![]() |
Kırık Kalpler
her tarafında kırmızı kırmızı kalpler çıplak bedenine yerleşmişler içini açtım hepsinin teker teker hepsi tamdı hiçbirinde yoktu çatlak ve keder ama bir yer vardı ki tam sol göğsünde paramparça olmuştu o kalp diğerleri gibi değildi.. niye? Reha Başoğul |
Kırmızı Pabuçlu Hayal Perisi
el fenerlerinin yumuşakça dokunduğu dişleri olmayan bir yüzdü o gece gözüken çamurdan ayaklı ve elleri titreyen dağınık saçlarıyla ve korkulu gözleriyle seçilen ufacık ellerini kıymıklar süslemiş bir güzeller güzeli çıktı yıkık evden acımasız gecenin kurbanlarını gördüklerimize inandıramamıştık kayıp kalplerini durdurmuşken güzeller güzeline gelmemişti onlar tanıdık içini ısıttıktan sonra konuşturabildi yüzü temizlenen masalsı bir rüyada hatıraları karıştıran düğmelerle süslü kutuyu konuşturursa bir hayal perisi gözükürmüş ona kırmızı pabuçlarıyla yıldızlara basa basa gökyüzünde dansedermiş aklın sıra yapraklar sararmadan hüzünden ayrılınca mevsimler beyazlamaya başlayınca uzun bir rüyada bir hayal perisi yaklaştı bana çıkartmış kırmızı pabuçlarını götürmemi istiyor kendisiyle o gece konuşana saçlarına ak düşmüş mevsimden trenler korkup kaçışırmış yıldızlar koşarken penceremden canlandırdığı elektrik direklerine hayal perisi sarılmış, bana bakar çok da sabırsızlanırmış eskimiş kilimle dolu içinde ocak olmayan bezden eve yaklaşınca kıpırdanmaya başlamış kırmızı pabuçtan yürekler diller mazide gezinince kucağa gelirmiş inci dişler kıvılcım seslerinin ortasında mutluluk dansı yapılınca tutulurmuş ufacık ellerden çıkılırmış karanlığa. gözler çiçek açtığında bir nefes üflenirmiş mavi hırkası sökülmüşün kulağına seslenecekmiş ona masalsı bir rüya aklın sıra o hayal perisi yaklaşıp uzun uzun konuşacakmış onla mevsimler yeşillenmeye başlamadan pabuçlarını takmayacakmış ayağına o gün gelinceye kadar dansetmeliymiş onun yerine karlarda eğer dediğini yapıp bu sırada bakarsa yıldızlara hep bir gülümseme belirecekmiş güzeller güzelinin kırmızı pabuçlarında... Reha Başoğul |
Kim Bilir?
hani sorarırız ya birbirimize: bu dünyayı çok okuyan mı çok gezen mi bilir? ben; hem çok okudum hem çok gezdim ama hala cevabını bilemedim... kim bilir belki de çok soran bilir... Reha Başoğul |
Korku ve Kokusu
tenden kaçan kokular sır gibi dilimde ahenklerin yarını bitmiş dünü aramış korku treninde bir sıratsa kokulardan korkmak raydan çıkmışım ben o acısı yolcu sevinci kömür olmuş trende Reha Başoğul |
Kukla
Kaç saatte büyüttüm seni bir bilsen bakmazdın bana, sıradan bir sahip gibi kaç gece oynatmamı istedi seni benden bir bilsen saklardın beni ketumluğunun altına, savaştan kaçar gibi ellerim kaçtı kasıklarım şaştı sesim rüzgarı aştı basılı bir kor tanesinde iplerim bağışlasın beni kusurlu aşklar çeşmesinde bedevi kaldım sabrım taştı yerin kurudu sen dağıttın oynar başını ılık ülkenin bahar akşamında konuşan yapraklı yollarda alnıma mine koyan ey duyuların koruyucusu! ey erkekliğin münzevisi! yaklaş bana! bu kuklanın kiriyle nasıl yıkanır aşk nasıl imbatlara sarılır uçar ininden karanlık niye susmaz ki yerinden sazını ozana bırakmaz gözünü sakınmaz tenden öğret böceklerin dilini çamura karışayım yarın kapat kuklamın perdesini yüzüne bakayım yarın Reha Başoğul |
Kumar
bozarsın gecenin bekaretini bir arzu kandilini yakınca ihanet kovuklarını aşk macunları ile kapatınca baharat kokulu lanetlerde kase kase esanslar üşüştü dilime rana rakkasıyla mana ipekleri giydim işte pare kabul etmez o an da yürek fetvası kadar korkutmaz samyeli kadar taşınmaz bir kadim bilgidir aranmaz efsunlu tütsülere pervane olursun meşru dillerde maskara diye kovulursun ne beden kalır mağfi ne de yükselişin kavisli ayinlerin kibar olsa da hunhardır kavunlar koksa da orada yalandır ne huşu beklersin benzinde ne iffet dilersin bereketinde solungaçların hasatını kutlarsın teslimiyetin filizlerini toplarsın ne baykuşun sesine kanarsın ne de devenin hörgücüne mordan kırmızıya atlarsın sudan çoraklığa kaçarsın erili de erkili de tadarsın ama yatağından bir milim kaymazsın oradayken buralarda dönerse kumpas hamle kabul etmez işte buna kıyas kimse beklemiyor ki bir kudas sadece varsa yoksa özdeki elmas şişirilen camın ıslanıyorsa gizem tuğran siliniyorsa gümüş tepsin iştahlanıyorsa arama artık ne bir malik ne de birlik aşkın gübresidir sevgi köhne derler de dizlerine, tutmaz mermer derler de yüreğine, oyulmaz bir sayı kumarıdır bu, oynanmaz! Reha Başoğul |
Küller
Kısık sesle bir çığlık attım cihana Ağlamaya başladım yalnızlıktan sonsuzluğa giden yolda Gülücükler saçan hüzünlü palyaçoyu aradım gül bahçelerinde Ama ızdırabın ölümü hepsinden acımasızdı Kırık bir oku çıkardım gönlümde Saf sütü kustum sonunda içimden Olta attığım kırmızıya beyaz bulaştırdım. Günleri afaroz ettim mağaralarda bir kılıç aldım elime ve biçtim sazlıkları ölümle burun buruna gelenleri kafasını kopararak kurtardım İşte gücün adını koyan sen Bana verdiğin gözleri bu uğurda akıttım Kanımı şerefine kaynattım Sisin kokusunu Yaramın tuzunu sevdim İliklerimdeki soğukluğunu Kalbimdeki deriyle sakladım Ellerim yüzüne değdiği her an Bİr filizin yandığını gördüm Seni yoketmek isterken Köpeklerini besledim O bebekleri arıtan bir kase biliyorum Yünle kaplanan bir elbise ÇArşafla kaplanan bir alın Bunlar benim sana hediyem olsun. Ancak, Bilmelisinki Bu savaş benim değil Herkesin Ama Sen beni ilk sıralardan tanıyacaksın Ve son sıraya geldiğinde adımı anacaksın. Reha Başoğul |
Küp Şekerden Düşgen-II
-Aşk sanatının sadece hissedilen matematiğine...- sayısız paralel evrenlerinin üstünde tanrının attığı bir zarla kırıldı içlerinden bir düzlem ve katıldı bardaktan boşalan geceye zaman tünelinden düşen Küp Şekerden Düşgen... Küp Şekerden Düşgen hapsolduğunu hissetti birden parmaklıkları demirden yüzeyi mavisinden bilinen küreye ölçtü, biçti ve yakaladı kurbanını zihin kanallarında yuvarlanmak üzere Halkalı'daki kiralık bir sobalı dairede... hayrandı hayran olmasına seçtiğinin kübist tablolarına ama kiremit teniyle saçlarının büklüm büklümlüğüyle kırmasını istiyordu artık zincirlerini zengin ve kadınlığını keşfedecek bir erkekle lâkin kaderin cilveli kafesine bakın küreselleşme karşıtı baston yutan çember sakallı fakir bir gence aşk tutsağı edilmişti sütun bacaklı o kadın efkarlanarak daldırdı gümüş tablasına parmaklarını çıkık Kutusundan çıkardığı kibrit çöpünün tekiyle alındı boğazına kalın purosunun acı tadı dansederken yüksek ökçeli topuklarla şarap şişesindeki son damla düşüyordu beli kadar ince kadehinin ucuna gramofondan uçan elmaslar doluşurken kulağındaki raflara çaldı kapısını çember sakallı yüreğinin kirişlerini yakan korla gömleğindeki odunlarla mahallelerden birinin kenarında yakaladığı üçgen bir vücudu alıkoyuyordu çember sakallı ok gibi kesişti gözyuvarları ayakkabı dolabının yanından sahte Picasso tablolarına kadar yürüyebilirdi ancak ikisinin bacakları... sonunda dışbükeyden iki dudak birleşti sobanın kenarında yassılaşarak sütün bacaklı kadın çözdü üstündeki fiyonkları çıkardı kelebek tokasını dağıttı büklüm büklüm saçlarını kare cepli donunda oval bir öpücük izi bırakılınca yerleşti aniden kucağına sandalyede birikmiş çember sakallı aldı eline buzları dikleştirdi kadının göğüs uçlarını oluk oluk döküldü kiremit tenine buzdolabından yeni çıkmış süt kutuları takozu kaldırılmış tekerlekler gibi balkonun fayanslarına girince emretti zurnanın son deliği kadının sütun bacakları pergele uyunca çember sakallının kamışı karanlıklarla kaplandı kadına özgü oyukta zevkin köşeleri dört olunca borazankuşları inledi balkonda uçarken bütün aşk balonları havaya evin bacasına kaçan metal topla aşağıya düşen bir tuğla yamulttu çember sakallının kafasını ve bozdu pembe panjurların şablonlarını... üzerinden geçen silindirle sütun bacaklı kadın ağladı uzun bir süre çember sakallının piramitlerin içi kadar dondurucu göğsünde yere düşürdüğü her gözyaşı sütunları çözülemeyen bir karebulmacaydı sanat-aşk-zaman üçgeninde tam rayına girdi derken yap-boza dönmüştü yine yaşamı koştu salonuna içi kabarık sütun bacaklı kadın buzkıracağıyla saldırdı aynasına yere yığılıp kalan cam parçalarıyla yaklaştırdı sivriliğini bileğindeki damarlara o anda bir ağaçtan koparak pencereden girdi yavaşça iğne uçlu yayvan yeşil yaprak uçuşarak yapıştı sütün bacaklı kadının yılankâvi saçlarına sarkıt oldu kış güneşinin ışıkları yüzen kağıt gemi gibi sütün bacaklı kadının gözyaşlarında saklı prizmasına ısırgan dudaklarla bakındı aynaya teğet geçiyordu mematından tayfını gördükten sonra öptü kolyesindeki haçı kare tuşundan hat halınca duyurdu sesini kablonun öteki ucuna aldılar cenaze arabasıyla çember sakallıyı balkondan yatırdılar gölgesi yıkık minareye sarılı tabutu hilal bakışlı soğuk musalla taşına gömülü kaldı dualar kan çanağı Dünya'nın anıt olmuş toprağına... baktı dairesine tekrardan sütun bacaklı kadın çemberin dışında kalamadığından kaçıramadı gözlerini televizyon ekranından ikiz kulelerin yıkılmasıyla tank sesleri top seslerine karışıyordu küreselleşme yanlısı ya da karşıtı ne farkederdi ki kazık kadar adamlar birbirlerinin karnına çengel sokuyordu moloz yığınları arasında herşeyden habersiz çocuk annesinin sırtında rulolanmış gazete kağıdıyla çubuk makarnaya muhtaç ediliyordu kelimeler düğümlendi boğazına kendi kendine söylendi olanlara 'bunlar insan hayatını lego mu sanıyordu...' çıkardı kalemden dolmayı ve son bir solukla yazdı zarfı kazıklara saplanacak mektubunun kanlı satırlarını: 'ben elmas rüyaları olan küreselleşmeye yanıt sütun bacaklı kübist bir kadındım ne sizin minarelerinizin süngüsüne ne bizim çanlarımızın sesine kapılmış küreselleşmeye karşıt çember sakallı fakir bir gence aşıktım anlamaz mısınız zeka küpüne çakılı kalmış beyinler bilmez misiniz sabır küpüne dönmüş yürekler gibi insani değerlerin bir cetvelle kesinkes ölçülemeyeceğini yumurta kapıya dayanmadan siz de bizim gibi eğrisiyle doğrusuyla yuvarlak bir dünyada duramaz mıydınız bir mozaik olarak yan yana aynı toprakta? ' sayısız paralel evrenlerinin üstünde tanrının attığı bir zarla çok kırıldı içlerinden bir düzlem ve eridi bardaktan boşalan geceden zaman tünelinden çekilen Küp Şekerden Düşgen... ------ ' sıyrılır zeka küpünden sabır küpüne yapışanlar anlatır aslını bilinçli yapan hatalar ' Reha Başoğul |
Küp Şekerden Düşgen
-sanatsal aşkın sadece hissedilebilen matematiğine...- sayısız Paralel evrenlerinin üstünde tanrının attığı bir Zarla kırıldı içlerinden bir düzlem ve katıldı bardaktan boşalan geceye zaman tünelinden düşen Küp Şekerden Düşgen... Küp Şekerden Düşgen hapsolduğunu hissetti birden demir Parmaklıklı masmavi bir yerküreye ölçtü biçti ve buldu kurbanını beyninin kanallarında yuvarlanmak üzere Halkalı'da tuttuğu sobalı bir kiralık dairede hayrandı hayran olmasına seçtiğinin kübist tablolarına ama kiremit teniyle saçlarının büklüm büklümlüğüyle kırmasını istiyordu artık zincirlerini zengin ve kadınlığını keşfedecek bir erkekle birlikte lâkin kaderin cilveli kafesine bakın küreselleşme karşıtı baston yutmuş gibi yürüyen çember sakallı fakir bir gence aşk tutsağı edilmişti sütun bacaklı o kadın efkarlanarak daldırdı gümüş tablasına parmaklarını Çıkık Kutusundan çıkardığı bir Kibrit Çöpü sayesinde çekti boğazına kalın purosunun acı tadını dansederken yüksek ökçeli topuklarıyla şarap şişesindeki son damla düşüyordu beli kadar ince kadehinin ucuna gramafondan uçurduğu Elmasları girerken birer birer kulağındaki Çekmecelere çaldı kapısını Çember sakallı yüreğinin kirişlerini yakan ateşle oduncu gömleğinin arkasında kenar mahallelerde inşasına başladığı üçgen bir vücudu saklıyordu çember sakallı gözyuvarlarının keşişti ayakkabı dolabının yanından duvardaki sahte Picasso tablolarına kadar yürüyebildi ancak ikisinin bacakları ve sonunda iki dışbükey dudak birleşti sobanın kenarında... sütün bacaklı kadın çözdü geceliğindeki fiyonkları çıkardı başındaki kelebek tokasını dağıttı büklüm büklüm saçlarını kare cepli donuna oval bir öpücük izi bırakarak yerleşiverdi aniden sandalyedeki adamın kucağına çember sakallı erkek aldı eline buzları ve dikleştirdi kadının göğüs uçlarını oluk oluk döküldü kiremit tenine buzdolabından yeni çıkmış süt kutuları takozu kaldırılmış bir tekerlekler gibi soğuk balkonun fayanslarına geçince geldiler zurnanın son deliğine pergel gibi açıldı kadının sütun bacakları ve girdi çember sakallı erkeğin kamışı karanlıklarla kaplanmış kadına özgü bir oyuğa zevkten dört köşe oldukları anda borazankuşu gibi inlediler balkonda uçarken bütün aşk balonları orada evin bacasına çarpan bir topla aşağıya düşen bir tuğla yamulttu çember sakallının kafasını ve bozdu pembe panjurlarının şablonlarını... üzerinden silindir geçmişe döndü sütun bacaklı kadın ağladı uzun bir süre çember sakallının piramitlerin içi kadar soğuk göğsünde yere düşürdüğü her bir gözyaşı çözülmemiş bir karebulmacaydı sanat-aşk-zaman üçgeninde tam rayına girdi derken yap-boza dönmüştü yine yaşamı hiddetle koştu salonuna ve buzkıracağıyla saldırdı aynasına eline aldı yere düşen bir cam parçasını ve sivri ucuyla yaklaştırdı bileğindeki damarlara o sırada bir ağaçtan koparak pencereden süzülerek girdi yavaşça iğne uçlu yayvan yeşil yaprak uçuşarak yapıştı sütün bacaklı kadının yılankâvi saçlarına ardından kış güneşi sarkıttı ışıklarını Bir kağıt gemi gibi süzülen sütün bacaklı kadının gözyaşlarında saklı prizmasına tekrar baktı aynaya ve aynı anda düşündüğü ölümden teğet geçti, ışığını gördükten sonra öptü kolyesindeki haçı kare tuşundan hat halarak duyurdu sesini kablonun öteki ucuna bir cenaze arabasıyla aldılar balkonda yatan çember sakallıyı Ve yatırdılar minare gölgesindeki hilal bayraklı tabutu soğuk musalla taşına dualarla gömüldü sonra Dünya'nın kan çanağına dönmüş toprağına... Tekrar dairesine döndü sütun bacaklı kadın çemberin dışında kalmadığından olsa gerek merak etti ne olup bitiyor diye televizyon ekranına biraz gözgezdirerek... tank sesleri Top seslerine karışıyordu küreselleşme yanlısı ya da karşıtı ne farkederdi ki kazık kadar adamlar birbirlerinin karnına çengel sokuyordu moloz yığınları arasında bir annenin sırtında herşeyden habersiz çocuk üşümesin diye rulo yapılmış bir gazete kağıdıyla çubuk makarnaya muhtaç ediliyordu tüm yaşadıklarından sonra boğazında kelimeler düğümlenerek kendi kendine söylendi olanlara bunlar insan hayatını lego mu sanıyordu dolmakalemini çıkardı ve yazdı zarfına koyup kazık kadar adamlara yollanmak üzere mektubunu: 'ben elmas rüyaları olan küreselleşme yanlısı sütun bacaklı kübist bir ressam kadındım ne sizin minarelerinizin süngüsüne ne bizim çanlarımızın sesine kapılan küreselleşme karşıtı çember sakallı bir gence aşıktım anlamaz mısınız zeka küpüne çakılı kalmış beyinler bilmez misiniz sabır küpüne dönmüş yürekler gibi insani değerlerin bir cetvelle kesinkes ölçülemeyeceğini yumurta kapıya dayanmadan sizde bizim gibi eğrisiyle doğrusuyla yuvarlak bir dünyada duramaz mısınız bir mozaik olarak yan yana? ? ? ' sayısız paralel evrenlerinin üstünde tanrının attığı bir Zarla çok kırıldı içlerinden bir düzlem ve ayrıldı bardaktan boşalan geceden zaman tünelinden çekilen Küp Şekerden Düşgen... Reha Başoğul |
Lanet
Bilmem bilir misiniz boyum çok uzundur benim ama kimse bilmez ki bu yüzden üzerimde bir lanet vardır... inanmayacaksınız belki ama nereye kafamı vursam ona aşık oluyorum işte böyle garip bir lanet benimkisi... daha anne karnında içime kurt düştü, şu lanet neredeymiş diye huysuzlandım bıngıldağım bir kalbe değdi, napayım yerimde duramamışım o gün bugündür o kalbi güldürmek için uğraşırım... büyüdüm, okula gittim, hemen huysuz bir kız sevdim, tavlamak için kitaplarını taşımaktı niyetim önce bir öpücük ver der demez, niyetimin başımın üstünde yeri olduğu öğrendim o gün bugündür onları okur okur didiklerim... bu kızlardan bana hayır yok, dedim tek başına gece serinliğinde hava alayım kafamı gittim Ay'a çarptım, dedi ben düşmeden tutunayım o gün bugündür onun ışığının altında şiir yazarım... sakarlığın önde gideniyim, böyle olmayacak ben öğlen sıcağında yürümeliyim bu sefer de Güneş'i komalık ettim o gün bugündür doğuşundan batışına kadar onun başında beklerim... sıcak bastı terledim, gittim denize atladım kafamı kaldırdığımda bir yunusun burnuyla karşılaştım o gün bugündür onun gibi ıslık çalarım... gün geldi bahar oldu bizim kafa gitti bir arı kovanını buldu o gün bugündür onların balını yerim... sınavlar yaklaştı, bu deli kopya çekmeden matematik öğreneyim dedi hiç aklından geçmezdi başının göğe ereceği o gün bugündür onunla iştigal ederim... çalışırken dışarıdan bir koku aldı burnum, çıkayım bakayım neyin nesiymiş dedim yağmur bulutlarından önümü göremeyeceğimi nerden bilebilirdim o gün bugündür onlar gelir gelmez koşuya giderim... çok koştum artık şu bankta dinleneyim dedim aniden nefes nefese gelen bir topu kafamda hissettim o gün bugündür onunla tenis oynarım... maç bitti eve gideceğim ayaklarım bir yola girdi yolun ortasındaki ağacın dalı kafamı pek sevdi o gün bugündür onun gölgesinde uyurum... devran döndü tekrar gece oldu hop demeye kalmadı olan yıldızlara oldu o gün bugündür onların parıltılarında hayal kurarım.... leylayım yaklaşmayın şu aralar dedim bir kuşun pislemesiyle ancak aklımı başıma getirdim o gün bugündür onların cıvıltılarıyla uyanırım.... gözümü açtım bir balıkçı teknesinde, görelim dedim hani nerdeymiş benim balıklarım şükür ki yelken direğini ıskalamamışım o gün bugündür onunla yaşamak için kafa patlatırım... keçileri kaçırmadan gittim bir ağaç köPage Rankingüde soluğu aldım bala bak, orada da bir keçiye rastladım o gün bugündür lanetimi herkese söyletmek için inatlaşırım... dedim bıktım artık şu lanetten, isyan ediyorum gittim kafamı duvarlara vurdum o gün bugündür dört duvar arasında ağlar dururum... Reha Başoğul |
Lezzetin Yoktu...(haiku)
lezzetin yoktu şiirin ismi gibi acısı katık göğün sessizdi ateşböceği gibi ötüşü ıslık rengin ıssızdı ebemkuşağı gibi yarama sadık çölün ıslaktı mezarın üstü gibi aşka alışık anın dipsizdi çocuğun aklı gibi sızıma layık düşlerin dardı bahçe kapısı gibi kaşları çatık gözün tazeydi baykuş bakışı gibi avına yanık belin büküktü yoncanın dalı gibi yeşili çığlık yaşın yirmiydi sudaki erkek gibi ağdaki balık yazın bahardı kalpteki çiçek gibi özüme kılık saçın siyahtı toprakta çelenk gibi ruhuna azık dilin bülbüldü gülüne tapan gibi boşluğa batık yüzün geceydi kaçılan inler gibi dışı karanlık sisin dargındı yağmur damlası gibi içi aydınlık busen zehirdi denizin sesi gibi elleri açık izin yeniydi kelebek seli gibi gelişi dağınık yolun uzundu tarla faresi gibi çenesi sanık yerin belliydi verdiğin sevgi gibi ufka dağınık kalan soğuktu saçılan bakış gibi başları kalkık O sonbahardı kuru yaprağım gibi ölüme kanık Reha Başoğul |
Maske
herbirimizin yüzünde çeşit çeşit maske Doğduktan sonra alınır bir tane ölmeden önce satılır bin tane herbirimizin yüzünde çeşit çeşit maske benzemez hiçbiri birbirine giyilir duruma göre herbirimizin yüzünde çeşit çeşit maske görünce göremezsin çirkinliğini göremeyince görürsün güzelliğini herbirimizin yüzünde çeşit çeşit maske gün gelir ağlar sevdiğine gün gelir güler sevmediğine herbirimizin yüzünde çeşit çeşit maske bazen doğruyu gizler sevmediğinden bazen yanlışı ister sevdiğinden herbirimizin yüzünde çeşit çeşit maske gece yokedilir varolanı gündüz varedilir yokolanı herbirimizin yüzünde çeşit çeşit maske az bulunur hep çıkarılamayanı zor bulunur hiç takılamayanı herbirimizin yüzünde çeşit çeşit maske kanmaz kendisinin söylediğine kanar başkasının söylemediğine herbirimizin yüzünde çeşit çeşit maske Ve böylece gelir ki ölüm döşeğine karşılar herbirimizi karanlıktan bir maske koyulur tüm maskeler öne sorulur ki uyar bu duruma hangi maske girer tek başına kabire istenir ki benzemelidir herbirimize doğarken giydirilene herbirimizin yüzünde çeşit çeşit maske Reha Başoğul |
Masum Sözler Uğruna...
Sözlerin ok sayıldığı yıllarda büyüdüğüm ben Kızgın korların fırsat olduğu sokaklarda Paçavraların gururla taşındığı o zamanda Bir çocuk olarak elime aldım kemanı Biriktirdiğim pullarda resmimi gördüm Kardan adamın gözlerinde acıyı Çalan okul zillerinde küfrü şakıttırdılar adıma Ve o çocuk bu sefer aldı çanı eline Her köşe başında salladım onu sağa sola Etrafımdaki gülümsemeleri indirdim yarıya Kuytu köşelerdeki sahipsizleri gösterdim onlara Bir aşkı başlattı bir ufak melodiye kanarak Özgürlüğün şarkısı oldu o sonraları Artık bir ırmağın şırıltısı almıştı bayrağı Küçük sincaplar taşıdı bir süre Sonra o yaşlı adam gördü sonu Yılların kuyusunu kazmaya başlamıştık yavaş yavaş Sahipsiz sözcüklerimi bağışlamıştım artık Adresler önüme yığılmıştı ağırcana Geldiğim yer öksüz kalmıştı şimdi Bitmedi dedim, işte o an Yıkamazsınız beni, kalacağım o okların ucunda bir bülbül bekliyor şimdi yarını dönüşümü erteleyin kıymayın bana Ve mazgallar gibi suyumu çektiler İçimdeki sanatı körelttiler Artık prangalarla yaşıyordum Fikri benden çekip alıp götürdüler Bu cehennemin sıcağını anlatır bana MEzar taşının soğukluğundan farklıdır hani Böceklerin tırmalamasından Gözlerinin akmasından Bir yaşam şarkısıdır işte bu Bilemezsin çanların kimin için çalacağını Ruhunun efendisi olma uğruna Sadık hizmetkar olarak yaşarsın şeytanın Kırgınlıkları atsaydım eğer üzerimden Sevgimi köreltseydim hizmetkarlara Yalnızlığı salsaydım kalabalığa Şimdi o paçavraları gururla taşırdım söyle ona Reha Başoğul |
Mektup
Değiştirilemeyen acı diyarında... Tarihi kandıramayan bir yavuz saat seherin dördü, azbuçuk geçmiş dokuz çarpışmalar, top sesleri, düşen soluksuz kantar ise yine topuzsuz korkunç sesin toprağı kaldırdığı devran zeytin saçlı bebek yerde, ağlamayan kanı kurumamış, mektuplu yerde yatan yer: galibin olmadığı, olamayacağı vatan umut... yerde yatan ve ağlamayan baksaydı birbirine o an sorar mıydı günahsızı, sebebine niye yaraşır, kalır bu insanlığın günlüğüne cevap verir miydi geçmişi, geleceğine yeter miydi soluğu söylemeye hata idi, sevmelisin sadece hüzün... ah, ah arzuhal bir soluğa muhtacım lal akmayacaktın nehire böyle olmayacaktı küllerden bir sal... değiştirecekti böğürtlenler rengini bırakmayacaktı güller peşini aşk kalacaktı sadece ve sadece bülbüllerin sesi keder... vurmayın artık yüreğine güm güm eylediniz beni kudüm nasıl dinecek bu hüznüm hep ama hep yaşlı gözüm sazlıklarımı rüzgarsız bıraktınız güzümü bile yapraksız yeter artık isyan ediyorum desem baharım geçecek şarkısız aşk... aklımı tutamıyor ellerim dudaklarını yakalıyor dilim anlamsızca çıkıyor kelimelerim oysa daha okunaklı gözlerim tangoların keskin dönüşleri kemanların narin sesi duvakların en incesi bebeklerin minik ellisi kin... analar doğursa da yağızları kaçırsada şehirlerden çağırır kaderi tez yayılırmış savaşın zehiri ey beden avcılarının aradığı kurban karşındaki, efendilerin koynundaki yılan kanacaksın, sararacaksın, kızacaksın alacak seni kayınlardan ölüm... doyamadan emzirilene kanamadan sevdiğine gençliğine geleceğine mektubun verecek mukabele ekin... değiştirilemeyen acı diyarında bıraktığım umutlarımda karaladım hüzünlerimi aşkıma sığındım kinime yenik düştüm ah ah arzuhal bir soluğa muhtacım lal sevgi varken ölüme kandı hayal... Reha Başoğul |
Mutluluk Oyunu
İnsan korkar mutlu olmaktan çünkü emin değildir kendinden kaçırdıklarından insan sapar anılara dokunmaktan çünkü emin değildir güçlüyü oynamaktan insan bakar çıkmaz sokaktan çünkü emin değildir yoluna kusacaklardan insan ağlar yalnız kalmaktan çünkü emin değildir boşlukta solacaklardan insan kusar gecesiz karanlıktan çünkü emin değildir ışığın doğurduklarından insan kaçar gerçeği duymaktan çünkü emin değildir yüreğine bakanlardan insan solar buruşmuş kağıttan çünkü emin değildir kalemin ağlamasından insan doğar yargısız tabiattan çünkü emin değildir ölümün korkuttuklarından insan oynar mutluluk oyunundan çünkü emin değildir insanlığın sapacağından Reha Başoğul |
Nasıl?
Ellerimle yorgun yüzümü traş ederken görevi bitip giden deri hücrelerimden ne farkım var şimdi? neyin tazeliği neyin eskimişliği... Aynaya yaklaşıp bana bakarken senin kadar geçici olmadığımı kim söyleyebilir ki şimdi? çekilirsin oradan ve yok olur tüm görüntüm doğadan... Tanıksız bir cenk, soluksuz bir kelam mahkumuyum. eşkalimi asmışlar geleceğin bahtsız suratlarına, oysa ki çoktan hazır benim tabutum. zamanın arkamdan hançerlediği gövdem sabırsız bakıyor artık içimdeki dem çocuklarımın göğüslerine ektim çiğdem erbabına sorarsanız beni istiyor sanem yetişemedim taş basılan kursaklara üzülemedim sabun yapılan balinalara söyletemedim hile karışan tartılara soramadım bunları yürek okşayan kavuştuğuma kendimin ibretini kaybettim özgürlüğümün tezkeresini verdim günah kefenini üstüme göre biçip giydim. yine de soyup çıplak bıraktılar beni ağaçlar alnımda yazılana bakmadan yürüdüler benimle kuzular yol nereye götürür bilemesem de bekliyordu beni iki türlü sefaret ya olacaktım bir esrarkeş ya da basit bir simkeş... varoluşumu arıyorum varedenimi... bana söyleyin nolur nasıl varız denir nasıl yokuz denir de üstümüze başımıza bulaşmaz çamur? Reha Başoğul |
Neden?
Neden tilki gibi bekleriz hep *******i de sinsice düşünür ve gündüzü def etmek isteriz inimizden yavrusunu koruyan anne gibi içimizin yaşaması için savaşırız her gece gündüzle? Neden hep zorlukları göğüslemek isteyip de basit anları gözümüzün önüne getiremeyiz ve basitce bakamayız kendimize nasıl olur da sevgililerimizin özünü kabul ettiremeyiz gözlerimize? Neden mucizeler aradık birbirimize inanmak için de göremedik bedenimizin her köşesinde saklı olmayan mucizeyi çok mu basit gördük bunları ve bunu anlatabilmek için mi soluttuk ömrümüze havayı? Neden hem uygarlık marşlarıyla coşup da hem anlatamadığımız acılarla uyuştuk sessiz bir köşede başkalarının acılarıyla kendimizi susturup aklımızı kanattık dışarıya doğru? Neden hep korkularımızı sevdik de onları gerçekleştirince sevindik bu yüzden mi savaşlarda kahramanlar yarattık ve evlerde korkaklar bıraktık? Acaba acı duymaya bağımlı kaldık da kemanların konuştuğuna mı inandırdık kendimizi ve bunun için mi paylaşmak istedik dostlarımızla yalnızlığımızın bizi daha güçlü gösterdiğini? Acaba boşlukta yaşamaya alıştık da neyi ondan mı üfledik tersten ve bu nedenle mi döndük acı güneşinin etrafında bedene sıkışmış gezegenler gibi vurduk demden? Acaba ağlamakla mı boşalttık kinlerimizi de yine annelerimizin şefkatini özledik içimizdeki o özlemi kinlerimizi yok etmek için de karşımızdakine söylemedik? Neden hep gizemli bilgiyi arar olduk da esir ettik insanlığın her bilgisiyle kendimizi bilgi edinip, özgürlük isteyip efendi olunca hemen haritalarda sınırları çizip hiçliğe kapılmasını istediğimiz köleler diledik? Neden hırslandık sahip olma gücüne de çocuğumuzun yaşayacağı yerlere çöpler döktüğümüzü önceden göremedik orada kokacak çöplerinse bizim hırslarımızın yenisi getireceğini bilemedik? Neden sevişmekten korktuk ve gökten yalanlar bulaştırdık ona da yanımıza yalnız kalmamak uğruna yeni korkaklar topladık neden ateşli sevişmelerimizi anlatamadık etrafımıza ve samimiyetimizi ifade etmek için çaba sarfetmek zorunda kaldık? Neden bedenlerimizi günah diye mimledik de onlara bakamadık bir ressam gibi anlatamadık çıplaklığımızın da bir çiçek bir dağ gibi koklanması ve keşfedilmesi gerektiğini? Neden doğadaki kutsal bilgileri çalıp da onu yok etmek için kullandık sonra evlatlarımıza saray bırakırken yemyeşil kokulu ağaçlar istedik bahçesinde? Neden hep uzaklarda olmayı istedik de yanımızdakilerin de o bilinmeyende olmak istediğini görmedik söylemeye korktuk mu çevremizde hesap verecek kimse görmek istemediğimizi ve hala direttik uzakların, bulunduğumuz yerden daha güzel olduğunu söylemeyi? Neden hatalarımızı anlamadık birbirimizin de bunun için mutsuz insanlar olduk hepimiz bunları kabuğumuza korumak adına her gün birbirimizin yüzüne vurup baskı kurduk oynadığımız bu saçma oyunda kardeşimize? Neden bu oyunu oynadık binlerce yıldır da bir an için sevgimizi kalbimizin tozlu çatı katından indiremedik ve orada bulduğumuz hafızamızın çektiği fotoğrafların sadece siyah-beyaz olduğuyla kandırdık beynimizi? Neden karşımızdakinin içindeki özü görmedik de kendi özümüze ağ ören nefreti yakıştırdık ona ve her gün kimse beni anlamıyor deyip aslında herkesin şarkısını söyledik dört duvar arasında? Neden bu yüzden yalnız kaldığımıza inandık da intiharlarla yırttık hayat tuvalini düşünemedik aslında çoğunluk ve bir olduğumuzu insanlığın mutluluk resminin renksizleşeceğini? Neden oyaladık bunca yıldır insanlığı felsefi karşıtlıklarla da kral çıplak ve aşık diyemedik çocuk saflığında Güç lanetine kapılıp büyük olmaya özendik de o zaman neden hep çocukluğumuzun özgürlüğünü özledik? Neden tanımlama ihtiyacı duyduk herşeyi de hissetiklerimizin ve düşündüklerimizin mezarını kazdık herkes farklı tanım koyunca haliyle ilim pınarının önüne önyargıdan barajlarlarla set çekip akamadık sevgi denizine? Neden bir kez olsun hayallerimize korkularımız kadar şans vermedik de cenneti boyayamadı yeryüzüne dillerimiz acaba hep mutlu kalmaktan, daha mutlu olmadan korkuyoruz da yine cehennemi istiyor haşarı hayallerimiz? Neden bu kadar soru işaretiyle doldu gözlerimiz de cevabın sorunun kendisi olduğunu söylemedi bir türlü geçmişimiz soru işaretini kullanmanın nokta kullanmaktan daha barışçıl olduğunu bir türlü yediremedi kendine kibrimiz? Reha Başoğul |
Oannes
Defnelerin kokusunu saçlarına toka yapmış Badem gözlerinde Ay'ın halesi gözüken sarışınım. Demiştim sana: 'Eğer ki kalbimi koza bellemiş bir kelebek senin bahçende kanat çırpabiliyorsa o bahçeyi önce koklamalı sonra da sulamalısın' diye Şimdi ise görüyorum ki o bahçede gündüzleri çiçek açar oldu kelebeğim pır pır uçuverir oldu. *******i kalbindeki özü içine çeker oldu. niye gözyaşlarını içine akıtıyorsun da onları yüzüme sürmeme izin vermiyorsun saatlerce göğsüme saplanıp hayallerindeki ayak basılmamış sahili bana anlatmıyorsun belki taşacak benimkilerle birlikte o nehir belki çam ormanlarında çalacağım seninle özgürce lir niye takılıyorsun saatin kadranına gözün ne demek olduğunu bilen sarışınım Niye mumların alevinde içindeki karnaval davullarını çalmıyorsun bana Sen Oannes olmalısın yarı balık yarı insan balinaların karnında nefes alan içinde kin nefret barındırmayan bilgi dağıtan hüzünlü efsanelerdeki kadın kahraman uzun sarı saçlarınla saklıyorsun şuh bakışlarını Gözlerinden geçen bulutlarda akıt artık o yağmurlarımı içime çeksin toprağım onları bir ağacım daha büyüsün bir tomurcuk daha açayım evrene hadi inat etme bir gülücük resmedeyim yüzüne güçlü fırçalarım var şerbetli ellerim ama senin yüzün kadar saf değil yine de inanmanı isterim resimdeki seni seven erkeğe Hadi inat etme acıların tutmasın artık bir çetele palavra sıktıralım dünyaya işkence edelim savaşa, bozguna kendi dünyan kendi bedenin sevdim onları, içini on yedi katlı cennet gibi hadi inat etme tekrar o sevdiğim ipi bırakalım gökten aşağı inelim yeryüzüne tutuşturalım pamuk şeker yanaklarını onlara aç bebeklerin minik ellerine hadi inat etme gel kısrakların üstünde sevişelim senle kirpiklerimiz dokunsun birbirine Yine çalsın Pan'ın flütü toknaklarında ilişeyim bedenine ceylanlar izlesin yalnızca bizi bir de Anka kuşları ötsün üzerimizde oradan çıkalım gidelim şelale altlarına bedenlerimize bulaşsın suyun şekli Yıldırımlar çaksın, şimşekler bulaşsın üstümüze artık dokunsun tenlerimize yağmurun elleri koparalım çilekleri sürelim birbirinizin diline sonra öpücüklerimızı elele koşturalım seninle buzağı sütüyle sataşayım sırtına yemyeşil yapraklarla boyayım boynundaki ısırığı bir tılsım kadar hafif narin bir alemde iincitmeye kıyamadığım unutmadığım kabuğunu tıklatıyorum işte keman telleri üzerinde vals yapmaya bekliyorum seni bizleri göğe çeken senfoniler çalarken sadece gözlerimdeki güce çağırıyorum gözlerini hadi inat etme hayalindeki sahilde toplayalım senle denizminaresi işte sığ sularda dolaşıp ayaklarını ayaklarımda gezdir de taşıyayım seni dalgaların kalbine hadi inat etme göbeğimi gıdıkla işte yine in çık istediğin yere avuçla sert göğsümü sarayını gezdir misafirine dolaşsın içinde kaosun çocuklarını doğuralım o serinlikte Bir salgın hastalık yayalım damaklara sevgi virüsleri dolaşsın herkesin kanlarında öldürsün kin hücrelerini yoketsin bilgeliği bitiren nefretleri Hadi inat etme Oannes hadi çıkaralım dilimizin altındaki anahtarları huzurlu melodiler yumurtlayan balıklara verelim napacaklarını bilirler onlar içimizdeki saklıyı bırak iyileştirsin oğullarımızı bırak iyileştirsin kızlarımızı Reha Başoğul |
Orhan Veli'yle Konuşuyorum Bedenim Boyalı
alıp başımı gitmiştim koşmuşum Ay'a kadar üstümde ter kokularımla yorulmuşum germiştim hamağımı bahar rüzgarında yapraklarını sallayan iki ağaca tam gözlerimi kapattım kapatacağım diyordum değmeyin keyfime aman ha! ! ! birdenbire duydum ismini hani şu gürültülü takalar geçerken sessizlik senin sesinle üzerime gelirken çekilin Orhaan Velii geliyor diye kulağıma kuşlar fısıldarken ya gidin başımdan dedim yalan söylemeyin yok daha neler aa sonra bir baktım gökyüzünü boyuyor biri mavi mavi bir baktım deniz yırtılmış dikiyor biri Uzaktan tanıyamadım ama deniz feneri aydınlattı çehreni Ah ah Orhan Veli biliyor musun çok özlemişim ben seni bak bak kıskandım şimdi seni yahu bu bana yapılır mı elimden almışın deniz kızını? oh oh cepler de çıkmış dışarı utanmadan bide sarmışın sırtına balık ağlarını bedava bunlar galiba... ne işin var burada senin diye sordun ya dedim hiç sormaa... beni de bu havalar mahvetti... gel gevezelik edelim senle dedin mahzun duruyorum istersen ilişme dedim bir sordun neden bin ah çektim içimden yine de senin gibi yarım yazmıyorum öyle mısralarımda yaklaş hele anlatayım sana da gör bak adalara giden gemiler artık tertemiz geçmiyor pisletiyorlar güzelim denizimizi nerde sizin devirdekiler ya yan yata yata diye söylenirsin değil mi? sorarım sonra ben onlara sen üzülme göremedim diye kurşunkalemim yanımda tamam tamam unutmadım kırmızı bayraklı Ah ah Orhan Veli biliyor musun çok özlemişim ben seni biraz ölümden konuşalım tamam da ya öterse ağustosböcekleri o zaman son nefesimizi veririz işte görürüz o zaman sonra sonsuz denizi neyse... Tüm bedenimi boya sen yine hani aramızda kalsın ebemkuşağı renginde Ah ah Orhan Veli biliyor musun çok özlemişim ben seni Hayret! ...ne sırlar anlatıyorsun da kafam şişmiyor hayret! Hala Londra Konferansları'nda bahsediyorsun anladım da geçti onlar anam babam geçti geçti şimdi herkes seçimleri sakız gibi çiğniyor ağızlarında biliyor musun hani derdin ya bu gaz maskeleri ay ışığını bilir mi hep bir ağızdan şarkı söyleyebilir mi orda duralım...bak onlar geçmedi işte şimdi de mekanik insanlar çıkarttılar başımıza aklın sıra güya şiir yazacaklarmış yavuklusuna hem de güneş batışında hem de Rumeli Hisarı'nda peh.. bu da senin falcı kadının sözü olsa olsa Ah ah Orhan Veli biliyor musun çok özlemişim ben seni lakırdılarını, aşklarını anlattın bana tüm gece ne hayatın varmış senin öyle bee şeytana uymuşun bi de eski karının dedikodusunu yapmıyor musun bak yine sakın ha! hiç değişme avunalım şairliğimizle işte Bak aman söyleme Melih Cevdet'le Oktay Rıfat'a bir sır vereceğim sana ben sırf seni sevdiğim için seviyorum onları Mahmut gibi dalga geçmesinler sonra Ah ah Orhan Veli biliyor musun çok özlemişim ben seni Kadınlar mı dedin? haha ben Mualla'yı atmamıştım sandala ama senin kadar çılgındım tasalanma çok çocukluk yaptım senin gibi ben de çok kadınla adlarını sorma... yok öyle yağma... üşenme edebiyat tarihçilerine sor sen de... ne çektirdin herkese be bir isim uğruna öyle kütüphanelerde. hiç komik değil, gülme öyle... onu bırak da ben en çok şu balıkçıları anlatırken baktım senin gözlerine nasıl gözlerdi öyle be benimkiler bile kıskandı senden akanları Ah ah Orhan Veli biliyor musun çok özlemişim ben seni hadi içelim şu rakıdaki balıkla salatayı iliştir üstüne dedin de süt içerim ben dedim de yüzünü ekşittin meraksız çocuk musun oğlum dedin kıramadım seni koydum bir kaç damla o zaman da kafanı ben şişirdim Ah ah Orhan Veli biliyor musun çok özlemişim ben seni bilmezler işte yalnız yaşamayanlar nasıl korku verir sessizlik insana nasıl koşarlar aynalara bir cana hasret Asıl sen söyle bakalım biliyorum serde erkeklik var ama Ağlasam Sesi mi duyar mıydın mısralarımda dokunabilir misin gözyaşlarıma o yerdesin işte biliyorsun epeyce yaklaşmışım ben sana seni duydum, gördüm tamam da nasıl anlatacağım seni geri döndüğümde insanlara aman boşveer altı üstü derler deli gel ağ toplayalım senle bir güzel şimdi Ah ah Orhan Veli biliyor musun çok özlemişim ben seni ya baksana insan olmak derdin, hür olalım derdin de niye esir oldum ben sana bu kadar kelle fiyatına mı yoksa bu da? Ah ah Orhan Veli biliyor musun çok özlemişim ben seni Reha Başoğul |
Oyuktaki Güç
Nasılda parmaklarımda eriyor kısacık tazecik saçların erkekliğimi eskitiyorum bu mor odalı koyunda avuç dolusu güç kamçılıyorum sana nasılda zevk kırıntıları bırakıyor arkasında emilen küpeler silkinen tenler koyultuyor feleğimin rengini bezler parçalanıyor ahşap oymalı divanında sessiz sersemler gibiyiz biz o oyukta... süt dilin bade terin iç iç bitiremiyorum dudaklarımda ben bittim onlar akmaya devam ediyor sırtıma. ateş parçası buz damlası oluyor nostaljik bir roman gibi okuyorum seni her bir sayfanda bir deli bir de deli edeni Eros uyanıyor geliyor şafağın gerisinden ok yetmiyor mızraklarıyla saldırıyor menekşe kokunu veriyor süzülen yanaklarıma parmakların dolaşıyor seni kavrayan diri kollarımda iz bırakıyorum kalçalarında sözlerim oynaşıyor kulaklarınla masal perisi değilsin ama ondan güzelsin nar değilsin ama ondan alevlisin kırbaç değilsin ama ondan betersin masmavi gözlerin gözyuvalarıma yerleşirken ıslaklığım içindekini bitirsin zamanın çeşnisi başlıyor kokmaya yalıçapkınları çobanyıldızını oyalıyor sokak lambalarına kızan gölgem dumanları boğuyor sızıyoruz köşedeki işlemeli mindere işlenmiş sahneleniyor bedenlerimizde nasıl da avuçlarım kayganlaşıyor senle iken bir posta güvercini gibi heyecanlısın bir kaplan kadar gururlu nerede kaldı senin keklik ürkekliğin ilk nehrinde niye bukadar çabuk boğuldum sorarım sana olmasaydı etrafta toscanın çikolatalı opera armonisi kimi zaman sessizlik kimi zaman ney taksimi yapışırmıydı bu dudaklar boynundan geri karışırmıydı şişen göğsüm göğsünden ileri olsun bu da yastıkaltı öyküsü gibiydi kapı altından bırakılan bir not gibiydi... bilinmedik ezberlenmedik bir bahçe camında üstsüzlüğüne kapıldım işte... tekrar gelir miyim bilmem yanına beyaz pelerinli prens gibi gizemli an adımı ormanında belki çeker kanım azgın köpük çıkaran dalgalarını belki duymak ister korkularım ruhundan serpilen gerilimli hatıraları istersin sende belki kucağımı, yanımı, bağrımı... kuş cıvıltılarının duvar öremediği sabahta hırsız gibi pencerene giren esintinin aramızdaki yangına yetişmesiyle uyudun da söndü gözlerinin mavi ışıkları coştu gözlerimin yeşil akıntıları... Reha Başoğul |
Ölü Cenin Hatıraları
yine o savaşçı deli kadın soyunun kabuğunu soyuyor ağlayan doğum ormanlarında başını çeviriyor günışığı bir batımlık soğuyor zaman kalbini dağlıyor sırtlan gülüşü bacakları yine o savaşçı deli kadın üstünde kirli çamaşırları akıl suyu değirmenleri altında pamuk tarlalarına kayıp gidiyor akıntısı bir batımlık soğuyor zaman yüzük parmağında kalakalmış yılan dili acısı yine o savaşçı deli kadın rüyasını anlatıyor sürünün sonuna baharı teselli ediyor karçiçekleri posasında serpili kum yasası bir batımlık soğuyor zaman kozadan çıkartılıyor baltaların sapı yine o savaşçı deli kadın ateşten şişlerle örüyor göz arkasındaki bezleri inkar ediyor yalnızlığını bir batımlık soğuyor zaman dizlerinde kesik düğüm kalıntısı yine o savaşçı deli kadın köle siyahı biriktiren ayaları talip diri diri bayıltılan günahlarına tek celsede boşaltılıyor yaşamı bir batımlık soğuyor zaman buz üstünde bulunuyor kalem kutuları yine o savaşçı deli kadın dişlerini arıyor sokakların yırtık cebinde öykünüyor yelkenli merdivenlere sıçramış düşlerine sarı adımları bir batımlık soğuyor zaman sesinde kızarmış duvar yazıları yine o savaşçı deli kadın tüylerinde mandallı çığlıklar kusarak çizmiş hortlakları görgü tanığı gardiyanları boğazlıyor tualini bir batımlık soğuyor zaman koltuğuna dikiliyor masabaşı çıngırakları yine o savaşçı deli kadın dudağında yükseliyor uçuk takımadaları kaşlarını geriyor çarmıha göğüs kemiğine bağlanmış kuduz köpek tasmaları bir batımlık soğuyor zaman omuzlarına düşüyor asırlık çam ağaçları yine o savaşçı deli kadın ödlek ellerine küsüyor suratı kendi yurdunda bozgunda eklem yuvaları görülmemiş bir kuşa aşık bir batımlık soğuyor zaman kolunu da uçuruyor kanatlarının hafızası yine o savaşçı deli kadın kazıyor gökten altı başlı Ayışığını deri pazarındaki ucubelerle akik taşı savaşlarını anlatıyor bir batımlık soğuyor zaman karaya vuruyor ölü cenin hatıraları Reha Başoğul |
Ölümüm Ele Geçirdi Kalemini
Sürgüsü çekilmiş gözlerimi açtığımda beni yücelten kalemler gördüm mezarımda acıtmak mı istiyorsun ölümümü yoksa rahmine girmek mi yine anadan doğma? uslarım için yaratmıştım parmaklarımı türpülemekti amacım köşeli hatıralarımızı bostan korkuluğu gibi dikildiler karşıma korkmamı istiyordu acı tarlaları üstünkörü yazgılar için tırpanladım korkularından kaçanları edepsizdik hepimiz bir o kadar da taze yalnızlığın için ekmiştik tohumlarımızı bende bilirim çiylerin tabutuma akışını süzülen sarının beyaza kaçışını ama bilmekten öteydi sensizken çürüttüğüm sancılar tekrar doğurtmak istemiyorum yüreğinde ölümümün kışını çünkü çoktan donmuş olmalıydı sendeki hislerim sanki çığ altında kalmalıyım dediğim bir seçim bir kez olsun kurtarma derinlere gömülmüş sevgimi bırak karların altında sessizce uyusun seni isteyen sözlerim istemez miyim sanıyorsun özlemeyi anmaz mıyım sanıyorsun gözlerime değişini gökyüzü dolunaya sarılmışken aramaz mıyım sanıyorsun sevişmelerimizi toprak altında olsam bile çağırışın hep kanımın akmasını istiyor al işte bir damla daha ölüm kurban ediyorum yokluğumu kemirip bitiren sesine bu gece sabaha karşıma alarak konuştum senden kaçan beni artık susturman için isyan bayrağına silmişken bana bakan gözlerini ’anılarımda asla figuran oynamaz’ demesini bilmeliydin satır aralarına gizlenmiş esrimelerinle kalemini ele geçirmeliydim boğmaya çalışsam da onu mürekkeple yüz kırbaç vursam da sırtına biliyorum ki özlemini kağıtlara dökmekten hiç vazgeçmeyeceksin... Reha Başoğul |
Palyaço
her güne gülümsetmek için başlar palyaço ve özene bezene hazırlanır bu sihirli anlara yırtık pabuçlarını giyer ve rengarenk elbisesini temizler sadece işi güldürmektir onun ve sadece güldürdüğünde mutlu olduğu sanılır... en çok ufak çocuklar anlar onun neden mutlu olduğunu çünkü sadece onlarda saf gülüşü yakalar palyaço kalabalıklarda ancak işini yapabilir panayırlarda adı anılır ama orada bile nefes alamaz o ve gün biter palyaço evine döner içindeki kapıyı aralar bakımsızlıktan gıcırdamasını bile kulak asmaz ortalık darmadağındır heryerde toz, karanlık ve havasızlık hakimdir bir tek kalın kitapla yaşar orada palyaço onu içer, onu yer, onla yatar, onla kalkar okur, bağırır ve yalanlarını yazar oraya tek tek ya gerçekleri nereye yazar palyaço? sadece suya yazar parmağıyla... ve an boyunca bilinir ve yok olur gerçekler.... ışık ise yine bir tek anda gözükür palyaçoya, o kapıdan minik bir çocuk girdiğinde aydınlanır her taraf ama hiç gülmez çocuk palyaçoya hep ağlar onun dizinde palyaço ne yaparsa yapsın güldüremez o çocuğu tavuskuşlarını anlatır ona ahududu kokusunu okur kitaptan kuşların uçuşunu arıların vızıltısını akasyaların masalını dile getirir taze bir aşk hikayesini paylaşır onunla gülmesi gerektiğini ve çağırır dilinden kalemine çocuğu ama nafile... çocuk çünkü gitmek ister o kapıdan dışarı artık özgürce oynamak dolaşmak ister palyaçoların toplaştığı kalabalıklarda cebindeki elma şekerlerini vermek ister. hergün bisikletini alıp bir gazeteci çocuk olarak, sadece insanların mutlu olduğu haberleri yazan gazeteyi kapılarına bırakmak ister neden kırmızı burunlu olduklarını bir bir anlatmak ister o palyaçolara ama bizim palyaço hiç bırakmaz onu dışarı.. suratına sert bir tokat atarak bırakıp kaçar o daracık kapıdan ve sabahın ilk ışıklarına kadar bir papatyayla ağlar onsuz kimse mutlu değildir o evde... hep düşünür o çocuk, sadece gözlerinin aydınlattığı odada bir tarafı cehenneme bir tarafı cennete bakan bir dağdaki uçurumun kıyısında yüzü olmayan bir çıplak bedenin verdiği piyano resitalini dinler hep ağlar o notalara tutunarak kurtulmaya çalışanları o sıcakta güler o notalardan kevserlerin döküldüğü şelalelere atlayanlara... hiç anlatamaz oysaki o beste, bir noktadan sonsuz doğru geçtiğini ve her doğrunun sadece kendi doğrultusunda ilerlediğini sadece yankılanır o seslerde palyaço olmamız gerektiğini ve bir alman palyaçonun dediği gibi, alışkanlıkla inanıverir insanoğlu, bir söz işittiğinde. Böylece onun neyi düşüneceği belirlenmiş olur... Reha Başoğul |
Pazar Nedimesi
posta güvercinleri... artık daha sever oldum, daha sevecen, daha beyaz bakıyorlar artık bana... hiç de soğuk değil ve hiç de eskisi kadar yavaş atmıyor minik kalpleri... sıhhatın sabun köpüklerini patlatan çocuk gibi oynamak bu sokak aralarında ve her geçen anın adını koparmak gül yapraklarından... sessiz konuşmalar söylenecek sallanan sandalyeler üstünde ve ebrularda yüzünü çizmeyi beceremeyeceğim yine belki.. bu kaçıncı sergi bu kaçın resim diye saymıyorum artık ve artık sadece suyun özüne dalıyorum bir yunus gibi ve Yunus'un içerisindeki deli gibi... sadece bir obua sesinin hızında yazacağım adını sulara ve kimse tanıyamayacak böylece yüzünü sözünü kalbimin kapakçıklarında kanatacağım ve salacağım atardamarlarıma... hiç temizlenmeye gerek duymayacaksın orada.... ne denli iri kar taneleri yağıyor artık kitaplarıma ve soğuyor iyice yazdıklarım ve sıcaklıklarınızın arasından sadece enerjiniz ve bana bakan gülümsemeniz düşüyor ve bir taçla tutturuyorum onu boş sayfalara... hiç yazı olmasın istiyorum orada.... sadece düşlerinizi çizmek ve boyamak istiyorum kara kalemle kalınca.... bir tazecik gül kurusu oldun artık sen ve neşelice bakıyorsun artık etrafa özgürce... ya bizlerden ne bıraktın yıkayamayacağım kokulu pelerinin dışında ve dostlarım orada mı soruyorlar mı beni 'ne yapıyor bizim deli? ' şu erkekler niye bu kadar açlar kadına ve sonra niye bana patlarlar kadınlar yolda, sokakta, telefonda ve lafta... işte birini daha aldı benden erkeklerin bu açlığı ve çeviremeyecek artık gül kurum telefon tuşlarını... orada yaşama düşlerini ansiklopedilerde bile göremeyeceğiz artık ilerde... annenin gözkapaklarına sahip olamayaşını, babanın mezarsız oluşuna yanışını ve küçük masum mavi gözlü kardeşinin bağırışlarını ise duyacağız kulaklarımızda hep birlikte... ve bilinmez gözler olarak bakacağız ve artık sarılamayacaksın bana biliyorum ama yüreğimde saklı kalacaksın yine... hep bunlar yazacak sinema afişlerinde ve sadece senin oynadığın bir başrolde neon lambalarda kahkaha atan fotoğrafın düşecek şehrin ve doğanın yakamoz lağımlarına... ve filmin sonunda yazılanlarda alacaksın ödüllleri.. en iyi yönetmen, oyuncu, müzik ve kostüm... benim hayatımda en iyi filmi olmayacaksın belki ama ya onlara ne demeli? ya onlar kimi alkışlayacaklar şimdi tek seyrettikleri bu trajedi filminde? anlamsız şakşaklardan başarı öykülerine sadece sözlükteki adını bilecek herkes ve tazecik bahçelerde düşleyecekler seni... bir sevgilinin hediyesinde gülümseteceksin sevileni ve genç kızlar sürecekler bazen seni boyunlarına işveli... ya bülbüller? hep onlar sana aşık olacak değil ya şimdi sıra sende artık nidaların onlar için atmalı ve teşekkür etmelisin onlara.... ben ise sadece susarak alkışlayacağım seni kaderin cilvesindeki rolümde... hep bana düşer bu suskunluklar zaten ve ölüm denen kurtuluşun açıklamasını yapmak da sızar yapılan konuşma programının son satırlarına.. ne meşhur adammışım ben ki şu ölümü tatmadan anlatmak ve özümsetmek olmuş benim görevim.. bi tatsam zaten ne kadar silecekler gözyaşlarını ve ne kadar gözükecek dişleri? huzur rüzgarları ve gözlerindeki ışık yıldızları... bunlarla bırakıyorum seni yeryüzüne ve ne mutlu ki birinin daha mezarı gözükmedi yüzüme? sanırım bu yüzden ölümden hiç korkmadım ve senin gibi susadım obuanın notalardaki saltanatına... benim için çal her baktığım resimde her dinlediğim müzikte her soluduğum nifakta... ve gülümse senin için yaratılan yeni yemyeşil ve berrak denizde ben mi? beni düşünme ben yine saka kuşu gibiyim merak etme her gözü oyuluşunda daha güzel ötüyorum ve doluyorum ölüm türkülerini dilime... birazda fırçamı süreceğim sudaki bana bakacak akisine neyse unut bunu beceremeyeceğim gene sen mi? sense bir şahin kadar asil bakıyorsun biz fanilere ve yüzün bir deniz perisi kadar nur gözüküyor gözüme umarım sözünü unutmazsın gülümse.... babalar gününde bize verdiğin hediyeyle gülümse ki saka kuşun coşsun pazar ilahisiyle pazar nedimesiyle.... Reha Başoğul |
Saatlerime Kar Yağdı
yaşatamıyorsun bu dünyanın aşklarını bir bebeğin rengini bulmamış gözlerinde ninnileri dinlettiremiyorsun azmış kinlere bir türlü uyutamadın onları kabuslu *******de soğuk kış ayazında, sıcak bir kulübede şömine başında, Ay eşiğinde sallanan bir sandalyeye yerleşirkene yazılıydı bu satırlar saklı bir kitabın içinde bir tarafta uyuyan sevgilin ve ona bakan gözlerin bir tarafta tavşanlar ve onları ısıtan gülücüklerin donmuş bir kale kapısı gibi sanki beklediğin zorlayıp kırmak istediğin ise sonsuz düşlerin... insanlığın ziyafetine az kaldı dediğin çıkılmaz kulelerde el verip çektiğin orman kokularını üfleyip beslediğin bir düşü gösterdi hissettiğin karlar üstünde kan damlalarını saydığın özgür dağlarda ismini sayıkladığın kayaların arasında saklayıp bıraktığın bir aşkı dinlettirdi çağırdığın tüylü kalemlerden parşömen kağıtlarına üstad çizimlerinden akit sandığına gizleyerek kaşıdığın ölümsüz yaralara bir son güsterildi kalanlara kara bulutlara bakarak oyduğun arkana bakmadan soyduğun ayrıntılarını aradığına sorduğun bir heykel bitirdi konuştuğun odun seslerinden sayfa hışırtılarına kadın dilinden aşk bataklıklarına kudüm iniltisinden köpek havlamalarına bir doğumun korkusu yapıştı duyduklarına... Reha Başoğul |
Seni Arayış
arayışın bu yüzünde; hüzünlü şarkıların tanburuyum taksimlerde dolaşan kimi rüyaların şairi kimi deryaların kayıp kaptanıyım ben. ehram görmüş tazeciklerin şarap görmüş hancıların dergahında sultanların kadehi çobanların hissedilmeyen asasıyım ben. irkilen karanfillerden af dileyen kırılan burçakların hoşgörüsünde leylakları toplayan nergislere boş bakan kucağım ben. dağların yıkamadıklarına hırslanan önyargıların ezemediği alçaklığın gençliğinde kanı karla temizleyen çağın hiçbir zaman olmayacak varisinin özlemiyim ben. yalnızlar diyarında dost kapısından açılan karanlık mahzeninde eskitilen fıçıdan kaçırılan herşeyi çözecek, bulunamamış inci tanesini gözlerinden akıtan deniz kızının bakışlarıyım ben. doğmamış çocukların beklenen kaderine ölmemiş dedelerin son soluğuna yazılmamış kitabın harflerine hatla yazılmış laleyim ben. sürülmemiş toprağın meyvesini veren çalınmamış güzelliklerin anahtarını diken işlenmemiş madenlerin parıltısını seçen kırılmamış kalplerin gülümsemesiyim ben. girilen kapıların ilk ışığıyım sönen yıldızların son sözü kasvetli şimşeklerin gürültüsünde masumluğun ilk yağmuruyum ben. anılan oğulların ağıtıyım kazılan kuyuların ipi sızılan inlerin ekmeği adına saçılan yardımların eliyim ben. bilinmezim aranmazım görülmezim hissedilenim ben ışığım ben acıyım ben tohum ben ölüm... bende hangi nota, sendeki nokta hangi sayı resmin... söyle sen kimsin? Reha Başoğul |
Serenat
elindeki son hissi kime bağışlardın... ya da bağışlayabilir miydin? dönüp gelir mi bu soru içine çektiğin görünmez nefesin ortasında yoksa çıkar gider mi ciğerlerinin içinden çıkan buhurlu diğer nefesin sonunda ben düşünsem de sen düşündün mü hangisi gerçek nefesin hangisinde ağladın genelde hangisi seni öldürdü tüm ******* boyunca hangisiyle bağırdın da dengeni bozdun, çizdiğin son çizginin ucu tırtıklı çıktı karşına yumuşak hatlardan uzaklaşıyorum... yüzüm daha kemikli ellerim şimdi daha kirli istesem de değişmeyecek şeylerin altına niye koyuyorsun şimdi fitilli bir bomba? kendini dolaşmaya çıkardığın zaman gözüne ilişen ilk yeşille yıka gözbebeklerini benimkinden daha güzel daha kalıcı ve eminim daha da kısar sesini dileğim ki ipinin her iki ucu senin adına kaçsın.. çözülsen de düğümlensen de sarılı kalsın üstünde kelimelerinin kulağını kesip tablodaki insanın eksikliği doldurdum sözlerimi anlatamaz oldum sende Reha Başoğul |
Sert Sessizlik
saat üçte çıt etse afife ötse peşpeşe İshak Kuşu kafeste pıt pıt kaçsa pisi pisi kuşak kuşak seçip takip etsek küpesi afaki tokası haki sokaktaki çıtı pıtı afeti kâh ekşisek kâh kapışsak uçuk kaçık okşasak sapakta siftah istesek hatta sıkı fıkı içsek iki tek köpük köpük içki koksa saçı fesata kıs kıs peşkeş çekse hafif pusu şaşsa şap şup öpüşsek ite kaka kapısı sökük katta etekse etek ipekse ipek açık saçık çökse apışa tutuşsa fahişe ateşi susasa şahikası kasıkta ufak çapta uçsak aksi tutup aşsa ütopik tasası pışık etsek takışşak hesap kitapta tepişsek pat etse tüfek affetse şikeste kaşı ases suç üstü çıkıp tıksa şu kışta hapse topu topu iki hafta kısasa kısas sopa atsa eskise peteksi ışık aç tok üşütsek kof taşta çekikse sehpa tak tak etse istihkak sıska ipte us pekişse şıp şıp ses ses ses 'ah keşke sökse kekeç şafak aheste aheste ah keşke sussa şakak içteki tıpası çıkık o hakikatte' ise -inan hepsi bozardı sert sessizliğini- Reha Başoğul |
Sevişeceksin
ağzında buz kırdığında ormanda kaybolduğunda terasa çıktığında klozeti kapattığında şelalenin altında paraşütle atladığında at sırtında güneş battığında havai fişekler patladığında kurtlar uluduğunda tren vagonunda sinema salonunda dilini kanattığında ada vapurunda yaya kaldırımında tenis kortunda opera çaldığında deniz yatağında tramvay yokuşunda dolmuş kuyruğunda sabah kahvaltısında deniz manzarasında uçurumun kıyısında köy pansiyonunda çadır hayatında irlanda barında divanın kenarında peri bacalarında saçlarını kokladığında sütten bıyık olduğunda arabanın arkasında reklamlar başladığında antik tiyatroda metro çıkışında yemek masasında rafting botunda yerebatan sarayında boynunu ısırdığında motor direksiyonunda yastık savaşı yaptığında otobüs durağında flamenko ağıtında kiralık karavanda havuz başında su kaydırağında mağaranın karanlığında at arabasında benzin istasyonunda sörf tahtasında çatı katında şömine başında çıplak olduğunda SEVİŞECEKSİN küvetten çıkmadan gün doğmadan utanıp sıkılmadan vizeler yaklaşmadan bekçiler basmadan üzerini çıkarmadan adını sormadan masaja başlamadan gözleri kapanmadan alkol almadan nefret duymadan çayın soğumadan kucağında uyumadan hocalar yakalamadan paçaları sıvamadan okulu takmadan mehtap kaybolmadan denize açılmadan sümelaya çıkmadan şiir yazmadan kapı zili çalmadan yemek yanmadan abisine yakalanmadan tulumun ısınmadan kalp kırmadan dağa ayak basmadan telefona çıkmadan kuşları kaçırmadan çiçekler açmadan duvara tırmanmadan tadını kaçırmadan SEVİŞECEKSİN kapı eşiğinde iççamaşırı giymediğinde ağaç dibinde bahar geldiğinde şarkı söylediğinde karşındaki istediğinde gemi güvertesinde fotoğrafını çektiğinde şehirlerarası otobüste bar tuvaletinde deniz otobüsünde samanlar içinde dilini emdiğinde şezlong üstünde burnunda kar tanesiyle kale içinde balık pişirdiğinde iç geçirdiğinde gök gürültüsünde sırtını çizdiğinde kavga ettiğinde cırcırböcekleri öttüğünde ölümü sevdiğinde sallanan sandalyede deniz iskelesinde kır kahvesinde balon yükseldiğinde soğuk parkede bronz teninle saklı kentte rembetika bittiğinde faytona bindiğinde suyun derinliklerinde seni öptüğünde kaptan köşkünde aynı anda istediğinde Taksimin göbeğinde elleri üşüdüğünde yüksek sesle çamlıca tepesinde ağaç evde komşunun bahçesinde dağın zirvesinde gel dediğinde yıldızların büyüsünde efes harabelerinde karpuz kestiğinde masal bittiğinde denize girdiğinde finaller bittiğinde deniz fenerinde poponu ellediğinde tarlayı sürdüğünde yapraklar düştüğünde çocuk düşündüğünde köşebaşına geldiğinde okul kantininde kız kulesinde atlar kişnediğinde SEVİŞECEKSİN kanın kaynamışken çimler ıslanmışken patron gelmeden sahilde yürürken tuvalete girmeden mumlar sönmeden çapayı çekmeden rahatsız etmeden ev boşalmışken Ay tepedeyken ayaklarını suya salmışken çöpü dökmeden yatak serinken yıldız kayarken çilek dilindeyken gökkuşağı açarken düşünde görmeden balkona çıkmışken bisiklete binerken son birkez demeden burnunu öpmüşken soyunmayı beklemeden kış gelmeden asansöre binmişken traş olurken dondurma erimeden göbeğini gıdıklarken film izlerken beste yaparken araba kullanırken antremana gitmeden hamaktan düşmeden köpek gezdirirken ritmi tutturmuşken dudaklar ıslakken uyku sersemiyken odanı kilitlemeden parmaklarını sokmuşken duman ağzındayken sırtın terliyken ağda yaparken karlar soğukken duş alırken kimseye gözükmeden klima açıkken dilini bilmeden elbisesini yırtarken göğsüne yatmışken kötü adam ölmeden yağmur yağarken yazı yazarken seni istemişken ailesi gelmeden müzik dinlerken ders çalışırken kumlar sıcakken çömlek yaparken onu soyarken dans ederken duvara dayamışken üstünü örtmeden çoraplar ayağındayken bedenin boyalıyken gözlerin kapalıyken elin değmişken SEVİŞECEKSİN Kalbini açtığında cenazesini kaldırmadan ruhunla hissettiğinle yarınını bilmeden SEVİŞECEKSİN Reha Başoğul |
Son Nefes
Düşündüm ki; insan son nefesinde neleri doldurur içine ve çeker bitmesini istemezcesine. düşünsenize son nefes son an son düşünce bu o son nefeste Düşündüm ki; insan son nefesinde yalnızca aşklarını çeker içine düşünsenize aşık olduğu zamanlarda düşünmüşlerse hangi aşkı ölümsüz hissetmişlerse bitmesini istemezcesine onları düşünürler o son nefeste Düşündüm ki; bu konuda da hiç yazmamış şairlerde bulamadım son nefeslerini hiçbir dizede düşünsenize her anı anlatmak için düşünüp şiire aşık oluyorlar bitmesini istemezcesine son nefese gelince hiçbirşey yazmadan kaçıp gidiyorlar o son nefeste Düşündüm ki; zeka bu yüzden verilir Ve hisler en derin nefesini alır bitmesini istemezcesine o son nefeste Düşündüm ki; aklımı düşününce nefesimi nefesimi düşününce aklımı kaçırıyorum ben çok düşündüm dostlar son nefesimin vereceği karar: düşünmek akla zarar ne kadar düşünmüşsek kabirde o kadar azab var Reha Başoğul |
Temmuz Karanlığı Kulağına Fısıldarsa...
Sıradan bir Temmuz zifirisi ne hatırlatır ki insana, gökyüzüne baktığında yalnızlık burcu şekillenir mi? sonsuzluğa dalarsın çaresizce, dosta nameler dökülür kalbinden hilalin kıvrımlarını çizerken aydınlanır birden zihnin zifiri boştur gördüğün, ışığın sonsuzluğunu yüzsüzce araklarsın yüreğine sırdaş bellemişindir yıldızları soğuk denizle dalgalanır anıların, yıkımların erimiştir İstanbul'da kalemin dansöz olmuştur elinde. kozmos'un bütünlüğü kulaklarında çınlar her an damarlarındaki kan üzülür taşamadığına akar taşanlar kuru bir kağıtla anladığın zaman olsun be dostum. sihire inanmışındır artık sızmışsındır sineye, gözlerin fırça olmuştur renklerini seçersin kubbeden gökyüzünün Temmuz karanlığında... Reha Başoğul |
Tombak Dede
yok yok bir başkaydı onun sanatı bi başka çekerdi sırmasını bi başka sürerdi civasını dükkanı da bi başkaydı onun girişte yığın yığın hasırdan oturaklar en arkalara kaçmış bizim tombaklar yani öyle her müşteri giremezdi içeri kolay kolay haliyle pek bilinmezdi ince işleri kıyamazdı da tabi yani anlayacağınız sadece gözüne girmeyenlere vermemezlik ederdi Tombak Dede kısacası siz deyin ona evlere şenlik biz diyelim idare ettik gittik amma ne tepsileri ne ibrikleri saklardı orada bi bilseniz inanın görür görmez bir yerleriniz şişerdi hemen Tombak Dede'nin de nazı oraya kadardı zaten fena da olmazdı hani çarşı pazar dolaşmazdınız fellik fellik alıp koydunuz mu evinize olurdu size işte bi güzel evladiyelik sahi ne güzel atardı kahkahalarını ne güzel süslerdi onlarla tombaklarını yanakları da bi değişikti sanki al al tombik tombik... sizin de içinizden geçer mi bazen yani nasıl desem hani birisine giderken düşünür müsünüz onu orda göremeden ya geri dönersem? neden sordum çünkü insanın içine doğuyormuş hakkaten geçen hafta kaldırmışlar naaşını yetmişe de dayanmıştı gerçi yaşı kimine göre bu tombaklarla fazla bile yaşamıştı ne olursa olsun Tombak Dedemdi o benim çok çayını içtim çok tembihini de küpe bildim hani kalkmadan önce biraz daha gül diye dalga geçerdim ya: 'sende yok tabi yenge bırakmıyorsun bir türlü be Tombak Dede acelem var bekler bizimkisi hadi artık bana müsaade ' derdim demesine ama ama senin şu acelen de yine bir başka oldu be Tombak Dede alacağın olsun nur içinde yat emi... Reha Başoğul |
Toprağın Kırmızısı
Hani toprağa ayağın değer ya ve ruhun yağan damlalarla birleşir o an. hani bir sanatçı biçimlendirir ya yüreğinin ham genişliğini kıvılcımın ta kendisiydi bunlar. işte senle böyle başladı yol arkadaşlığımız evreni kucaklayan bir pınarın üzerinde bir çiğ tanesi kadar olan bizler akıntısına karşı durmak yerine bıraktık ya kendimizi derinliklerine elleyemediğimiz ışıklardı bunlar. engin bir bilinç ne demek anladık o zaman isyanların boşluğunu fırsatçıların narını bulduğumuz alevlerin ortasındakilerdi bunlar. kelamımızla muhabbet edişimiz bir tek yüreğimizle kalışımız kıyam eden yaseminlere tanıklığımız karacaları anımsamamızdı bunlar soygunlar olsa da elimizden alamadığı bir ruhumuzun bir gülümsememiz var olduğu bir yolcuğun ilk durağıydı bunlar nedir gerçekler sence hırsımızın kurbanlıkları mı kardeşimizin kanları mı hipnozun büyüsünü bozduğumuz tarihti bunlar. bin çıplak ete bir güzel yüreği değişmediğimiz kahkahalara kulak asmadığımız bir ormandaki filizdi bunlar. ortada dev bir karyan bir kaç yılan biraz da zaman boğuşacağımız canavarın sunduklarıydı bunlar dağların zulmü toprağın hükmü bilirsinki ferahın arkasındaki aştığımız zahmetti bunlar. yastık altında sildiğimiz ellerimizle büyüttüğümüz sudan daha berrak akıttığımız gözyaşlarıydı bunlar. uykunun haram olduğu masumluğun suç olduğu paranın ilah olduğu yıkmaya and içtiğimiz şehirlerdi bunlar. kucaklara sığdıramadığımız paylaşmaktan doymadığımız en büyük silahımızı kullandığımız zaferin mimarı sevgimizdi bunlar. İşte o sevginin sonunda nebulaların ortasında bir çileğin bıraktığı sıcaklığın kırmızısıydı bunlar... Reha Başoğul |
Uzaklar
Ve uzaklardayım şimdi sonsuz beyaza gömüldüm tek hissettiğim içimdeki gücüm etrafımdaki bu telaşsız ahenkler bu sayısız bitkiler bu acısız yürekler bu karışık sesler hepsiyle yok oluyorum görmüyor musun aşk bu kavuruyor işte savuruyor işte beni birer birer şimdi sanıksız şimdi yargısız şimdi kuralsız bu eller bu diller bu gözler.... yalnızca aşkla başbaşayım hükmü verilmiş topraklardayım sonu baş olmuş yollardayım seni koydum koynuma sarmaladım soğukluğumla sımsıcacık ve sessiz yüzünü ve anlamadım hala o mu beni büyütüyor yoksa ben mi onu bu benzersiz diyarda ne yaman çelişkidir ki bu insanlardan uzaklaşınca teker teker yüreğimde daha mazbut daha büyük daha yüce yer edindiler aşkın göz yaşlarını sonsuzluğun sanrısını olduğu gibi kabul etmek lazım tuzsuz yaraları ne baktığım bir seraptı ne tattığım bir şaraptı bal gibi gördüm seni bal gibi gözüktün işte niye inkar edeyim nolur susturma beni nolur konuş hadi Bunca yıl bunca sayı bunca kelam hepsi bomboşmuş yokoluş varoluşmuş varoluş bomboşmuş dönüyorum duruyorum karışıyorum işte bir soruyorum bir soruluyorum adım ne can mıyım cansız mıyım canan mıyım? Ve şimdi gözlerim delik dilim kesik yüreğim ezik ya bundan sonra ya bulduktan sonra nasıl dayanacak nasıl asılacak nasıl kanacak bu delik bu kesik bu ezik hapsolduğum yaşama? Kan bu damardaki kan kanayan kan susatan kan akıyor işte akacak da sarmaşık gibi sarmış beni saracak da susturacak da ne büyük acı ne büyük yara yakarışım bile duyulmuyor burada son bir defa son bir vefa hadi uzatma kırdıralım şu zamanı yıkalım işte diye yalvarıyorum sana ama kan bu akıyor işte deli kanı bu acı kanı bu konuşmuyor sokuyor işte söylemiyor yakıyor işte bakmıyor kaçıyor işte yine çağırıyor sesin yine ensemde nefesin sancısız düşler diliyor hülya meclisinde bu acizin bu büyüklük bu ihtişam bu nizam bana çok geliyor bana yük geliyor oradan bakınca buralar çook çok uzak geliyor Reha Başoğul |
Yal(n) an Mumlar
ışık nesebinden büyük sayılırmışsın ama gece hakkında ipe sapa gelmez konuşuyor davet ettiğin gözlerinin doğumgününde sayacağım bakalım üstünde yal(n) an mumların yaşını zaten artık yüreğimde kimse onlar kadar uzun yaşamıyor Reha Başoğul |
Yaptım
Arkasına bakmadan gitmek dedim gözucuyla bile dönmemek dedim aşka sihirli kavanozların kokusunda kızgın yüreklerin sesi bağrımda dökülü kaldı. irkildi bedenim eziklikte gösterişten uzak barajlar aşsam da bir minik kalp kapakçığında beslenen gergin sinirlerde kaybettim soluğunu ölümcül günün yıldönümü bugün karların izinde bulamadığım sesini gözlerindeki ışığın aydınlatmadığı çadırımda yumruklarımı başıma vurup ağladığım gündü tam bugün. seneler gezindi zamanda sen bir türlü gezinemedin kaldın dilimde bir uçurum astı, çiviledi beni bilinçsizce aradım adını anacak bir takımyıldızını silüetinde çok sessiz düşler ve arkadaşların ne kadar sevgi açtın yapraklarında sonraları bir hata, bir sıla kadar olamadı gülümsemen son anında 'üzülme sakın' demen ne sözler verdim anılarıma ne kalın kitaplar bitirdim uğruna anlatamadığım aşkımdın şimdi ise tutunamadığım dalım oysa ki bir dağ daha bekliyordu bizi bir şarkı daha söyleyecektik orada bir tepede daha adımızı yazacaktık karlara bir hayal daha yeşerecekti ay ışığında nokta dedin oysaki bütün bunlara beni bana hapsettin yas kokan odalarda az geçmedi o zaman az düşmedi yere kan şimdi sen ordasın ve kimi zaman ellerimde ve kimi zaman beslediğim kelimelerimde hiç kızmadın bana biliyorum ve arkankandiler hiç sormadı bana seni sen bir gelindin beni ormanlardan soran bir gemiydin açılan okyanusumda yelken açan bir suydun özümü sevgiyle boğan bir ruhtun bedenden öte olan şimdi burada ve yılları yanıma alarak istediğin gibi bir mum bir gül ve bir kırçiçeği en sevdiğin ses olan cırcırböcekleri az zaman kaldı doğumuna buluştuğumuz zaman asacağım fotoğrafını gel kal diye dönme yıldızlara verme artık leylaklarını, sinme artık kazağıma gel artık tekrar yüreğime ve gözüm ol yeniden bedenimde dudaklarımı karıştırsın yüzün önünü görmez olsun öksüzün biçimsizim biter geçer oyalarına yaptığın ebrulara dalar düşerim senimi ararım boyalı sularda belki olur benden bir tane daha 'üzülme' dedin, 'gül' dedin son boşlukta 'hatan yok' dedin 'seviyorum' dedin 'özleme' dedin, 'beni doğada büyüt' dedin 'yaptım' dedim, her gün için için her gün senin için... Reha Başoğul |
Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 07:16 PM |
Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11 Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.