![]() |
|
![]() |
#1 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3009
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() 3. Yaşam süresince ölüm yönelimleri
Herkes yaşam süresinin her noktasında ölümle ilişki içinde yaşar. Bu bakış açısı yaşlılıktaki ölüm yönelimlerini anlamamıza katkıda bulunur. Böylece yalnızca ölüm karşısındaki tutumlara ilişkin özel araştırmalara değil, bilişe, zaman açısına, kişilerarası ilişkilere eğilen araştırmalara da yer vermek olanaklı olmaktadır. Genel bilişsel düzey ve üslup önemlidir; çünkü ölüm konusundaki düşünceler bireyin kendisini ve dünyayı yorumlama yeteneğiyle ilişkilidir. Zaman boyutu önemlidir, çünkü kişisel ölüm hep geleceğe ilişkindir; aynı zamanda, geçmişteki kederler, ayrılıklar, diğer yitimler ve tehditler de geriye bakışın konularını oluşturmaktadır. Ölüm yöneliminin kökleri ilk kişilerarası yaşantılarda bulunabilir ve bu ilişkiler yaşam boyunca etkili olmayı sürdürdüklerinden ölüm yönelimi (death orientation) açısıdan önemlidirler. a. Bebeklik ve ilk çocukluk Zihin gelişimi alanında yüzeysel bir yaklaşım bebek ve çocukların ölüm konusunda hiçbir şey bilmedikleri sonucuna varabilir. Çocuklar soyut kavramlar konusunda hiçbir şey bilmezler ve çoğu anababaların ve öğretmenlerin beklentisi doğrultusunda da ölümü anlamazlar ve anlamamalıdırlar. Yine de küçükler ölümün farkında olduklarına ilişkin tepkiler vermişlerdir. Bu olgu dikkatle incelenirse zihin gelişimi kuramına uygun düştüğü görülmektedir. Piaget'e göre zeka biyolojik bir uyum işlevidir ve bu işlev ergenlikte birdenbire ortaya çıkmaz. Bebek ve çocuk da yetişkinden farklı da olsa zeki davranışlar sergiler. Zeki davranış her zaman yüksek düzeyde gelişmiş bilişsel yapı sonucu değildir. Üstelik küçük insanın güçsüzlüğü onun tehlikeyi sezme ve yardım isteme yeteneğini gerekli kılar. Koruyucu yetişkinin yitirilmesi ölüm tehdidi gibidir. Varoluşu tehlikeye girdiğinde bebek soyut zihinsel işlemler olmadan da çevresini algılayabilir. Hiçbir insan ayrılma vc terkedilme tehdidini algılayamayacak kadar küçük değildir. Buradaki önemli nokta, kavram-öncesi zeka etkinliği biçimlerinin yaşamın çok erken dönemlerinde var olduğu ve en kritik konularından birinin yaşamın korunması olduğudur. Piaget'in kuramında vurgu "nesnenin sürekliliği ve korunumu" üzerindedir. Piaget'in bulguları bunların ilk iki yıldan itibaren başladığını ve çevre etkileşimiyle gelişmeyi sürdürdüğünü göstermektedir. İnsanlar ve diğer nesneler uzaydaki konumlarını çocuğa göre sürekli değiştirirler. Çocuk, algı alanındaki değişimleri izleyebilmek için değişim içindeki "değişmezlik" bilincini elde etmek zorundadır. Nesnenin sürekliliği ve korunumu özelliğinin gelişimi büyüyen bireyin gerçekliği nasıl kurduğunu açıklamaktadır. Nesne korunumunu elde edemeyen çocuk tek parçalı ya da kaotik bir gerçekliğe takılıp kalacaktır. Ancak çocuk, değişim, yok olma gibi olguları anlamadan nesne korunumunun da pek anlamı olmayacaktır. Değişmezlik kavramının temelinde değişim vardır. İlk yıllarda zihinsel etkinlik henüz ayrışmamıştır, global'dır. İkinci yaşta örneğin zaman, süreklilik ve ölüm gibi soyut kavramlar oldukça uzaktır, ama çocuk bunlara ilişkin deneyimleri şimdiden işleme koymaya başlamıştır. "Gitti", "uzun süreli gitti", "ebediyen gitti" (ya da "öldü") düşünceleri henüz ayrıştırılmamıştır; dolayısıyla her ortadan yitme değişim, ayrılma ya da yitirme (kavramöncesi biçimde), "ölü" ve "öldü" kavramları kategorisine kaydedilecektir. Bu "nesnenin ölümü" olarak adlandırılabilir ve çocuğun olgun zihinsel işleyişe doğru ilerlemesinde en önemli öncül kavramları (protoconcepts) oluşturur. "Nesnenin ölümü" ile "benliğin ölümü" arasındaki farkın elde edilebilmesi için daha fazla zihinsel olgunlaşmaya ve deneyime gerek vardır. Çocuk hala en yakın çevresine bağımlıdır. Zihinsel işlemlerle kestirilebilir ve tutarlı bir dünya kurmak için, kestirilemezi ve tutarsızı tanıma ve ayrıştırma yeteneğine gereksinme vardır. Çok küçük çocukların ölümle ilişkili yönelimlerini gözlemlemede çok geniş olanaklar vardır, ancak daha büyük çocuklar ve yetişkinler için kullanılan yöntembilimi kullanmak olanaksızdır. Oyun durumunda gerçekleştirilen doğal gözlem küçük deneylerle desteklendiğinde çok yararlı olabilir. Bowlby küçük çocukluktaki yitirmelerin psikososyal sonuçlarını dikkatle izlemiştir. 12 aylık çocuklara ilişkin gözlemler, çocukların yabancıların yanındayken yitik anneyi bulmak için belirgin bir çaba gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Önce "protesto" ve bulmak için "acil çaba" vardır. Çocuk günlerce yüksek sesle ağlamakta ve yiten annesi olabilecek her şeye ve her sese doğru kendini atmaktadır. Umutsuzluk ve umutla arama arasındaki gidip gelmeler bir hafta sürmekte, ama sonunda çaresizlik yerleşmektedir. Annenin dönmesi isteği ortadan kalkmaz, ama bunun gerçekleşmesi umudu yitirilir. Sonunda bu istek de ortadan kalkar ve çocuk sonsuz bir acı içinde içine dönük ve apatik bir görünüm kazanır. Bu tepki örüntüsü yakınlarının yasını ya da başka acı yitimleri yaşamış olan kişilerde de gözlemlenebilir. Bu görünüme kurumlardaki geriyatrik hastalarda da rastlanır. Bowlby'nin diğer gözlemleri çocukluktaki keder tepkisinin uzun süreli olabileceği doğrultusundadır. Anne figürünü yitiren küçük çocuk, bellek sınırlarına ilişkin bütün sayıltılara karşın, son derece sürekli bir duygu ve davranış göstermektedir. Çok küçük çocuklarda kederin sürekliliğini açıkça gösteren sözel olmayan davranışlar gözlemlenmektedir. Terapistler küçük çocukların ölümle ilişkili oyunlarını izlemişlerdir. Bu gözlemler iki yaşındaki çocuğun ölüm konusunda bir şeyler bildiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca gözlemler ölümle ilişkili yaşantıların çocuğun tüm gelişimini etkileyebileceğini de göstermektedir. Yetişkinlerin çocukluk anıları incelendiğinde ölümle ilişkili çok belirgin yaşantılar bulunmaktadır. Stanley Hall'a göre, çocuk olayı yaşadığı sırada duygularını dile getirecek sözel yeteneğe sahip olmadığı için acısını uzun yıllar taşımaktadır. Sonuç olarak, gözlemler ve anı incelemeleri, çok küçük çocukların ölümle ilişkili yaşantıları kaydettiklerini ve bu yaşantıların bireyin tüm yaşam yöneliminin bir parçası haline geldiğini göstermektedir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#2 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3009
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() b. İleri çocukluk ve ergenlik
İlk çalışmalar (1940'larda) ölüm kavramlarının yetişkin düzeyine ulaşmadan iki ön evreden geçtiğini ortaya koymaktadır. Okul öncesi yıllarda çocuklar ölümü, yaşamın durmasını değil azalmasını içeren geçici bir durum olarak algılarlar ("Ölü insanlar acıkmazlar, belki biraz..."). Bunu izleyen ara evrede çocuk ölümü bir son olarak algılar, ama ölümü yine de evrensel ve kaçınılmaz olarak görmez. On yaş dolaylarında çocuk, yalnızca ölümün bir son olduğunu anlamakla kalmaz, kendisi de içinde olmak üzere her canlı yaratığın değişmez yazgısı olduğunu kavrar. Ölümü kavramlaştırma düzeyinin yaştan çok genel zihinsel olgunlaşma düzeyine sıkıca bağlı olduğu ortaya konmuştur. Sürekli hastalığı olan çocukların gözlemlenmesi, yaşam deneyimlerinin yaş ve gelişim düzeyinden daha etkili olduğunu göstermiştir. Kimi hasta çocuklarda ölüm kavramı daha sistemli bir biçimde gelişmektedir. Genel olarak zihin gelişimi ve özel olarak ölüm kavramı gelişimi araştırmaları dikkate alındığında, ölümün son, kaçınılmaz ve tamamlayıcı olduğu gerçeğinin bunları anlamayacak kadar küçük olanlar tarafından bile kavrandığı görülmektedir. Bu çocuklar, kendi durumlarının değişiminden, anababa, doktor ve hemşirelerin tepkilerinden ve tepkisizliklerinden öğreniyorlar her şeyi. Ama en önemlisi, kötü durumunu gözlemledikleri diğer hasta çocukların yaşantılarından öğrendikleridir. Yaşa bakılmaksızın bu çocuklar için ölüm ve ölme, yoksun bırakan, ayrılma ve kimlik yitimi getiren yaşantılardır. Ölüm bu çocuklar için hastalık ve yaşam döngüsünün bir parçasıdır. Sürekli hasta çocukların zaman akışı onların kaçınılmaz ölüm bilgilerini de yansıtır. Hastalık ilerledikçe gelecek konusunda konuşma da belirgin biçimde azalır. Gelecek yakın bir tatil ya da yakın bir olayla sınırlıdır; çocuk bu olayları hızlandırmak için çaba harcar. Daha önceki uzun vadeli plan ve amaçlardan. örneğin büyüyünce ne olacağından hiç söz edilmez. Yetişkinler zamana bakıştaki bu gerçekçi değişim karşısında zor duruma düşerler. Geleceğin bir biçimi olarak ölümden sonraki yaşam umutsuz hasta çocukların konuşmalarında yer almaz. Yaşlı ve hasta yetişkinlerde görülen "ödünleme ilkesi"ne çocuklarla yapılan araştırmalarda rastlanmamıştır; çocuklar her türlü mutluluğun ya da doyumun çabuk gelmesi gerektiği düşüncesini ortaya koymuşlardır. Ölüm olasılığı ile bir bireyin gelecek görüşü arasında algılanan ilişki, çoğu zaman, yaşlılar açısından ya da hiç olmazsa yaşamı gözden geçirmesi ve ölümlüğünü kabul edebilmesi için yeterince ömrü olanlar açısından tartışılmıştır. Yaşamsüresi boyunca zaman kavramı konusunda bilinenler, gelecek kavramı ile ölüm kavramının en azından orta çocukluk yıllarından itibaren birbirini etkilediğini ortaya koymaktadır (Kastenbaum, 1983). Her bireyin, ileri yaşa ulaşmadan ya da ölüm olasılığıyla karşılaşmadan önce, gelecek ve ölüm kavramlarını oluşturduğu kişisel bir geçmişi vardır. Çocuklar ölüme ilişkin düşünce ve duygularını kısmen kişilerarası ilişkileri içinde oluşturmaktadırlar. Masters'in gözden geçirdiği yeni araştırmalar, bilişselliğin kişisel olgunlaşma bağlamında olduğu kadar toplumsal bağlamda da geliştiğini ortaya koymuştur. Bilişsel ve toplumsal gelişim konusundaki genel bilgilerimiz ölüme ilişkin düşüncelerin rolü dikkate alınmadıkça tamamlanmış olmayacaktır: aynı şekilde, ölüm düşüncesinin yaşam süresince gelişimine ilişkin bilgimiz daha geniş psikososyal olgunlaşma bağlamına yerleştirilmedikçe eksik kalacaktır. Yetişkinlikteki ve yaşlılıktaki ölüm düşüncelerinin anlaşılması bireyin kişilerarası bağlamı dikkate alınırsa kolaylaşabilir ve zenginleşebilir. Örneğin, ölümle ilgili yaşantılar kiminle paylaşılıyor, birey başkalarının tepkisinden ya da tepkisizliğinden nasıl etkileniyor sorularının yanıtları aranmalıdır. Ergenlik araştırmaları ergenlik dönemini pek çok boyutlarıyla ele aldığı halde, ergenlikteki ölüm kavramını genellikle ihmal etmiştir. Ergenlik psikolojisi alanında otorite sayılan yazarlar "ölüm", "ölmek", "ölümlülük" konusuna hiç yer vermemişlerdir. Ölümün yaşlılığa özgü olduğu kalıpyargısı ergenlik araştırmalarını da etkilemiş görünmektedir. Araştırmalar ölüm korkusunun ergenlikte en üst düzeyde olduğu görüşünü doğrulamamaktadır. Ölüm korkusunun, toplumsal destek, zihinsel olgunluk, bireysel deneyimler gibi başka değişkenlerden etkilendiği söylenebilir. Ayrıca, ergenlikte gerçek ölüm, ölüm duygusundan ve düşüncesinden çok daha belirgindir. Amerika Birleşik Devletleri'nde bütün nedenlerle ölme oranı ergenler ve genç yetişkinler arasında gitgide artmaktadır. İntihar ve kendini mahvetmenin dolaylı biçimleri gitgide daha fazla sorun olmaktadır. İntiharı yaşam süresi boyunca inceleyen Maris (1981), insanların ergenlik gibi geçiş dönemlerinde daha duyarlı ve yaralanabilir olduklarını belirtmektedir. Henüz bu savı destekleyen yeterli veri olmamakla birlikte, Maris, yetişkinlik eşiğindeki ergenin ve yaşlılık eşiğindeki yetişkinin intihar potansiyeline dikkati çekmektedir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3009
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() c. Yetişkinlik ve yaşlılık
Kuramsal açıdan, ölüm karşısındaki nesnel ve kişisel yönelimler arasındaki uygunluk derecesine bakılabilir. Bu uygunluk derece derece mi, yoksa ansızın mı ortaya çıkar (örneğin, özel yaşam deneyimlerine tepki olarak); başka bir deyişle, daha uygun bir bunalım modeli mi, yoksa henüz belirlenmemiş bir değişim süreci mi söz konusudur. Ölümle ilişkilerin değişmesi, zorunlu olarak, bireyin yeni bir kendi üzerinde düşünme süreci başlatmasına yol açar. Ancak, zaman boyutu birey yakalandıkça ya da ölüme yaklaştıkça mutlaka kısalıyor değildir. Yaşlı kişinin gelecek duygusu, kronolojik yaş ya da ölümden olası uzaklık gibi boş değişkenlerden çok, bireyin çevre üzerindeki denetim algısına bağlıdır. Ayrıca bireysel farklılıkları da dikkate almak gerekmektedir. Kimi insanlar yaşam ve ölüm korkularıyla çok erken yaşlardan itibaren ilgilenirler, kimileri de ileri yaşlara ölüme fazla kafa yormadan girerler. Bu alanda toplumsal istek ve beklenti değişkenleri önemli bir etkendir. Yaşlıların çoğu yaşam ve ölüm konusunda bilgece ve şatafatlı şeyler söylemelerinin beklendiğini bilirler; bazıları gerçekten bu konuları düşünürken, bazıları da yalnızca beklentiye boyun eğerler. Yetişkinlerin ölüm yönelimleri konusunda sözlü anlatımlar kadar pratik kararlar da bilgi verebilir. Bir insan bir vasiyet hazırlamış mı ve bunu değişen koşullara göre düzeltiyor mu? Yaşamını uzatmak için yeme içme alışkanlıklarını değiştiriyor mu? Tehdit edici belirtilere karşın sigara içmeyi sürdürüyor mu? Ciddi biçimde hasta olan arkadaşlarını ziyaret ediyor mu, bundan kaçınıyor mu? Ölüm ilanlarına bakıyor mu, bakmaktan kaçınıyor mu? Bilişsel uyumsuzluk kuramı bu konuda yararlı olabilir. Yaşlanan birey ölümle ilişkili etkenleri dikkate aldıkça gerçeklik ile bilişsel tasarım arasında daha fazla uygunluk ortaya çıkar. Ancak, ölümle ilişkili düşüncelerin kendisi yerleşik tutumlarla çatışarak uygunsuzluk yaratabilir. Gerçekliğin baskısından kaçarak yüreğimizin derinliklerinde genç ve ölümsüz mü kalmalıyız, yoksa ölümün düşüncemizde daha geniş bir yer almasına izin mi vermeliyiz? Bireyin ölüm bilgisini zihinsel yaşamında gözden geçirmenin hem yararı hem da zararı vardır ve bu alanda kulladığımız stratejiler bizi her yaşta etkileyen her şeyden etkilenmektedir (zihinsel olgunluk düzeyi, kişilerarası destek, stres, sağlık gibi). Ölüm karşısındaki yönelimleri yalnızca kronolojik yaştan kestirme yolu pek verimli olmamaktadır. Ölümle ilgili düşünceleri diğer değişkenlere bağlı olarak açıklama girişimi de karışık sonuçlar vermektedir. Araştırmalarda kullanılan tekniklerin sınırlılıklarını dikkate almak gerekmektedir. Aslında, ölüm korkusunu ve düşüncesini ortaya çıkarmak için kullanılan tekniklerin neyi ölçtüğü hep tartışma konusu olmuştur. Yetişkinlikteki ölüm tutumlarını açıklamaya çalışan kuramlar genellikle deneysel bulgularla desteklenememiştir. Bu konuda o kadar çok yöntembilim sorunu vardır ki, başarısızlık ne yalnızca kavramlara, ne de işlemlere bağlanabilir. Akademik türden ölüm araştırmalarının birtakım güçlükleri sürüp giderken, klinik ve diğer uygulamalı araştırmalar yararlı olmaktadır. Araştırmacılar 25-90 yaşları arasındaki bin erkeği inceleyerek, her yaş düzeyinde yüksek, orta ve düşük düzeyde anksiyete bulmuşlardır. Yüksek anksiyeteli genç ve orta yaşlı erkekler doktorların teşhis edebildiğinden daha fazla hastalık bildirmişlerdir. Yüksek anksiyeteli yaşlı erkekler ise hastalıklarını azaltarak belirtmişlerdir. O halde kimler sağlıklarını doğru olarak bildirmektedir? Büyük olasılıkla yüksek anksiyeteli olmayan "iyi uyum sağlamış" yaşlılar... Anksiyeteli yaşlı erkekler yaşama yönelik güncel bir tehditten (hastalık) korunmak istemişler, buna karşılık anksiyeteli genç erkekler yaşamlarının tehlike içinde olduğuna gerçekten inanmadıkları için semptomlar üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu gözlemin pratik sonuçları açıktır: Hastanın anksiyete düzeyi ve bununla başaçıkma biçimi klinik değerlendirmeye katılmalı ve yaşlıların sağlıkla ilgili bildirileri dikkatle ele alınmalıdır. Araştırmacılar, yüksek ölüm anksiyetesi bildiren yaşlı kadınların zaman karşısında mülkiyetçi olduklarını ve zamanın çabuk geçmesini istemediklerini buldular. Bu bulgu bireyin zamanın güçlükle geçişine ilişkin algı örüntüsüyle açıklanabilir. Bu konunun araştırılmasında yalnızca sözel tepkilerin derlenmesinin yeterli olmadığını, doğal durumlarda yapılmış dikkatli gözlemlere gerek olduğunu bir kez daha belirtmekte yarar var. Yetişkinlerin ölüm karşısındaki yönelimleri sözel tepkilerle tam olarak anlaşılamadığına göre, belki sözel olmayan davranışların en aşırısı olan intihar aydınlatıcı olabilir. Yaşama karşı ölümü seçmek çocukluktan yaşlılığa kadar her düzeyde ortaya çıkan bir olgudur. Amerika Birleşik Devletleri'nde intihar konusunda cinsiyet farklılığı olduğu, erkek intiharlarının kadınlarınkinden üç kat fazla olduğu dikkati çekmektedir. Üstelik erkekler daha şiddetli ve etkin yöntemler kullanmaktadırlar (kadınlar tipik olarak ilaç kullanmayı, erkekler ise ateşli silahları, damar kesmeyi, yüksekten atlamayı seçiyorlar). İntihar olayları kronolojik yaşa bağlı olarak çocukluktan genç yetişkinliğe doğru artmaktadır. Kadınların intiharı 40 yaşlarının ortalarına kadar artmayı sürdürmekte, 80 yaşlarının ortalarında düşmektedir. Erkek intiharı 25-40 yaşlarında biraz durmakta -yine kadınlardan fazla-, sonra 80'lere doğru yeniden yükselmektedir. 20'inci yüzyılda intiharların artış gösterdiği gerçeğini de dikkate almamız gerekiyor. Murphy, intiharın evli olmamak, az arkadaşı olmak, ölümden sonraki yaşama inanmamak, depresyona girmek gibi özelliklerle ilgili olduğunu ileri sürmektedir. Yaşlanmayı korkunç bir şey olarak algılayan ve yaşlılıktaki rol beklentileri olumsuz olanlarda intihar daha fazla olmaktadır. Boldt, intiharın sorunlara çözüm olarak kabul edilmesinde zaman ve kuşak farklılıklarını soruşturduğu araştırmasında, genç kuşağın yaşlılara göre intihara karşı daha kabul edici bir tutum gösterdiğini, daha da ilginci, gençlerin ölüme karşı da daha kabul edici olduklarını buldu. Genç kuşağın intihar ve ölüm karşısındaki kabul edici tutumları ile gençlerin artan intihar oranları arasında nedensel bir ilişki olduğunu kabul etmek acele etmek olur; ama yine de Boldt'un bulguları olası bölük etkisini (cohort enfluence) vurgulaması açısından önemlidir. Boldt'a göre ölümü ceza olarak görmek ya da olumlu olarak değerlendirmek intiharı destekleyici ya da engelleyici bir etken olabilmektedir. Yaşlıların da intihar karşısında gençliklerindekine göre daha hoşgörülü oldukları, ölümün bir ceza olduğu görüşünü zamanla değiştirdikleri görülmektedir. Başka araştırmalar da, kurumlardaki ve hastanelerdeki yaşlılarda çevre kısıtlamaları ile kendine zarar verme eğilimi arasında ilişki olduğunu göstermektedir. Bu bulgulara göre kurumlardaki yaşlılar yaşamlarına son vermeyi sık sık düşünmektedirler. Sonuçlanmış intihar girişimlerinin kendine zarar verme olaylarından daha az olduğu görülmektedir. Özellikle orta ve ileri yaşlarda artan bağımlılık korkusu ve umutsuz hastalık intiharların kaynağını oluşturmaktadır (Birren ve Warner Schaie, 1985).
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3009
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() 4. Ölme Süreci
"Ölüm" sözcüğü hem bir olayı -ölme olayını-, hem de bu olayın sonucunu gösterir. Klinik ölüm ile biyolojik ölümü birbirinden ayırmak çok güçtür. Klinik ölüm yaşamsal (vital) belirtilerin yok olmasıyla tanımlanır; fakat yaşamsal belirtilerin ortadan kalkmasından sonra bazı biyolojik yapılar işlevini sürdürmektedir. Başka bir deyişle, biyolojik ölüm bedenin farklı yapılarına göre değişiklik göstermektedir. Ölme süreci normal olarak birtakım evrelerden geçmektedir. E. Kübler-Ross (1969) ölmekte olan 200'den fazla hastayla yaptığı görüşmelere dayanarak ölme sürecinin evrelerini saptamıştır. Kübler-Ross'a göre, eğer ölüm aniden olmamışsa ve ölmekte olan kişi ne olup bittiğinin farkındaysa ölme süreci beş evreden geçmektedir. (a) Yadsıma ve yalıtma. Birinci evrede kişi ölümün yakın olduğunu yadsımaktadır. İlk tepki "Hayır, ben değil, doğru olamaz!" biçiminde ortaya çıkmaktadır. Kimi hastalar bir yanlış yapıldığını (örneğin tıbbi testlerin başkasınınkiyle karıştırıldığını) ileri sürmektedir, kimileri daha olumlu bir tanı için başka doktorlara gitmektedir. Bu yadsıma tepkisi beklenmeyen haberin şokuyla başaçıkmada sağlıklı bir yol olarak görülebilir. Yadsıma kısa vadede tampon işlevi görmekte, hastanın uzun vadede daha köklü savunmalar geliştirmesine olanak sağlamaktadır. 200 denekten sadece 3'ü yadsıma tutumunu sonuna kadar götürmüştür; çoğu, yadsımanın tampon olma işlevi bittikten sonra onun yerine "kısmi kabul" tutumunu geçirmiştir. (b) Öfke. İkinci tepki "Neden ben?" biçiminde ortaya çıkmaktadır. Odak duygu öfke, haset ve küskünlüktür. Aile için bu öfkeyle başaçıkmak, hastanın bakış açısını anlamak çok zordur. Öfkeli kişinin mesajı belki şudur: "Ben yaşıyorum, bunu unutmayın! Sesimi duyabilirsiniz. Henüz ölmüş değilim..." (c) Pazarlrk. Bu evrede Tanrıyla, doktorla ya da başkalarıyla pazarlık ederek ölümü ertelemeye çalışılmaktadır. Bu evre de hasta için kısa vadede yardımcı bir evredir. Pazarlık örnekleri diğer evreler kadar açık seçik değildir ve bütün hastalar ölümle bu yolla başaçıkmaya kalkışmamaktadır. (d) Depresyon. Bu evrede kişi artık ölmekte olduğunu yadsıyamaz, öfkenin yerini depresyon alır. Kübler-Ross "hazırlayıcı" depresyon ile "tepkici" depresyonu birbirinden ayırmaktadır. Hazırlayıcı depresyon, dünyanın şeylerinden vazgeçmeyi ve dünyadan sonul ayrılışı içeren "hazırlayıcı hüzün"le ilişkilidir. Hasta sevdiği her şeyi ve herkesi bırakma sürecine girmiştir. Bir depresyon türünde hasta sessizdir; sessiz jestler, karşılıklı duygu ve sevecenlik anlatımları hastaya yardımcı olabilir. Buna karşılık tepkici depresyonda kişi bazı müdahaleler gerektirebilir, destekler isteyebilir. (e) Kabul etme. Bu son evre öncekilerin en yüksek noktasıdır. Bu evrede hasta yaklaşan sonunu derin derin düşünmektedir. Bu evre hemen hemen bir duygu boşluğuyla belirlenir. Kübler-Ross bu evrelerde "umut"u önemli ve sürekli bir etken olarak görmektedir. Yeni bir ilaç, bir araştırmada son dakikada bir başarı, yeni bir tedavi yöntemi gibi düşünceler hastanın son aylarına ve haftalarına kadar koruduğu düşüncelerdir. Bu umut sadece iyileşme umudu değildir, aynı zamanda ölümü kabul ederek ölme umududur. Bu umut, hem ölümü hem de ölüm kederini daha insancıl ve anlamlı kılmaktadır. Psikiyatrist Kübler-Ross ölüm evreleri kuramını ağır derecede hasta kişilerle yaptığı görüşmelerle geliştirmiştir. Bugün geçerliliği kalmamakla birlikte, bu kuram, başka araştırmacıları ölmenin psikolojisi üzerinde çalışmaya sevketmesi bakımından yararlı olmuştur. Kastenbaum (1975), Kübler-Ross'un kuramının ölme sürecinin çok önemli bazı yönlerini ihmal ettiğini ileri sürmektedir. Kişilik, cinsiyet, gelişim düzeyi, ölüm ortamı gibi etkenleri mutlaka dikkate almak gerekmektedir. Kastenbaum'a göre Kübler-Ross'un evreleri ölme deneyiminin çok dar ve öznel yorumlarıdır. Bu evreler abartılmış ve bireyin önceki yaşamından ve şimdiki koşularından yalıtılmış biçimde betimlenmiştir.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3009
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() 5. Ölümü Karşılama
Herkes ölümü ve ölmeyi kabul etmek zorundadır; ölümü gerçekçi bir biçimde kabul etmek kişinin duygusal olgunlaşmasının belirtisidir. Ancak, insanların ölüm karşısındaki bilinç düzeylerinin bireyden bireye farklılık göstereceği de açıktır. Duk Üniversitesi araştırmacıları 60-94 yaşları arasındaki 140 yaşlıyı incelediler. Yaşlıların % 5'i ölümü hiçbir zaman düşünmediğini, % 25'i haftada bir kezden daha az düşündüğünü, % 20'si ölümün haftada bir kez aklına geldiğini, % 49'u ölümü en azından günde bir kez anımsadığını belirtiyordu. Aynı araştırmada yaşlı kişilerin ölüme farklı anlamlar yüklediği de bulunmuştur. Kimileri ölümü bedensel yaşamın sona ermesi ve yeni bir yaşama, başka bir dünyaya geçiş olarak görmektedir. Kimileri daha önce ölmüş sevilen bir kişiyle yeniden birleşme inancını dile getirmektedir. Her iki grup için de ölüm daha iyi bir varoluş durumuna geçiştir. Ölümün bir ceza olduğunu doğrudan dile getirenler çok azdır. Ölümü bir "son" olarak görenler de vardır. Kişi için ölümün anlamı, hem kişisel hem sosyo-kültürel pek çok belirleyiciye bağlıdır. "Ölümün anlamı" ölüm olayının yaşanmasına bağlı değildir; ölüm olgusu karşısındaki duygulara ve yorumlara bağlıdır. Duke Üniversitesi araştırmasında deneklerden aşağıdaki cümleleri tamamlamaları istenmiştir: - Bir insan öldüğü zaman ... - Ölüm ... dir. - Öldüğüm zaman ben ... Yanıtlar aşağıda gösterilen kategorilerde toplanmaktadır: (a) Yaşamın sürmesi ya da kesilmesi. Açıklamaların çoğu dinsel inançları ortaya koymaktadır. Örneğin, "Ölüm bu dünyadan bir başka dünyaya geçiştir" ya da "öldüğüm zaman ruhumun sürüp gideceğini düşünüyorum" gibi. Bu açıklamalara göre yaşamın sonu öbür dünyaya atlama tahtasıdır. Bir başka yorum da, ölen kişinin başkalarında yaşaması biçimindedir: "Ölen bir insan kalanların düşüncesinde ve gönlünde yaşamayı sürdürür." Buna karşılık kimileri de ölümü, kişiliğin sona ermesi olarak düşünmektedirler. (b) Düşman olarak ölüm. Ölüm yaşamı ve ilişkileri kesen, bozan, sona erdiren bir düşman olarak görülmektedir. Örnek: "Ölüm zalim bir efendidir". Yanıtların çoğu bağımlılık, güçsüzlük korkusunu ya da ölüm edimine bağlanan acı ve eziyet çekme duygusunu dile getirmektedir. (c) Birleşme ya da ayrı düşme. Çokları ölümü daha önce ayrılınan birine kavuşma olarak görmekte, kimileri de sevilen birinden ayrılma gibi hissetmektedir. (d) Ödül ya da ceza. Çoğu kişi ölümü daha iyi bir varoluş durumuna geçiş olarak görmektedir. Örnek: "Tanrının mutluluklarına kavuşmaya gideceğim." Bu aslında dinsel inançlara bağlı bir düşüncedir. Ölümün ceza anlamına geldiği genellikle pek az dile getirilmiştir (Jeffers ve Verwoerdt, 1969). Araştırmacıların çoğu yaşlı kişilerin çok az bir bölümünün -sadece % 30- ölüm korkusu bildirdikleri konusunda görüş birliği içindedir. Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü'nün araştırmasında sağlıklı yaşlı kişilerde ölüm korkusu % 30 oranında bulunmuştur. Araştırmacıların, yaşları 49-92 arasındaki 200 denek üzerinde uyguladıkları cümle tamamlama testine göre, ölüm korkusu genel nüfusta yaşlı kişilerde olduğundan daha yaygındır. Duke Üniversitesi'nde yapılan başka bir araştırmada "Ölümden korkuyor musunuz?" sorusuna yaşlı deneklerin sadece % 10'u olumlu yanıt verdiler; deneklerin % 35'i korktuğunu reddetti, % 55'i ambivalandı ve soruyu yanıtlamakta tereddüt etti. Bu bulgular ölüm korkusu sorununun yaşlı kişilerde bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Duke Üniversitesi araştırmasında bir denek şöyle demektedir: "Hayır, ölümden korkmuyorum, bu bana son derece normal bir süreç olarak görünüyor. Ama ölüm geldiğinde neler hissedeceğinizi asla bilemezsiniz. Belki paniğe kapılabilirim." Bengston, Cuellar ve Ragan genç insanların 65 yaş ve üstündekilerden daha fazla ölüm korkusu yaşadıklarını ileri sürmektedir. İnsanlar acı verici, ayrılık yaratıcı hastalıklardan daha fazla korkmaktadırlar. Hinton hastanede ölen kişilerden dörtte birinin yüksek bir kabul gösterdiğini söylemektedir; fakat hastalık ve hastahane koşulları bunda önemli bir rol oynamaktadır. Hastaların yaklaşık yarısı yaşamının sona ermekte olduğunu kabul etmekte (daha çok yaşlı kişiler), dörtte biri acı çektiğini bildirmekte, diğer dörtte biri ise pek az şey söylemektedir. Weisman ve Kastenbaum (1968) sadece pek az yaşlı kişinin ölüm korkusundan söz ettiğini, ölüm korkusunun daha çok akut duygusal ya da psikiyatrik bozukluk çeken yaşlılarda bulunduğunu belirtmektedir. Yaşlı kişiler ölüm karşısında tek biçimli bir örüntü değil, çok çeşitli yönelimler göstermektedirler. Robert N. Butler'in (1971) "yaşamı yeniden gözden geçirme" adını verdiği süreç genellikle sessizce gerçekleştirilmekte ve kişiliğin yeniden örgütlenmesinde olumlu bir güç yaratmaktadır. Ancak bu bazı durumlarda patolojik düzeyde yoğun bir suçluluk, umutsuzluk ve depresyonun anlatımı da olabilmektedir. Bir insanın yaşamını yeniden gözden geçirmesi değişik türden bunalımlara tepki olabilir (örneğin, emeklilik, eşin ölümü, kendi ölümünün yakınlığı gibi). Butler'e göre yaşamın yeniden gözden geçirilmesi, bir bireyin ölüme uyumu, yaşamın sonuna doğru kişilik gelişiminin sürekliliği açılarından çok önemlidir. Çeşitli araştırmalar ölümden önce sistemli psikolojik değişimlerin ortaya çıktığını bildirmektedir. Bu değişimler fiziksel hastalıkların basit bir sonucu değildir. Ciddi biçimde hasta olan ve sonra iyileşen kişiler aynı değişimleri göstermemektedir. Lieberman ve Coplan, ölümlerinden bir yıl ya da daha az süre önce incelenen bireylerin, ölümden üç yıl ya da daha fazla uzak olanlara oranla daha zayıf zihinsel başarı, daha az içgözlem eğilimi, kişilik testlerinde daha az saldırgan ve daha fazla uysal benlik imgesi gösterdiklerini bildirmektedir. Bir yıl içinde ölenlerin birkaç yıl sonra ölenlere oranla zeka ölçümlerinde düşüş gösterdikleri de bulunmuştur. Psikomotor başarı testleri, depresyon ölçekleri ve sağlık bildirimleri önceden kestirim sağlayabilmekte ve doktorları gelecekteki bozukluklar konusunda uyarabilmektedir. Sosyolog Robert Blauner, modern toplumların bürokratik düzenlemelerle ölüm olayını denetim altına aldıklarını belirtmektedir. Amerika'da daha birkaç kuşak önce insanlar evlerinde ölüyorlardı; bugün yaşlılar yurdu ve hastaneler ileri derecede hasta olanlarla ilgilenmekte ve ölüm bunalımlarıyla uğraşmakta, cenaze evleri de toprağa verme işini üstlenmektedir. Birçok insan için gitgide daha yabancı bir yaşantı olduğundan ölümle nasıl başa çıkılacağı da gitgide daha az öğrenilmektedir. Ne ölmekte olan kişi, ne de ailesi ve arkadaşları ölüm yaşantısıyla uğraşmayı sağlayacak anlayış ve bilgiye sahiptirler. Amerika Birleşik Devletler'inde, ölen kişilerin % 70'inin son yıllarını bakımevinde ya da hastanede, çoğu zaman acı içinde ve yalnız olarak geçirdiği saptanmaktadır. "Onuruyla Ölme" hareketinin savunucuları "saldırgan" tıbbi bakımın -yaşamın ne pahasına olursa olsun korunmasının- insanları hızlı ve doğal ölümden alıkoyduğunu ısrarla vurgulamaktadırlar. Amerikan halkı içinde "sağlıklı ölme" istemi gitgide artmaktadır. Bu görüşe göre acıdan ve travmadan olabildiğince uzak bir ölüm yeterli değildir; umutsuz bir hastalıktan acı çeken bireyler, kendi tüm yaşam üsluplarına uygun düşen ve kimlikleriyle bütünleşen (örneğin romantik bir ölüm, kahramanca bir ölüm, vb.) özel bir ayrılma üslubu seçebilmelidir. Sudnow kurumların sistemli bir örgütlemeyle ölüme yakın olanları ve ölenleri nasıl gizlediklerine değinmiştir; Watson yaşlı ve hasta olmanın aynı gizleme sürecini başlattığını ortaya koymuştur. Aktif tedavinin kesilmesi kararı çok hasta olanlar ve ölüm halindeki hastalar için alınmaktadır. Ancak, "çok hasta" ve "ölüm halinde" kavramları yaşlılarda genellikle birbirine karışmaktadır. Aktif tedavinin kesilmesinin yanısıra, kişisel ilişkiler de birden azalmaktadır; bu da bazı durumlarda hasta fakat ölümcül olmayan hastaların tedavisinin kesilmesiyle sonuçlanmakta ya da hastalar psikiyatrik hasta olarak sınırlı hastane köşelerine atılmaktadırlar. Oysa Miller'in saptadığına göre, "umutsuz" olarak damgalanan yaşlı hastaların dikkatli ve duyarlı bir bakımla iyileşebildikleri görülmektedir. İyileşmesi olanaklı hastaların toplumsal, duygusal ve teknik bakımdan terkedilmesi ölümle sonuçlanmaktadır. Ölme sürecine ilişkin evrelerin eleştirisiz kabul edilmesi de bakımın sürmesini engellemektedir. Kübler-Ross'un kuramı deneysel olarak desteklenmemiş, üstelik kuramın birçok yöntembilimsel ve kavramsal kusuru olduğu bulunmuştur. Kuramın anksiyete azaltıcı olarak kullanılması sağlık personeli arasında artık ilgi çekmemektedir. Bugün hastane çalışmalarında hastaların bireyselliği, hasta ailelerinin hakları daha fazla vurgulanmaktadır. Hastaneye kaldırma ölüm korkusunu arttırabildiği için aile içinde bakım daha fazla desteklenmektedir. Bütün ölümlerin aynı oranda etkili olmadığı bilinmektedir. Glaser yaşlıların ölümünün toplum üzerinde çok az bir etkisi olduğu savını gerontolojiye ilk kez sokan yazardır. Daha yakınlarda Owen, Fulton ve Markusen, anababa, eş ve çocuk yitiren yetişkinlerin kederlerini karşılaştırmış, yaşlı anababa yitiminin daha az keder verici, yerleşik davranışlarda daha az kesintiye yol açıcı ve daha az anlamlı olduğunu bulmuştur. Sanders yaşlı anababa yitiminin eş ve çocuk yitiminden daha az sarsıcı olduğunu saptamıştır. Moss ve Moss, yetişkinin anababa yitimine daha az tepki göstermesini, yetişkinin yaşlı anababanın potansiyel ölümünü sık sık düşünmesine, olayın bir tür provasını yapmasına bağlamaktadır. Ayrıca, kişinin yaşlı anababasının ölümünü düşünmesi eş ya da çocuğunun ölümünü düşünmesinden daha az "tabu" dur. Bilişsel ve duygusal öksüzlük düşüncesi çok önceden başlar ve bireyi hazırlar; bu sürecin bireyi kendi ölümüne de hazırladığı söylenebilir. Büyüklerin ölümünden daha az etkilenme gerçeği, bireyin kendisini "genç" diye tanımlamasından "yaşlı" diye tanımlamasına geçişi etkiler mi sorusu henüz ortadadır. Belki burada, söylenmeyen, sessizce geçiştirilen bir keder vardır: "Ben de özlenmeyen biri olacağım... Belki kendimi özlenmemeye alıştırmam gerek." Yas ölüm nedeniyle bir akrabasından ya da arkadaşından yoksun kalan kişinin içinde bulunduğu durumdur. Keder, sevilen birinin ölümünün ardından duyulan şiddetli ruhsal acı ve elemi içerir. Matem, bir kişinin ölümüne duyulan acının belirtilerini ortaya koyma biçiminin toplum tarafından düzenlenmesine dayanır. Çağdaş klinikçiler ve psikologlar, "Derdini söylemeyen derman bulamaz!" biçimindeki Türk atasözünün dile getirdiği görüşü paylaşmaktadırlar. Acılı duyguların hafifletilmesi ve duygusal yardım süreci çok önemlidir. Aile ve arkadaş desteğini gören kişiler yası izleyen fiziksel ve ruhsal bozuklukları daha az göstermektedirler. Öte yandan, kültürel beklentiler, toplumsal değerler ve topluluk kuralları kederin yaşanmasına müdahale etmektedir. Gelişmiş toplumlarda ölme de tıbbi teknolojiye bırakılmıştır ve genellikle evin dışında olmaktadır; matem ruhsal bir patoloji olarak görülmektedir. Oysa tanatologlar keder anlatımlarını ve matem törenlerini geride kalanlar için tedavi edici nitelikte görmektedirler. Yas ve keder sevilen birinin ölümünün hemen ardından gelen dönemde önemli bir etki yaratmaktadır. Geride kalanlar fiziksel ve ruhsal hastalıklara ve ölüme karşı daha duyarlı olmaktadırlar. Bu özellikle ansızın ve beklenmedik biçimde gelen yaslar için doğrudur. Yaslı kişiler, hastalık, kaza, ölüm, işsizlik ve diğer hasar görmüş yaşam belirtilerini daha fazla göstermektedirler. On üç ay süren bir izleme araştırmasında yaşlı kişilerin % 32'sinin sağlık bozuklukları gösterdikleri -kontrol grubunda sadece % 2- bulunmuştur. Dul kadınlar dulluklarının ilk yılında aynı yaştaki dul olmayan kadınlara oranla üç kat daha fazla doktora görünmekte, yatıştırıcı ilaçları yedi kat daha fazla kullanmaktadırlar. Yas içindeki yetişkinler tipik olarak birtakım evrelerden geçmektedirler. Birinci evre şok, uyuşukluk, yadsıma ve inanmama evresidir. En yoğun duygu olan şok ve uyuşukluk genellikle birkaç hafta sürmekte, yadsıma ve inanmama ise günlerce ve hatta aylarca sürebilmektedir. İkinci evre özleme, hasretini çekme ve depresyon evresidir. Genellikle 5-14 gün arasında doruk noktasına çıkmakta, ama daha uzun sürebilmektedir. Bu evredeki yaygın duygular, ağlama, umut, gerçek olmama duygusu, empati, insanlardan uzak durma, ilgi yokluğu, ölenin anısına bağlanma, vb.'dir. Diğer belirtiler öfke, kızgınlık, korku, uykusuzluk, iştahsızlık vb. olabilir. Ölen kişiyi ülküleştirmeye de yas tutanlarda çok rastlanmaktadır. Yasın üçüncü evresi sevilen kişiden kurtulma ve yeni koşullara uyum sağlamadır. Bu dönemde birey kaynaklarını harekete geçirir, insanlarla ve etkinliklerle yeniden ilgilenir, yeni bir denge kurmaya çalışır. Kimileri için bu evre 6-8 hafta, kimileri için de aylar hatta yıllar sürebilmektedir. Dördüncü evre kimliğin yeniden kurulması evresidir. Kişi yeni ilişkiler gerçekleştirir ve sevdiği biriyle yeni roller üstlenir. Geride kalanların yaklaşık yarısı bu evrede yas yaşantısından bazı yararlar ya da deneyimler edindiklerini bildirmektedir. Dul erkekler konusunda pek az bilgiye sahibiz. 45 yaşın üstündeki dul erkeklerin ölüm oranının evli erkeklerin oranının iki katı olduğu, dulların intihar riskinin de çok yüksek olduğu bilinmektedir. 46-65 yaşlar arasındaki dul erkeklerin yarısından fazlası yeniden evlenmektedir. Sağlıklı dullar görece daha çabuk evlendiği için, dullar arasında yüksek ölüm oranı saptayan istatistikler öncelikle daha az sağlıklı dullara uygulanabilir. Dul kadınlara ilişkin bilgimiz dul erkeklerinkinden daha fazladır. Sosyolog H.Z. Lopata'ya göre, dul kadınların yaklaşık yarısı tamamen yalnız yaşamakta, çoğu da böyle yaşamayı yeğlemektedir. Araştırmalar, dulluğun uzun süredeki olumsuz sonuçlarının, dul olmanın kendisinden çok, sosyoekonomik yoksunluklardan kaynaklandığını göstermektedir (Vander Zanden, 1981).
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
Forum Kalfası
![]() Üyelik Tarihi: Dec 2005
Konum: BeyCoast
Mesajlar: 7,003
Teşekkür Etme: 26 Thanked 333 Times in 269 Posts
Üye No: 4853
İtibar Gücü: 3009
Rep Puanı : 16800
Rep Derecesi :
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() Cinsiyet : Erkek
|
![]() YARARLANILAN KAYNAKLAR
ADLER A., Yaşama Sanatı, Say Yay., İstanbul, 1984. AİZENBERG R. ve TREAS J., "The family in late life: Psychosocial and demographic considerations", BİRREN ve SCHAİE, 1985 içinde. ALLPORT Gordon W., Structure et Developpement de la Personnalite, Delachaux et Niestle, Neuchatel, 1970. İngilizcesi 1961. ARLİN Patricia, "Cognitive development in adulthood: A fifth stage?" Developmental Pscyhology, cilt 11, no. 5, 602-606, 1975. Avrupa Dergisi, sayı 93, Eylül 1984. BALTES Paul B, "Theoretical propositions of life-span developmental psychology: On the dynamics between growth and decline", Developmental Psychology, cilt 23, sayı 5, 611-626, 1987. BASSECHES M., "Dialectical thinking as metasystematic form of cognitive organization", M. L. COMMONS ve ark., (yay.), 1984 içinde. BERGER Kathleen Stassen, The Developing Person Through the Life Spain, Worth Publisher, Inc., New York, ikinci baskı, 1988. BİRREN James E. ve SCHAİE K. Waner (yay.), Handbook of the Psychology of Aging, Van Nostrand Reinhold Colp., New York, ikinci baskı, 1985. BİSCHOF Ledford J., Adult Psychology, Harper and Row Publishers, New York, 1969. BRUBAKER Timothy H., "Developmental tasks in later life", American Behavioral Scientist, cilt 29, sayı 4, 1986. BUTLER Robert N., "Succesful aging and the role of the life review", S. H. ZARİT (yay.), 1977 içinde. COMMONS M. L. ve ark. (yay.), Beyond Formal Operations: Late Adolescent and Adult Cognitive Development, Fraeger, 1984. CRAİN William, Theories of Development: Concepts and Application, Englewood Cliffs, N.S., Uarentice Hall, 1980. CRAİN William C., "Erikson: Yaşamın Sekiz Evresi", Bekir Onur (yay.), 1986 içinde. DATAN Nancy ve GİNSBERG L.H. (yay.), Life-Span Developmental Psychology, Academic Press, New York, 1975. EPSTEİN Leon J., "Aging". H.H. GOLDMAN (yay.), 1984 içinde. ERİKSON Eric H., The Life Cycle Completed, W.W. Nortor and Comp., New York, 1982. FROMM E., Sevgi ve Şiddetin Kaynağı. Payel, İstanbul, 1979. FROMM E., Kendini Savunan İnsan. Say Yay., İstanbul, 1982. FLAVELL J.H., Cognitive Development, Englewood Cliffs, Prentice-Hall, ikinci baskı, 1985. GOLDMAN H.H. (yay.), Review of General Psychiatry, Lange Medical Pub., Los Altos, 1984. GOULD R.L., "Adult life stages: Growth toward self-tolerance", Psychology Today, 8, 74-78, Şubat 1975. HATFİELD E. ve WALSTER G.W., A New Look at Love, Reading, MA, Addison-Wesley, 1979. HENDRİCK C. ve HENDRİCK S., "A theory and methode of love", Journal of Personality and Social Psychology, cilt 50, no. 2, 1986. HOFFMAN Lois ve ark., Developmental Psychology Today, McGraw Hill, Inc., New York, altıncı baskı, 1994. HONZİK M.P., "Life-span development", Ann. Rev. Psychology, 35, 309-331, 1985. HORNEY Karen, Les Voies Nouvelles de la Psychanalyse, L'Arche, 1951, ikinci baskı Payot, 1976, Paris. İngilizcesi, 1930. JEFFERS F.C. ve VERWOERDT "How the old face death", LİEBERT ve ark., 1977 içinde. JERSİLD Arthur T., Çocuk Psikolojisi, A.Ü. Eğitim Fakültesi yay., üçüncü baskı, Ankara, 1979. KASTENBAUM Robert ve AİSENERG Ruth, The Psychology of Death, Springer Publishing Corp., New York, 1976. KİMMEL Douglas C., Adulthood and Aging, John Wiley and Sons Inc., New York, 1974. KÜBLER-ROSS Elisabeth, On Death and Dying, MacMillan Publishing Comp., New York, 1969. LABOUVİE-VİEF G., "Intelligence and cognition", BİRREN ve SCHAİE (yay.), 1985 içinde. LEVİNSON Daniel J., "A conception of adult development", American Psychologist, cilt 41, no. 3-13, 1986. LİEBERT Robert M. ve WİCKS-NELSON Rita, Developmental Psychology, Prentice-Hall Inc., New York, üçüncü baskı, 1981. LİEBERT Robert M. ve ark. (yay.), Developmental Psychology, Prentice Hall, New Jersey, 1977. MASTERS W.N. ve JOHNSON V.E., Les Reactions Sexuelles, Robert Laffon, Paris, 1968. İngilizcesi 1966. NEUGARTEN Bernice L., "Time, age, and the life cycle", American Journal of Psychiatry, no. 136, 887-894, 1979. NEUGARTEN Bernice L., "Must everything be a midlife crisis?", Prime Time, Şubat 1980. NODGİL Sohan ve NODGİL Celia (yay.), Toward a Theory of Psychological Development, Nfer Publishing Corp., Windsor, Berks, 1980. ONUR Bekir (yay.), Ergenlik Psikolojisi, Hacettepe Taş Kitapçılık, Ankara, 1986. PERLMUTTER Marion ve HALL Elisabeth, Adult Development and Aging, John Wiley and Sons, New York, 1992. PİAGET Jean ve INHELDER B., De la Logique de l'Enfant a la Logique de l'Adolescent, PUF., Paris, 1970. PIKUNAS Justin, Human Development, McGraw-Hill Book Comp., New York, üçüncü baskı, 1976. RİEGEL Klaus F., "Adult life crises: A dialectic interpretation of development", DATAN ve GİNSBERG, 1975 içinde. RUBİN Zick, "Does personality really change after 20?" Psychology Today, Mayıs 1981. SCHİAMBERG L.B. ve SMİTH K.U., Human Development, MacMillan Publication, New York, 1982. SCHULZ Richard "Emotion and affect", BİRREN ve SCHAİE (yay.), 1985 içinde. TRAN-THONG, Stades et Concept de Stade de Developpement de l'Enfant dans la Psychologie Contemporane, Librairie Philosophique J. Vrin, Paris, yedinci baskı, 1978. Türkiye İstatistik Yıllığı, 1991, Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara, 1992. VASTA Ross ve ark., Child Psychology: The Modern Science, John Wiley and Sons, Inc., New York, 1992. VANDER-ZANDEN James W., Human Development, Alfred A. Knopf Inc., New York., İkinci baskı, 1981. WILLIS S.L., "Educational psychology of the older adult learner", BİRREN ve SCHAİE (yay.), 1985 içinde. ZARİT Steven H. (yay.), Regarding in Aging and Death: Contemporary Perspectives, Harper and Row Publishers, New York, 1977. ZİMBARDO Philip G., Psychology and Life, Scott, Foresmann and Comp., Glenview, onuncu baskı, 1979.
__________________
M@D_VIPer Nickten Öte..Bir Markadır... Her Gidişin Bir Dönüşü,Her Bitişin Bir Başlangıcı Vardır..!!! |
![]() |
![]() |
![]() ![]() |
Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir) | |
|
|
![]() |
||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | Son Mesaj |
Uyku ve Yaşlılık | BeatLes | Revir | 0 | 04-05-2010 01:05 AM |
Ölüm | GooD aNd EvıL | Eskiler (Arşiv) | 0 | 10-07-2007 07:40 AM |
'Yaşlılık aylığı yükseltilmeli' / 1 ekim | M@D_VIPer | Eskiler (Arşiv) | 0 | 10-01-2006 03:30 PM |
'Yaşlılık aylığı yükseltilmeli' / 1 ekim | M@D_VIPer | Eskiler (Arşiv) | 0 | 10-01-2006 03:24 PM |
Romatizma yaşlılık hastalığı değil | Karizmatix | Eskiler (Arşiv) | 1 | 03-19-2006 03:20 AM |