" toplumlar olmaktan çıkmaktadırlar. Dolayısıyla, yetişkin kişiliğinin değişmezliği, yetişkin yaşamındaki bunalım noktaları türünden görüşlerin de yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3012
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() 1. KİŞİLİK PSİKOLOJİSİ AÇISINDAN YETİŞKİNLİK
Bu bölümde özellikle, kişiliğin sürekliliği, yetişkin kişiliği ve kadın kişiliği sorunları ele alınacaktır. Çocukluktan yetişkinliğe kadar giden değişmez bir kişilik yapısı var mıdır? Yetişkin kişiliğinin kendine özgü nitelikleri nelerdir? Cinslere bağlı kişilik özellikleri yaygın kalıpyargıların dışında nasıl tanımlanabilir? 1) Kişiliğin Sürekliliği Sorunu. Genellikle yetişkin insanın, özel ve oldukça tutarlı bir kişiliği olan karmaşık bir varlık olduğunu kabul ederiz. Tutarlı kişilik yapıları insanların düzenli ilişkilere girebilmeleri için de gereklidir. Kişilik kavramı, benzer durumlara verilen tepkilerdeki bireysel farklılıkları ve farklı durumlarda oldukça tutarlı olan davranışları anlamamıza da yardımcı olur. Bir bakıma kişilik, birey ile çevresi arasında bir uyum oluşturur; bireyin geçmiş deneyimlerine özel uyumunu ve şimdiki toplumsal ve fiziksel çevresini değerlendirmesini sağlar. Sonuç olarak, kişiliğin geçmişteki ve özellikle çocukluktaki deneyimleri yansıttığı ve değişik durumlar karşısındaki tepkide tutarlı bir biçimde ortaya çıktığı kabul edilir. Öte yandan, insanların değiştiği de sezgisel olarak bilinir. İnsanlar her aynı duruma her zaman aynı tepkiyi vermezler; psikoterapide değişebilecekleri umulur; yetişkinlik yıllarında yeni deneyimler ve roller edinerek değişebilirler, vb. Dolayısıyla, insanların farklı durumlarda ve yaşamlarının değişik dönemlerinde ne ölçüde tutarlı kaldıkları sorulabilir. Benlik açısından bakıldığında, benzer durumlara alışılmış tepkilerin verildiği, durumların seçici algılamayla benzer kılındığı söylenebilir. Ancak, psikologlara göre benlik ile kişilik aynı şeyler değildir. Kişilik, farklı durumlara oldukça kestirilebilir tepkileri veren içsel bir yapıdır; benlik ise kişiliğin odağında yer alan bir yapıdır. Benlikle kişilik arasındaki ilişki ve kişilikle dış dünyanın ilişkisi oldukça karmaşıktır. Örneğin, bir insamn kişiliğinin çocukluk deneyimlerini yansıttığı düşünülür; ancak, kişilik oluştuktan sonra dış durumlardan çok içsel dinamiği yansıttığı kabul edilir. Yine de kişilik dış durumlarla yoğrulmuştur. Murphy'nin dediği gibi, "Seninle ve çevrenle arada hiçbir zaman kesin bir ayırım yoktur. Çevren senin üzerinde, seni değiştiren, kalıplaştıran ve yeniden oluşturan bir etkide bulunur." Genç yetişkinlik dönemi açıklanırken kişiliğin -kimlik karmaşasını çözmede, anababa olmada, mesleki toplumsallaşmada- sürekli değişen yönlerine değinilmişti. Klasik kişilik görüşü insanların bu tür olaylarda önemli ölçüde değişmediğini ileri sürmektedir. Şu halde, kişilik uzun yıllar değişmez olarak mı kalmaktadır'? Değişme söz konusu ise kişiliğin hangi yönleri değişmektedir? Değişme yoksa kişilik belirli bir yaşta donup kalmakta mıdır? Yirmi ya da otuz yaşından sonra kişilikte hiçbir değişiklikten söz edilemez mi? William James 1887'de şöyle yazıyordu: "Çoğumuzda karakter otuz yaşın gelmesiyle birlikte alçı gibi katılaşır ve bir daha asla yumuşamaz." Bedenimiz yıllarla bükülse ve düşüncelerimiz zamanla değişse de, temelde değişmez kalan bir kişilik, bir iç benlik vardır. Zick Rubin'e (1981) göre, kişiliğin kararlılığına ilişkin bu görüş geçmiş yüzyıllarda psikolojik bir "dogma" olarak kabul edilmişti. 1970'lerden sonra ise bu geleneksel görüş eskimeye başladı. Sadece çocuklukta değil yaşam boyunca değişme kapasitesi vardır ve bugün değişim ve büyüme sözcükleri atasözü olmuş gibidir. Kişiliğin yaşam boyunca değişimi sürdürdüğü görüşü Jung ve Erikson'un kuramlarından destek alarak pek çok yandaş bulmakta ve böylece yeni bir "dogma" oluşmaktadır. Rubin'in dediği gibi, kişilik psikolojisinde şimdi yeni bir "dogmalar savaşı"yla karşı karşıyayız. Bu savaşta yan tutmanın, biri metodolojik (yöntemlere bağlı), diğeri ideolojik (dünya görüşlerine bağlı) iki kaynağı olduğu söylenebilir. a) Yöntembilimsel yaklaşım. Gelişim araştırmalarının çoğunda kesitsel yöntem kullanılır. Gelişim psikolojisinde kesitsel araştırmanın egemenliği, çocukların yetişkinlerden, yaşlıların gençlerden farklı olduğu görüşünün yerleşmesine yol açmıştır. Berkeley'den psikolog Jack Block, "Kişilik araştırmalarının belki yüzde doksanının yöntembilimsel bakımdan yetersiz, kavramsal içerikten yoksun ve hatta aptalca olduğu" savını ortaya atmaktadır. Kişilik araştırmaları, yeterince sınanmamış ölçmelerle (isteyen herkes yarım günde yeni bir "kişilik ölçeği" geliştirebilir), küçük örneklemlerle ve rastgele hedeflenmiş stratejilerle ("bilgisayara ver, korelasyonlar al!") doludur. Dikkatli ve özenli boylamsal araştırmalar yok denecek kadar azalmıştır. Şu halde, insanların önceden kestirilemez olduğu görüşü, insan doğasının değil, insan doğasını incelemekte kullanılan rastgele yöntemlerin ürünüdür. Böylece, değişim ve kararlılık yanlıları arısındaki anlaşmazlığın çoğunun yöntembilimden kaynaklandığı görülmektedir. Özelliklerin sürekliliğini savunanlar genellikle katı kişilik testlerine, değişimi vurgulayanlar ise daha niteliksel, klinik betimlemelere dayanmaktadırlar. Psikometrisyenler klinik verileri güvenilmez saymakta, buna karşılık klinisyenler de psikometrik verileri saçma bulmaktadırlar. Şimdi, her iki türden araştırmaları gözden geçirerek bir sonuca varmaya çalışalım. Jack Block, denekleri ortaokul yıllarından başlayarak kırk yaşına kadar izleyen araştırmasında 20 yılı aşkın bir sürede tutum listelerinden görüşme kayıtlarına kadar çok zengin bir veri arşivi oluşturmuş, kişilik raporlarını derinliğine çözümlemiştir. Böylece Block kişilikte dikkate değer bir kararlılık (stability) bulmuştur. Deneklerin ortaokul yıllarındaki ve daha sonra kırk yaşlarındaki puanları arasında istatistiksel bakımdan anlamlı bir korelasyon vardır. En özeleştirici ergenler yine en özeleştirici yetişkinler idiler, neşeli gençler kırk yaşında da neşeli yetişkinlerdi, okuldayken huyları dalgalanma gösterenler orta yaşlarda da hala dalgalanma gösteriyorlardı. Kişiliğin kararlılığı konusunda Baltimor'lu psikologlar Paul T. Costa ve Robert R. MeCrae'nin orta yıllarla ileri yetişkinlik yıllarına ilişkin bulguları da ilgi çekicidir. Boston'da 25-82 yaşları arasında 400 erkek on yıl arayla iki kez ve Baltimor'da 20-76 yaşları arasında 200 erkek altı yıllık aralarla üç kez testten geçirildi. Sonuçlar bir şarkı sözünden alınan başlıkla yayınlandı: "Bunca Yıldan Sonra Aynı" (1980). Bulgulara bir örnek olarak şu verilebilir: "19 yaşında kendini kabul ettiren 40 yaşında da kendini kabul ettirmektedir, 80 yaşında da." Minnesota Üniversitesi'den Gloria Leon ve arkadaşları, 71 erkeğin 1947'de aşağı yukarı elli yaşlarındayken ve 1977'de seksen yaşındayken MMPI testi sonuçlarını çözümlediler ve on üç ölçekte yüksek korelasyon saptadılar. Berkeley'de Paul Mussen ve arkadaşları 53 kadınla 30 ve 70 yaşlarında yapılan görüşme sonuçlarını çörümleyerek içedönüklük-dışadönüklük boyutlarında yüksek korelasyon buldular. Costa ve McCrae içedönüklük-dışadönüklük ölçümlerinde yüksek derecede kararlılık olduğunu gördüler; "nörotiklik" alanında da çok sabitlik buldular. Nörotikler yaşam boyunca olası yakınmacılardır. Yaşlandıkça farklı şeylerden yakınıyorlar (örneğin, genç yetişkinlikte aşk konusunda, kırk yaşlarında orta yaş bunalımından, ileri yetişkinlikte sağlık sorunlarından), fakat hala yakınıyorlar. En az nörotik kişi aynı olaylara daha yüksek bir ılımlılıkla tepki gösteriyor. Boylamsal araştırmalar yetişkinlik boyunca insanların coşkunluk, etkinlik, düşmanlık ve içtepisellik düzeylerinde çok hafif bir düşüş olduğunu göstermektedir. 25 yaşında içtepisel olan biri 70 yaşında birazcık daha az içtepisel olabilir, fakat hala yaşıtlarından daha fazla içtepisel olması çok olasıdır. İnsanlar belirli bir grup içinde ölçülen özelliklerini koruyorlar. Fakat her biri yaşlandıkça değişiyor olabilir. Eğer herhangi biri yaşamının sonraki bölümünde de aşağı yukarı aynı derecede içe dönüyorsa içe dönüklük ölçümlerindeki korelasyon hala yüksek olabilir, dolayısıyla aldatıcı bir kararlılık görünümü verebilir. Gerçekten de, psikolog Neugarten insanların yaşamın ikinci yarısında daha içe dönük olmaya genel bir eğilim gösterdiklerini ileri sürmektedir. Oysa yeni boylamsal araştırmalar insanların yaşlandıkça içedönüklükte pek az artış gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Değişim o kadar azdır ki, Costa ve McCrae bunun pratik anlamının çok az olduğunu düşünmektedir. Mischel kişiliğin sürekliliği konusundaki araştırmaları gözden geçirmiş ve belli başlı bulguları özetlemiştir. Kişiliğin süreklilik görülen yönlerinden biri, insanın kendini tanımlamasında ortaya çıkmaktadır. Boylamsal bir araştırmada, bireylerin 19,5 yaşında ve 44,5 yaşında kendilerini tanımlamalarında değişiklik görülmüyor. Mischel'in oldukça tutarlı bulduğu bir alan da "bilişsel üslup" olmuştur. Örneğin, bilişsel üslup ile bağımlılık-bağımsızlık ilişkisi yüksek bir korelasyon göstermektedir. Bilişsel üslup alanının tutarlılığı zihinsel süreçlerin tutarlılığından kaynaklanıyor olabilir. Bilişsel üslup (cognitive style), bireylerin algılarını örgütlemede ve sınıflamada ortaya koydukları kararlı tercihlerdir. Çevremizin çeşitli yönleriyle uğraşırken her birimiz özel bir bilişsel üslup kullanırız. Bilişsel üslupta insanların birbirinden farklılaştığı boyutlardan biri sorun çözme yaklaşımlarıdır. Kimileri bir soruna -doğruluğu konusunda hiçbir kaygı duymaksızın- çok çabuk yanıt verirler, aynı zekaya sahip kimileri de çok zaman harcarlar; birincilere "içtepisel" (impulsive), ikincilere de "düşünceli" (reflective) kişiler denir. Araştırmalar, sorun çözmede içtepisel çocukların düşünceli çocuklardan daha geri olduklarını ortaya koymaktadır; öte yandan, içtepisel çocuklar karmaşık görevleri düşünceli çocuklardan daha çabuk yerine getirmektedirler. Bilişsel üslubun bir başka boyutu da bağımlılık-bağımsızlık alanıdır. "Alan-bağımsız" kişiler bir sahnenin ögelerini çözümlemeye yöneliyorlar, ögeleri geri planından ayırarak ele alıyorlar; buna karşılık, "alan-bağımlı" kişiler bir sahneyi bir bütün olarak ele alıyor ve onu oluşturan bireysel ögeleri görmezlikten geliyorlar. Araştırmalar, alan-bağımsız üniversite öğrencilerinin matematiğe, doğa bilimlerine, mühendisliğe ve yüksek düzeyde çözümleyici düşünce gerektiren konulara yöneldiklerini; buna karşılık, alan-bağımlı öğrencilerin insan ve toplum bilimlerine, eğitime ve bütüncü bir bakış gerektiren alanlara yöneldiklerini göstemmektedir. Mischel, kendimize ilişkin tipolojimizin ve dünyayı algılayışımızın da zaman içinde değişmediğini belirtmektedir. Başka bir deyişle, bireyin kendisini ve başkalarını tanımlamak için kullandığı "özel yapılar" zamana dayanıklıdır. Belki de bunun nedeni, bu yapıları oluşturan bilişsel ve zihinsel süreçlerin tutarlılığıdır. Mischel, seçici algının sürekliliğinden söz etmekte, zihin, gerçek dünyanın karmaşıklığını basite indirgeyen bir biçimde işlediğini söylemektedir. Özetle, zaman içinde en çok kararlılık gösteren kişilik özellikleri, bireylerin bilişsel üslupları ve benlik tanımlarıdır. Dürüstlük, saldırganlık, otoriteye karşı tutum gibi daha psikodinamik kişilik özellikleri, daha düşük düzeyde olmakla birlikte istatistiksel bakımdan anlamılı korelasyonlar göstermektedir. Kişiliği bir etkileşim sistemi olarak ya da bireyle durumun ortak ürünü olarak kabul edersek bu bulgular daha da anlam kazanmaktadır. O zaman bu etkileşimsel sistemde bir süreklilik var demektir. Kurt Lewin, "bireyin herhangi bir durumdaki davranışı, o durumun özelliğinin, onu bireyin algılayış biçiminin ve o zamanki özel davranış eğiliminin ortak ürünüdür" der. Böylece, değişim ve kararlılık kişilikte aynı anda yer alabilmektedir. Aynı bütüne Freud'çu yaklaşımla bakıldığında süreklilik, davranışçı yaklaşımla bakıldığında değişim görmek olanaklıdır. Ancak sorun yalnızca yöntem sorunu da değildir. b) Dünya görüşünün etkisi. İnsan yaşamı için neyin daha önemli olduğu konusundaki temel görüş farklılığı kişilik tartışmalarına da yansımaktadır. Costa ve McCrae zaman içinde tutarlı kalan kişiliğin değerini, kararlı bir kimlik duygusunun temel ögesi olarak vurgulamaktadır: "Eğer kişilik kararlı olmasaydı gelecekteki yaşamımız konusunda seçim yapma yeteneğimiz çok sınırlı olurdu." Eş, meslek ya da arkadaş konusunda akıllı seçimler yapacaksak nelerden hoşlandığımızı bilmek zorundayız. Costa ve McCrac, kararlı bir kişiliğin korunmasını yaşamın değişiklikleri karşısında insanın yaşamsal bir başarısı olarak görmektedir. Sosyolog O. G. Brim ise büyüme gizilgücünü insanlığın temeltaşı olarak görmektedir: "İnsan, sürekli olarak çevresine egemen olmaya çabalayan ve gitgide olduğundan daha fazlası olan dinamik bir organizmadır." Brim, "Ben, psikolojiyi özgürleşmenin hizmetinde görüyorum, baskının değil!" demektedir. Geçmişte Sullivan da, insanın değişmesi gerektiğini, aksi halde öleceğini söylemekteydi. Sullivan, insan kişiliğinin temellerinin Freud'un ileri sürdüğü gibi ilk çocukluk döneminde atıldığını kabul etmez, kişiliğin oluşumunu belirleyen yaşantıların bu yaşlardan sonra ortaya çıktığını savunur. Nitekim, gelişim psikolojisinde de bugün artık Freud'çu anlamda katı ve sınırlı bir kişilik oluşumu görüşünü savunmaya olanak kalmamıştır. Yine de, kişiliğin sürekliliği sorunu psikolojinin en zor sorunlarından biri olarak kalmaktadır. Sorunun çözümsüz kalmasının nedeni, Zick Rubin'in (1981) dediği gibi, değişim ve kararlılık arasındaki gerilimin, sadece akademik tartışmalarda değil, insan olarak her birimizin içinde de bulunmasıdır. Yetişkin kişiliğinin gelişimi konusunda eksiksiz bir tablo, aynı kalma ve değişme arasındaki bu gerilimi kaçınılmaz olarak yansıtacaktır, Brim ve Kagan şöyle yazmaktadır: "Bir yanda kimlik duygusunu, süreklilik duygusunu koruma konusunda güçlü bir dürtü vardır, çok çabuk değişme ya da dış güçlerce değiştirilme korkusunu yatıştıran... Öbür yanda, her insan doğal olarak, şimdi olduğundan fazlasını olma isteğiyle çabalayan amaçlı bir organizmadır." Kuşkusuz, kişiliğin bazı yönleri (huzurlu ya da sıkıntılı olmaya eğilim gibi) diğer yönlerinden (çevreye egemen olma duygusu gibi) tipik olarak daha kalıcı ve kararlı olabilir. Yine de, her birimizin zaman içinde hem kararlılığı hem değişimi yansıtacağımızı kabul etmek gerekir. Nitekim, akademik tartışmanın her iki ucundaki kişiler de kişiliğin her iki özelliği birlikte taşıdığı görüşünde birleşmektedirler. Kendi savlarını şiddetle savunurken bile olasılıkları da bildirmektedirler. Örneğin Costa, "19 yaşında kendini kabul ettiren 80'inde de ettirir" derken, "bunu değiştirecek herhangi bir şey olmadıkça..." diye eklemektedir. Brim de, insanların kişiliklerinin ve özellikle özdenetim ve özsaygı duygularının yaşam boyunca değişimi sürdüreceğini vurgularken, "takılıp kalmadıkça..." demektedir. c) Kişiliğin etkileşen yönleri. Kişilikte kalıcı ve değişken yönlerin birlikte bulunduğunu kabul etmek, bunların birbirleriyle etkileştiğini de kabul etmeyi gerektirir. Allport (1961) kişilik kuramları arasındaki temel farklılıkları saptarken davranışçı, derinlikçi ve etkileşimci görüşleri ayırt eder. Etkileşimci görüş kişiliği bir oluşum süreci olarak görür. Bu görüş, diğer iki yaklaşımın katkılarını yadsımamakta ve kişiliği süreç (değişim) ve yapı (kararlılık) olarak ele almaktadır. Kişilik ancak bu farklı yünlerin etkileşimiyle var olabilir ve kişiliğin anlaşılması ancak bu bütünlüğün ışığında olanaklıdır. G.W. Allport'un, G.H. Mead'in, D.C. Kimmel'in paylaştığı bu görüş, bireysel kişilikleri, sayısız toplumsal etkileşimlerle yoğrulmuş, özel fizyolojik, algısal ve kavramsal sistemler içeren bir bütün olarak görür. Sullivan'ın kişilik tanımı da böyledir: "Kişilik, insan yaşamını niteleyen sürekli kişilerarası durumların oldukça kalıcı bir örüntüsüdür." Karşılıklı etkileşen bu süreçlerin ortasında insan organizması aynı oranda karmaşık bilişsel ve duygusal süreçlerle işlev görür. Örneğin Carson, bireyin plan yapmasının, bilgiyi işlemesinin, geribildirimden yararlanmasının ve gelecek işlemler için kararlar almasının karmaşık yapısını açıklamaya çalışmıştır. Bu süreçte birey kişisel bir üslup geliştirir ve bu üslup hep korunur. Bir başka örnek Mead'in simgesel etkileşim kuramıdır. Mead'e göre benlik toplumsallaşma süreci içinde ortaya çıkmaktadır. İnsanda doğal olarak varolan etkileşim dilin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dil, benliğin gelişmesinde ve işleyişinde temel bir etkendir. Dil öğrenilirken, sözcüklerin simgelediği düşünceler, tutumlar ve duygular da öğrenilir. Çocuk, ancak dili öğrendikçe paylaşabildiği ve toplumsal anlamlar taşıyan bir dünyaya girebilir. Birey, başkalarının kendisi karşısında takındıkları tutumların ışığında kendisi üzerinde düşünmeye başlar, böylece kendi özbilincine varır, toplumsal bir benlik edinir, sonuçta kendini başkalarının yerine koyabilme ve başkalarının rollerini üstlenebilme yeteneğini kazanır. Kişilik konusunda çok şey söylemek olanaklı olmakla birlikte, sayısız açıklamalar içinde kaybolmamak için son olarak temel bir kavramla ilgili açıklamalara yer vermekte yarar var. Güdü (motivation) kavramı niçin sorusuna yanıt vermeye yarayan bir kavramdır. Niçin insanlar çeşitli roller alırlar, planlar yaparlar, bedelinden daha yüksek ödüller umarlar? vb. Bu soruların yanıtı için başarı, merak, acıdan kaçınma gibi çeşitli güdülerden söz edilmiştir. Ancak, "gelişme sürecinde olan bir varlık" olarak insan için en uygun güdü "kendini gerçekleştirme" ve "yeterlilik" güdüsüdür. Rogers'a göre, "Kendini gerçekleştirme güdüsü, insan organizmasının kendi gizilgücünü en üst düzeyde gerçekleştirmek için sahip olduğu eğilimdir; belirli bir toplumsal çevrede organizmasını ve bütün kapasitelerini koruma ve geliştirme arayışıdır." Yeterlilik güdüsü de bireyin çevresiyle etkileşime girmesini sağlar. Bu güdülerin yetişkinlik yaşamında ortaya çıkması değişik noktalarda farklılık gösterecektir, yine de bunlar bireyin toplumsal ve fiziksel çevresiyle etkileşiminin amaçlarını belirler. Sonuç olarak, önce kişiliğin etkileşen yönleri var: Fizyolojik süreçler, kişisel üsluplar, toplumsal roller gibi. Bu yönler bir bakıma içseldir, yani biz onları içimizde taşırız. İkinci olarak, kişiliğin dış yönleri var: Toplumsal durumlar, davranışların sonuçları, toplumsal etkileşim ağı gibi. Üçüncü olarak, bu yönlerin etkileştiği yer ya da benlik var. Dördüncü olarak, kişilik belirli bir toplumsal etkileşim kalıbı içerisinde kendini gerçekleştirme ve yeterliliğe ulaşma çabası içindedir. Beşinci olarak, kişilik sürekliliğini korurken değişime de uğrar. Altıncı olarak, kişilik geleceğe dönüktür, şimdinin sonuçlarından etkilenir, aynı zamanda geçmişle de bağlantılıdır, ama geçmiş tarafından belirlenmez. Son olarak, kişilik bu değişik ögelerden farklı bir bütündür. Bu özellikler karmaşık yetişkin kişiliğini de çerçeveleyen özelliklerdir (D.C. Kimmel, 1974).
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#8 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3012
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() 2. Yetişkinlikte Kişilik
Kişilik, hem oluşum hem de içerik ögelerini bir arada taşıyan, aynı şekilde hem değişime hem de kararlılığa olanak tanıyan karmaşık ve dinamik bir sistemdir. Kişilik etkileşen bir sistem olarak kabul edildiğinde, herhangi bir alandaki değişimin sistemin bütününde de değişime yol açacağı açıktır. Örneğin, dış alanlardaki (toplumsal çevredeki) değişim toplumsal etkileşimde de değişime neden olur, o da toplumsal rol ve davranışta değişime yol açar. Bu rol değişimleri bireyin benlik algısını ve kavramını değiştirir, bu da kişilik özelliklerinin ve üsluplarının değişimine neden olur. Bu değişimin derecesi toplumsal değişimin derecesine bağlıdır. Öte yandan, kişilik sisteminin kararlılığı da söz konusudur; ayrıca en özel yönler en az değişim gösterirler, üstelik yetişkinlikteki roller de oldukça tutarlıdır. Dış tutarlılık kişilik tutarlılığını da pekiştirir. Yetkişkinin kişilik sistemindeki gelişimsel değişimler merkezkaç bir özellik taşır, yani birey içerden dışarıya doğru döner. Yeni rollerin öğrenilmesi, yeni kişilik üsluplarının ve benlik kavramlarının geliştirilmesi, birey ile genişleyen çevresi arasında uygunluk sağlama gereksinmesinden doğar. Kuhlen yetişkinliğin bu dönemindeki gelişime "genişleme büyümesi" adını verir. Bu dönem, başarıya ulaşma, güç kazanma, kendini gerçekleştirme ve yeterlilik eğiliminin en üst düzeyde olduğu dönemdir. Yetişkinliğin orta yıllarında kişilik sistemi içinde bir denge durumu söz konusudur. Hem bireyin toplumsal dünyası genişleme hızını yitirmiştir, hem de birey genişlemeyle başa çıkabilecek beceriler geliştirmiştir. Ayrıca, bireyin kendine ilişkin deneyimi de artmış ve birey kişiliğinin iç ve dış yönlerini daha iyi bütünleştirebilir duruma gelmiştir. Ancak, yaşın ilerlemesiyle birlikte dış toplumsal durumlar önemini yitirmeye ve içsel süreçler önem kazanmaya başlar. Birey yaşlandıkça toplumsal rollerinin sayısı ve çeşitleri azalmaya, toplumsal etkileşim sıklığı düşmeye, kişiliğin daha iç özellikleri açığa çıkmaya başlar. Orta yıllarda elde edilmiş yeterlilik duygusu, birey yaşlandıkça yaşanacak yılların sınırlı olduğu bilinciyle, giderek kendini gerçekleştirme çabasına yerini bırakır. Bu gelişmeyi vurgulayan yazarlardan biri de Jung'tur (1933): "Yaşlanan insanlar artık yaşamlarının artmadığını ve genişlemediğini farketmekte ve karşı konulmaz bir iç güç yaşamı gitgide daraltmaktadır. Genç bir insan için kendi kendisiyle fazlaca ilgilenmek neredeyse bir suç, en azından bir tehlikedir. Oysa yaşlanmakta olan bir insan için kendi kendisine ciddi bir ilgi göstermek bir zorunluluk ve görevdir." Elli yaşlarından başlayarak kişilikte görülen gelişimsel değişimler, daralma, merkezde yoğunlaşma ve içselliğin artması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Yaşlılıktaki kişilik değişimi araştırmalarını gözden geçiren Riley, Foner ve arkadaşları, yaşlıların gençlere oranla daha katı, değişen uyaranlara daha zor uyan, tutumlarında dogmatiklik düzeyi yüksek, daha hoşgörüsüz, toplumsal baskıya daha dayanıklı kişilikte olduklarını bulmuşlardır. Yaşlılar daha edilgin, iç dünyalarına daha dönük, kendi duyguları ve fiziksel işlevleriyle daha ilgilidirler. Duyu ve sinir merkezlerinin uyarılmasındaki düşüş ve zihinsel yetilerin değişimi de bu özellikleri etkiliyor olabilir. Chicago Üniversitesi'nce, özel kişilik özelliklerinin değişimi yerine, bütün kişilik sisteminde yaşla ortaya çıkan değişimler araştırılmıştır. Kansas kentinde 40-90 yaşları arasmdaki 700 denek 7 yıl boyunca sürekli incelenmiştir. Araştırmada yaşa bağlı üç kişilik değişimi bulunmuştur: Cinsiyet rolü algılamasında, içe yönelmenin artışında ve sorunlarla başaçıkma üslubunda. Kişiliğin fazla değişim göstermeyen yönleri olduğu da saptanmıştır. Bulgular kişilikte hem değişim hem de kararlılık olduğu görüşünü desteklemektedir. Bu araştırmada değişim göstermeyen kişilik özelliklerinin ortak noktası, bunların kişiliğin uyuma yönelik özellikleri olmasıydı. Bunlar Neugarten'in "Kişiliğin toplumsal-uyumsal özellikleri" dediği özelliklerdir. Testler, kişiliğin uyum özellikleri ve genel kişilik yapısı alanlarında bireyler arasında farklılık olduğunu göstermekte, ama yaşla farklılaşma olmadığını ortaya koymaktadır. Sağlıklı yaşlı insanlarda yaşa bağlı farklılaşma görülmemekte, buna karşılık hastalığın kronolojik yaştan daha etkili bir değişken olduğu anlaşılmaktadır. Genel olarak, bulgular kişiliğin toplumsal-uyumsal niteliklerinde yaşla değişimin çok fazla olmadığı doğrultusundadır. Şu halde, kişiliğin "içerik" yönleri (kişisel üslup, kişilik çizgileri ve diğerleri) orta ve ileri yaşlarda oldukça kararlılık göstermektedir. Ayrıca bulgular, birey ile toplumsal çevresi arasındaki uyum ilişkisinin oldukça kararlı olduğunu ortaya koymaktadır. Yaşla yeni roller edinilse bile kişilik içeriği aynı kalmaktadır. Buna karşılık, Kansas City araştırması kişiliğin "oluşum" yönlerinde yaşla birlikte oldukça önemli değişimler saptamıştır. Bu değişimlerden biri, yaş ilerledikçe "kişiliğin gittikçe içselleşmesi"dir. Bu değişim orta yıllarda kendi kendine düşünme ve içebakış olarak ortaya çıkmaya başlıyor, gitgide daha belirgin hale geliyor. Ayrıca başka araştırmalarda da, yaşla birlikte ego enerjisinde azalma ve ego üslubunda değişme olduğu, içsel dürtülere duyarlı olma özelliğinin arttığı bulunmuştur. Bu bulgular projektif testlerden elde edilmiştir. Bulgular, dış dünya görevleri için kullanılan ego enerjisinin yaşla azaldığını göstermektedir. Yaşlı insanlar dış uyarıcılar yerine iç uyarıcılara karşı daha duyarlıdırlar, duygusal yatırımları artmaktadır. Ego üslubu da değişmekte, etkin denetimden edilgin denetime yönelinmektedir. Cinsiyet rolü algılamasındaki değişim TAT testi ile saptanmıştır. Buna göre, erkekler gittikçe daha boyun eğici, kadınlar ise daha çok yetkeci olmaya yönelmektedirler. Ayrıca, kadınlar yaşlandıkça kendi saldırgan ve benmerkezci dürtülerine karşı daha hoşgörülü olurken, erkekler kendi duygusallık ve bağımlılık dürtülerine karşı daha hoşgörülü olmaktadırlar. Bu sonuçlar Jung'un klinik gözlemlerini destekler niteliktedir. Neugarten, bu bulguları şöyle özetlemektedir: 40 yaşındakiler çevreyi, cesareti ve riske girmeyi ödüllendirici olarak görürken, kendilerini de bu doğrultuda çıkacak fırsatları değerlendirebilecek güçte görmektedirler. 60 yaşındakiler ise çevreyi karmaşık ve tehlikeli olarak görürler. Yaşamla başaçıkma üslupları yaşla birlikte belirgin farklılıklar göstermektedir. İç dünyaya ilgi artar, dış dünyadaki insan ve nesnelere duygusal yatırım azalır. Dış dünyadan iç dünyaya doğru bir geçiş söz konusudur. Çeşitli uyarıcılarla ve zorlu durumlarla başaçıkmada düşüş ve isteksizlik görülür. Yaşlılar düşüncelerini aktarmada daha dogmatik terimlere başvururlar, neden-sonuç ilişkisini açıklamada başarısızdırlar, başkalarının tepkilerine duyarlılık azalır, vb. Daha önce belirtildiği gibi, Neugarten, evre kuramcılarının tek yönlü ilerleme görüşünü reddetmekte ve yaşam süresinde değişmez bir kararlılık olmadığını ileri sürmektedir. Ayrıca ona göre yaşlılığın yaş sınırları da değişmektedir. Araştırmacılar bugün genç-yaşlı (young-old) ile yaşlı-yaşlı (old-old) arasında ayırım yapıyorlar ve bunları birbirinden ayıran belirli yaşlar da yoktur. Birleşik Devletler'de emekliler arasında genç-yaşlılar hızla artıyor; bunlar, fiziksel ve zihinsel bakımdan dinç, mali bakımdan refah içinde, siyasal bakımdan etkin, tüketici olarak da hırslı kişilerdir, zamanlarını iyi bir biçimde değerlendiriyorlar. Yetişkinliğin yaş sınırları değiştiği için, 30 yaşında fakülte dekanı, 35 yaşında büyükanne, 50 yaşında emekli, 65 yaşında ilkokulda çocuğu olan baba, 55 yaşında yeni bir iş başlatan dul, 70 yaşında üniversite öğrencisi olan insanlar var. "Yaşına göre davran!" uyarısının günümüzde hiçbir anlamı kalmamıştır. Öte yandan, Neugarten'e göre, bunalım kavramı da anlamını yitirmektedir. Evden ayrılma, evlenme, anababa olma, menopoz, emeklilik gibi olaylar yaşamın normal "dönüm noktaları"dır. Kuşkusuz, bunlar benlik kavrammda ve kimlikte değişimlere yol açarlar ve insanlar bu olayları değişik güçlük derecelerinde yaşarlar; ama "bunalım" yaratmazlar. Örneğin, orta yaşlı erkeklerin çoğu için emeklilik normal bir olaydır. Emeklilik 65 yerine 50 yaşında gelirse asıl o zaman bir bunalım olabilir. İnsanlar 40, 50 ya da 60 yaşında olmaktan değil, bu yaşlarda ne yapacakları konusunda kaygı duyuyorlar. Yeniden genç olmak istemiyorlar, ama toplumsal bakımdan kabul gören ve kişisel bakımdan doyum sağlayan yönlerde yaşlanmak istiyorlar (B.L. Neugarten, 1980). Kişilik açısından açıklanması gereken konulardan biri de kişilikteki iç gerilimdir. "Kişilik farklılaşması" kişinin benlik kavramındaki özelleşmenin ve karmaşıklığın artmasının anlatımıdır. Kişiler olgunlaştıkça, özel ve biricik bir benlik olmalarına katkıda bulunan özel ilgiler, değerler ve roller geliştirirler. "Kişiliğin bütünleşmesi" ise, benliğin çeşitli boyutlarının tutarlı bir birlik içinde örgütlenmesidir, benliğin çeşitli boyutlarının 'aynı' kişinin parçaları olarak 'birlikte tutulması'dır. Başka bir deyişle, benlik için değişik rollerde ve zaman boyunca bir tutarlılık vardır. Yaşam boyunca kişilik farklılaşması ile kişilik bütünleşmesi arasında belirli bir gerilim yaşanır. Ergenliğin son dönemi ve genç yetişkinlik sırasında bu gerilim kimlik arayışına yansır. Aşırı farklılaşma rol dağınıklığıyla ya da uygunsuz kimlik tanımlamasıyla sonuçlanabilir. Erken bütünleşme ise yanlış kimlik kararlarıyla sonuçlanabilir. Yetişkinlikteki kimlik gelişiminin önde gelen sorunu, yetişkinden beklenen birçok farklılaşmış rol karşısmda bütünleşmiş bir benlik duygusuna ulaşmış olmaktır. Knox, orta yaşlardaki benlik gelişiminin belirli bir örüntü izlediğini söylemektedir: a) Yirmilerin sonları ve otuzların başları: Bu dönem bir durulma, düzen ve çabalama dönemidir. b) Otuzların sonları ve kırkların başları: Bu dönem hem görünüşün hem de etkinliğin yeniden yönlendirildiği dönemdir. Bu dönemde yetişkinlerin çoğu insan yaşamının hazlarından ve acılarından pay almaya daha istekli olurlar ve dostluğun kalitesi daha önem kazanır. Varolan benlik duygusu ile katılım yapısı arasındaki uygunluğun yeniden gözden geçirilmesi orta yaş geçişine yol gösterir. c) Kırkların ortaları ve altmışların başları: Bu dönem benlik duygusunda artan bir değişkenlik içerir. Bu dönem boyunca pek çok insan kararlılık, yeterlilik, sorumluluk ve olgunluk aşamasına ulaşır (Schiamberg ve Smith, 1982).
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#9 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3012
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() 3. Cinslere Bağlı Kişilik Özellikleri
Bir çocuğun psikolojik bakımdan erkek ya da kadın olması sürecini açıklamaya çalışan pek çok kuram vardır. Bunlar, psikanalitik kuram, toplumsal öğrenme kuramı ve bilişsel gelişim kuramı olarak üç ana grupta toplanabilir. a. Psikanalitik Kuram. Freud'a göre çocuklar doğuşta psikolojik bakımdan iki-cinslidirler. Çocuklar cinse bağlı kimliklerini, ana-babalarıyla ilişkilerindeki çatışmalı sevgi ve kıskançlık duygularını çözerek kazanırlar. Erkek çocuk annesine duyduğu erotik sevgiden vazgeçerek babasıyla özdeşleşmeye girdiğinde, kız çocuk da aynı şekilde annesiyle özdeşleşmeye başladığında cinsel kimliğine kavuşma yoluna girmiş demektir. Çocuklar, bu ilk adımdan sonra, kendi cinslerinden anababalarının davranışlarını, tutumlarını ve değerlerini benimseyerek cinsel kimliklerini toplumsal yönüyle de geliştirirler. Ancak, kız çocuk için sorun erkek çocuk için olduğundan daha karmaşıktır. Freud'a göre Oedipus yaşantısı kız çocukta üç tür değişime yol açar. Önce, "erojen bölge değişimi" (Oedipus sırasında kız çocuk vajinal erojenliği keşfeder); sonra, "sevgi nesnesi karşısında tutum değişimi" (önceki fallik evrede kız çocuğun etkin ve saldırgan olan sevgisi Oedipus yaşantısı nedeniyle gitgide edilginleşir); son olarak, "sevgi nesnesi değişimi" (anneye duyulan etkin sevgi, yerini babaya duyulan edilgin sevgiye bırakır). Şu halde kız çocuğun karşı cinselliğe ulaşması ancak bu üçlü değişimden geçerek olanaklı olacaktır. Freud'a göre erkek cinselliği çocukluktan yetişkinliğe kadar her zaman fallik olduğu için basittir. Buna karşılık kadın cinselliği karmaşıktır: Önce çocukluk sırasında erkeksidir (küçük fallus demek olan klitorisin varlığıyla), sonra ergenlikte kadınsıdır (klitorisin reddedilmesi ve erkeğin aracılığıyla vajenin keşfedilmesiyle). Kadın cinselliğine ilişkin Freud'çu açıklama iğdiş edilme (castration) olgusuna verilen öneme dayanır. Freud'a göre kız çocuğun psikoseksüel gelişiminde en sarsıcı olay, başkalarının bir penisi olduğunu, oysa kendisinin ona sahip olmadığını keşfetmesidir. Freud, "Kendi iğdiş edilmişliğini keşfetmesi kız çocuğun yaşamında en kritik andır" der. Kız çocuk bu keşfe, kendisinin de bir penisi olması isteğiyle, ilerde bir penisi olacağı umuduyla ve penise sahip olan daha talihli insanlar karşısında duyduğu imrenmeyle tepki gösterir. Kendi bedenini erkek çocuğunkiyle karşılaştırarak eksik bulan kız çocuk, bu acı gerçek yüzünden aşağılandığını hissetmiştir. İşte penis özlemi ya da penise imrenme (penis envy) bu aşağılık duygusundan doğmaktadır. Ayrıca bu imrenme sevgi nesnesiyle olan ilişkilerden de kaynaklanır; kız çocuk sadece özsever gururunu doyurmak için değil, aynı zamanda annesine duyduğu libidinal istekleri nedeniyle de bir penise sahip olmak ister. Ancak, penis yokluğundan sorumlu tutulan anneye duyulan düşmanlık ve bu çok istenen organı babadan edinme isteği kız çocuğun babaya yönelmesine yol açar. Böylece başlangıçta hem erkek hem de kız çocuklar sadece bir tek cinsi, erkek cinsini tanırlar. Freud, penis imrenmesinin kadının sonraki gelişiminde silinmez izler bıraktığını kabul eder. Örneğin, erkeklerle ilişkilerdeki bozukluklar son çözümlemede penis imrenmesinin sonuçları olarak görülür; kadının aşağılık duyguları penis yokluğu nedeniyle kendi cinsini horgörme olarak yorumlanır; en güzel kadın olma ya da en saygın erkekle evlenme gibi istekler de penis özleminin anlatımıdır, vb. Karen Horney (1951), Freud'un ve diğer psikanalizcilerin penise imrenmeyi kadın kişiliğinin temel taşı saymalarının iki nedene bağlı olduğunu söylemektedir. Birincisi, mevcut kültürel önyargılarla uzlaşık kuramsal verilere dayanan analizcilerin, kadının erkeğe egemen olma, erkeği küçük düşürme, başarısına gıpta etme, erkekten yardım almayı reddetme eğilimlerini penis imrenmesine maletme acelecilikleridir. Daha iyi incelendiğinde, bu eğilimlerin nevrozlu kadınların olduğu kadar nevrozlu erkeklerin de özellikleri olduğu açıkça görülecektir. Öte yandan nevrozlu kadınların gözlemlenmesi, söz konusu bütün eğilimlerin erkekler karşısında olduğu kadar diğer kadınlar ya da çocuklar karşısında da duyulduğunu göstermektedir. İkinci etken, kadın hastaların terapide sorunlarının penis imrenmesine dayalı açıklamalarla ele alınmasını kolayca kabul etme eğilimini analizcilerin farketmemiş olmasıdır. Bir kadının, doğanın haksızlığına uğrayarak iyi niteliklerle donatılmadığını düşünmesi, gerçekte çevresinden çok şey istediğini, istekleri doyurulmadığında çok öfkelendiğini, onu her anlaşmazlıkta hoşgörüsüz kılan bir katılık ve yanılmazlık tutumu geliştirdiğini kavramasından daha kolaydır. Horney'e göre, bastırılmış dürtüleri gizleyen erkeklik isteklerinin böyle bir rol oynaması kültürel etkenler yüzündendir. Adler'in de belirttiği gibi, Batı kültüründe erkeklere özgü sayılan güç, başarı, cesaret, bağımsızlık, cinsel özgürlük, eş seçme hakkı gibi nitelikler ya da ayrıcalıklar kadınlarda erkekliğe ilgi duymaya yol açmaktadır. Ancak Horney, penis imrenmesinin yaygın kültürde erkeksi sayılan niteliklere sahip olma isteğinin simgesel bir anlatımından başka birşey olmadığı görüşünde değildir; ona göre, penis imrenmesi çerçevesinde yapılan yorumlar tüm kişilik yapısma bağlı güçlükleri anlamayı engellemektedir. Freud kadın kişiliği konusunda birbirine bağlı iki görüş daha ileri sürmektedir. Birincisi kadınlığın "mazoşizm"le yakın ilişkisi olduğu, ikincisi de kadında temel korkunun "sevgiyi yitirme korkusu" olduğudur. Horney, kadınlık mazoşizmi görüşünü geliştiren Helene Deutsch ve Sandor Rado gibi psikanalizcilerin, temel olarak penis yokluğunu almalarını ve mazoşizmi özde cinsel saymalarını eleştirerek, mazoşizmin öncelikle cinsel bir olgu olmadığını vurgulamaktadır. Horney'e göre mazoşizm biyolojik değil kültürel nedenlere bağlıdır: Mazoşizm, kendini silme ve bağımlı kılma yoluyla yaşamda bir güvenlik ve doyum sağlama girişimini temsil eder. Bu tutumun temelindeki kültürel etken de, kadının zayıflığını, birine dayanması gerektiğini, yaşamının ancak kocası ve çocukları gibi başkalarıyla bir içerik ve anlam kazanabileceğini vurgulayan erkek ideolojisidir. Aslında bu etkenler de kendi başlarına mazoşist tutumlar yaratmazlar, fakat nevroz gerçekten oluştuğunda kadında mazoşist tutumların egemen olmasından bu etkenler sorumludur. Sevgiyi yitirme korkusu da, mazoşist araçlardan birinin sevgi kazanma olması ölçüsünde, mazoşist niteliklerden biridir. Ancak, kültürel etkenlere bağlı olarak, bu korku sağlıklı kadın açısından da önem taşımaktadır. Çünkü kadın yüzyıllar boyunca ekonomik ve siyasal sorumlulukların dışıda tutulmuş ve yaşamını özel bir duygusal alanla sınırlı tutmak zorunda bırakılmıştır. Bu durumun başka bir yönü de, aşkın ve bağlılığın salt kadına özgü erdemler ve idealler olarak görülmesidir. Sevgiyi yaşamda önemi olan biricik değer saymaya sevkeden kültürel koşullar, kadındaki "yaşlanma korkusu"nu da belirlemektedir. Kadının elde edebileceği doyumlar -aşk, seks, aile, çocuk- hep erkekler tarafından sunulduğu için erkeklerin hoşuna gitmek yaşamsal bir zorunluluk olmuştur. Erotik çekiciliğe verilen aşırı önem, kadının çekici yönleri yitip gitmeye başladığında derin bir acı kaynağı olmaktadır. Bu korku kadında çekiciliğin sonunu belirliyor görünen yaşla da sınırlanmaz, kadının tüm yaşamını gölgeler ve zorunlu olarak yaşam karşısında büyük bir güvensizlik duygusu yaratır. Bu korku, kadının erotizm alanı dışında kalan olgunluk, bağımsızlık, düşünce özerkliği gibi nitelikleri değerlendirmesini de engeller. Kadın, olgunluk yıllarına karşı sürekli bir kötüleme tutumu geliştirirse ve bunları çöküş yılları olarak görürse, kişiliğini eliştirme görevini aşk yaşamıyla ilgilendiği ölçüde üstlenemez artık. Sonuç olarak, Horney (1951) şöyle demektedir: "Bizim kültürümüzde bir kadının sevgiyi aşırı değerlendirmek, sevgiden verebileceğinin fazlasını beklemek ve bu nedenle de sevgi yitiminden erkekten daha fazla korkmak zorunda kalmasının gerçekçi nedenleri bunlar olmuştur, bir ölçüde de hala bunlardır." Psikanalizin kadın karşısındaki tutumunu değerlendirirken unutulmaması gereken iki nokta vardır. Birincisi, bütün psikanalitik kuramların aynı olmadığı, çoğunun geleneksel psikanalitik görüşten hızla uzaklaştığı ve onu şiddetle eleştirdiğidir. İkinci nokta, klasik psikanalizin temsilcisi olan Freud'un bile kadın konusudaki -biyolojiye sıkıca bağlı- ilk görüşlerini zamanla yumuşattığı ve toplumsal-kültürel koşulların önemini giderek teslim ettiğidir. Daha sonraki ve günümüzdeki feminist akımların düşünce kaynaklarından birinin psikanaliz olması da bunu göstermektedir. b. Toplumsal Öğrenme Kuramı. Bu kurama göre, çocuklar doğuşta esas olarak yansızdırlar ve başlangıçtaki biyolojik farklılıkları daha sonraki cinsel kimlik farklılıklarını açıklamaya yetmez. Cinse bağlı kimliğin kazanılması sürecinde seçici pekiştirme ve taklit temel rolü oynar. Bu açıdan bakıldığında, çocuklar aynı cinsten anababanın davranışını model aldıkları için ödüllendirilirler; toplum da daha sonra sistemli ödül ve cezalarla bu tür takliti pekiştirir. Kızlar ve oğlanlar, yetişkinler ve yaşıtları tarafından toplumun cinsine uygun saydığı davranış için ödüllendirilir, uymayan davranış için de cezalandırılırlar. Walter Mischel (1970), çocukların aynı cinsten modelleri karşı cinsten modellerden daha fazla taklit ettiklerini, çünkü aynı cinsten modellerin onları daha fazla sevdiğini düşündüklerini ileri sürmektedir. Çocuklar aynı cinsten anababayı sevecen ve ödüllendirici gördüklerinde bu etken önem kazanmaktadır. Albert Bandura, toplumsal öğrenme kuramına yeni bir boyut katarak, çocukların, büyüklerin davranışını taklit etmeye (imitation) ek olarak, "gözlemsel öğrenmeye" de (observational learning) yöneldiklerini ileri sürmektedir. Bandura'ya göre, çocuklar bir modelin davranışını zihinlerinde çözümlerler ve kendileri için olumlu bir sonucu olduğuna inanmadıkça davranışı taklit etmezler. Sonuç olarak, toplumsal öğrenme yaklaşımı, cinsiyet rollerinin kazanılmasında ödülün, cezanın ve gözlemsel öğrenmenin önemini vurgulamaktadır. Genellikle, gözlemsel öğrenmenin en azından pekiştirme kadar önemli olduğuna inanılmaktadır. Bilişsel etkenlerin gözlemsel öğrenmeye aracılık ettiği kabul edilmektedir. c. Bilişsel Gelişim Kuramı. Bu kurama göre, çocuklar ilk olarak kendilerini erkek ya da dişi olarak etiketlemeyi öğrenirler ve sonra kendi cins kategorilerine uygun düşen davranışları kazanmaya yönelirler. Bu süreç "kendi kendini toplumsallaştırma" (self-socialization) olarak adlandırılır. Kohlberg'e göre, çocuklar kalıplaştırılmış bir erkeklik ve dişilik anlayışı (aşırı basitleştirilmiş, abartılmış, karikatürleştirilmiş bir imge) oluştururlar. Daha sonra bu kalıp imgeyi kendi çevrelerini örgütlemede kullanırlar. Kendi cins kavramlarıyla uyuşan davranışları seçer ve geliştirirler. Toplumsal öğrenme kuramının görüşü şu sırayla özetlenebilir: "Ödül istiyorum. Oğlanlara özgü şeyleri yaptığım için ödüllendirildim. Dolayısıyla, bir oğlan olmak istiyorum." Oysa Kohlberg şu sıranın izlendiğini ileri sürmektedir: "Ben bir oğlanım. Dolayısıyla, oğlanlara özgü şeyleri yapmak istiyorum. Çünkü oğlanlara özgü şeyleri yapmak ödüllendirilmektedir." Küçük çocukların cinsiyet farklılıklarına ilişkin düşüncelerinde genital anatomi görece çok az bir rol oynamaktadır. Çocuklar, 2-6 yaşlar arasında, her bireyin ya erkek ya da dişi olduğunu, değişmez biçimde oğlanların erkek kızların kadın olacağını, erkek ya da dişi olmaya ilişkin nitelemenin duruma ya da kişisel güdülere göre değişmeyeceğini kavramaya başlamaktadırlar. Şu halde, bilişsel gelişim kuramında cinsel kimliğin kazanılması üç evrede ortaya çıkıyor demektir. Çocuk üç yaşında (birinci evre: cinsin özdeşliği) kendini doğru olarak etiketleyebilir ve başkalarının cinsini de belirli bir doğrulukla belirleyebilir. Dört yaşında (ikinci evre: cinsin kararlılığı) cinsin değişmeyeceği gerçeğine ilişkin kısmi bir bilinç vardır. Bununla birlikte, aşağı yukarı altı yaşına kadar, öncelikle fiziksel cins farklılıklarına dayanan kesin bir cinsel kimlik kavramı kurulmuş değildir (üçüncü evre: cinsin tutarlılığı). Bu ilerleme genel bilişsel gelişim örüntüsünü izler ve cinsin değişmezliği nesnenin sürekliliğinin özel bir yönü olabilir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#10 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3012
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() Kuramların topluca değerlendirilmesinde yarar var.
Çocukların cinsel kimliklerini nasıl kazandıkları konusunda tüm yayınları inceleyen E. E. Maccoby ve C. N. Jacklin, bilişsel gelişim kuramının olgulara en uygun düşen kuram olduğu sonucuna varmaktadır. Psikanaliz ve toplumsal öğrenme kuramlarının üç temel güçlüğü vardır. Birincisi, araştırmaların, çocukların davranışlarında aynı cinsten anababaya tam tamına benzediklerini göstermemesidir. Örneğin, oğlan çocuklar, en azından ölçülen davranışların çoğunda, kendi babalarına benzemekten çok, diğer çocukların babalarına benziyor görünüyorlar. Maccoby ve Jacklin, toplumsal öğrenme kuramının, cinse bağlı davranışlarda erkeklerin ve kadınların farklı pekiştirmelere uğradıkları sayıltısını sorgulayarak, iki cinsin toplumsallaşmasında yüksek derecede bir özdeşlik olduğunu vurgulamaktadır. Anababalar çocuklarını aynı biçimde yetiştirdiklerini, cinse göre farklılaşan bir işlemde bulunmadıklarını ısrarla belirtiyorlar. Bununla birlikte, anababalar oğlanların ve kızların doğal olarak farklı olduğuna inandıkları için, oğullarını ve kızlarını aynı biçimde yetiştirdikleri iddialarını kabul etmek zordur. Psikanalizin ve toplumsal öğrenme kuramının ikinci güçlüğü, erkek ya da dişi modeli taklit etme olanağı sunulmuş çocukların mutlaka kendi cinslerine uygun düşen modeli seçmemeleridir. Çocukların seçimleri oldukça rastlantısaldır. Ancak, Bandura'nın öğrenme ile uygulama arasıda yaptığı ayırım bu eleştiriyi aşabilmektedir. Bandura'ya göre, çocuklar her iki modelden de öğrenebilirler, ama sonuçların ne olacağı ve davranışın kendi cinslerine uygun düşüp düşmeyeceği konusundaki düşüncelerine bağlı olarak, öğrendiklerini uygulayabilir ya da uygulamayabilirler. Maccoby ve Jacklin'in psikanaliz ve öğrenme kuramlarında saptadığı üçüncü güçlük, çocuklar cinse bağlı davranışa girdiklerinde çoğu zaman, gözlemledikleri cinse bağlı davranışla çok az bir doğrudan ilişki görülmesidir. Oğlanlar, aile arabasını annelerinin babalarından daha fazla kullandığını görseler bile arabalarla ve kamyonlarla oynamayı seçiyorlar; kızlar, anneleri aynını yapıyor olmasa bile, seksek ve ip atlama gibi yüksek derecede cinse bağlı oyunları oynuyorlar. Gelişim psikologlarının çoğu bilişsel gelişim kuramını üstün tutmakla birlikte, kimileri her üç kuramı da dikkate değer bulmaktadır. J. S. Hyde ve B. G. Rosenberg bu konuda şöyle demektedir: "Tümüyle doğru kuram yoktur, herbiri anlayışımıza bir şeyler katar. Freud'çu kuram, , bireyin cinsel kimliğinin ve davranışmın köklerinin önceki yaşantılarda olduğunu açıklayan psikoseksüel gelişim kavramının vurgulanmasında tarihsel bakımdan önemlidir... Toplumsal öğrenme kuramı, cinsel rol değişiminin toplumsal ve kültürel ögelerini, cinse bağlı davranışların oluşumunda toplumun önemini vurgulaması bakımından önemlidir... Bilişsel gelişim kuramı da, cinse bağlı rolün öğrenilmesinin çocukluğun akılcı öğrenme sürecinin bir bölümü olduğunu vurgulamaktadır, çocuklar cinsiyet rollerini kazanmaya etkin biçimde çaba göstermektedirler" (Vander Zanden, 1981). Freud'un kuramının temellerinden biri olan Oedipus karmaşasının oluşumuna ve evrenselliğine ilişkin açıklamalar bugün kuşkuyla karşılanmaktadır. Erich Formm'a (1979) göre, Freud Oedipus'u keşfederek büyük bir hizmette bulunmuş, ama bu yaşantıyı cinsel bir olgu olarak görmesi yüzünden anlamını çarpıtmıştır. Oedipus, temelde anneye cinsel bağlılığın değil, cennetsi ortama duyulan özlemin, güvenlik gereksinmesinin ve korunma isteğinin anlatımıdır. Öte yandan, kadının kişilik gelişiminde penis özlemine başyerin verilmesi de şiddetle eleştirilmiştir. Kadını doğası gereği bağımlı, özsever, mazoşist, içtenlikle sevme yeteneği olmayan, cinsel bakımdan da soğuk bir varlık olarak tanımlamak en azından tarihsel bir sınırlılık içermektedir. Freud, kendi zamanının orta sınıf kadınının, ataerkil erkeğin cinsel tutumunun kaçınılmaz sonucu olan bu özelliklerini evrenselleştirmek yanlışına düşmüştür. Bütün kuramların, içinde ortaya çıktıkları çağın ya da dönemin bilimsel verilerini olduğu kadar kültürel önyargılarını da yansıtmak durumunda -hatta belki zorunda- oldukları gerçeği kuramları incelerken gözden kaçırılmaması gereken önemli bir noktadır. Öte yandan, bir kuramın bütün yönleriyle doğru ya da yanlış olamayacağı gerçeği de aynı derecede önemlidir. Freud, Fromm'un deyişiyle, devrimci bir kuram yaratmaya çalışmış, ama çağının tutucu görüşlerinin etkisinden kendini kurtarmayı başaramamıştır. Özellikle cinsel kalıpyargıların kaçınılması güç etkileri bu görüşü doğrulamaktadır.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() ![]() |
Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir) | |
Konu Araçları | |
Görünüm Modları | |
|
|
![]() |
||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Uyku ve Yaşlılık | BeatLes | Revir | 0 | 04-05-2010 01:05 AM |
Ölüm | GooD aNd EvıL | Eskiler (Arşiv) | 0 | 10-07-2007 07:40 AM |
'Yaşlılık aylığı yükseltilmeli' / 1 ekim | M@D_VIPer | Eskiler (Arşiv) | 0 | 10-01-2006 03:30 PM |
'Yaşlılık aylığı yükseltilmeli' / 1 ekim | M@D_VIPer | Eskiler (Arşiv) | 0 | 10-01-2006 03:24 PM |
Romatizma yaşlılık hastalığı değil | Karizmatix | Eskiler (Arşiv) | 1 | 03-19-2006 03:20 AM |