www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee  

Geri Git   www.cakal.net Forumları YabadabaDuuuee > Forum > Eskiler (Arşiv)

Eskiler (Arşiv) Eski konular

CevaplaCevapla
 
Konu Araçları Görünüm Modları
Old 01-02-2007, 12:04 PM   #1
yuko_can
Müstakbel Üye
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Yaş: 35
Mesajlar: 157
Teşekkür Etme: 0
Thanked 46 Times in 23 Posts
Üye No: 25918
İtibar Gücü: 1395
Rep Puanı : 2310
Rep Derecesi : yuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond repute
Cinsiyet : Erkek
Varsayılan Felsefe

VarLık FeLsefesi
Varlıkla ilgili olan , varlığı konu alan varlığın gerçekte ne olduğunu ortaya koymaya çalışan felsefe türüne verilen ad.
Gerek fiziksel , gerek zihinsel (veya ruhsal ) varlık türünden olsun varlığın en genel ve en temel özelliklerini soruşturan , felsefi inceleme alanına varlık felsefesi denir.
Metafizik- Ontoloji
Metafizik: Amacı varolanların gerçek doğasını belirlemek varolanların anlamını ,yapısını ve ilkelerini ortaya koymak olan felsefenin temel disiplini.
Ontoloji: Metafiziğin ,tek tek nesne ve olaylarla değil de ,genel olarak varlık problemiyle ilgili olan dalı; varlığı varlık olarak , varlık olmak bakımından ele alan bilim
Varlık Felsefesinin Temel Problemleri
1. Varlığı varolup olmadığı sorunu.
2. Varlık varsa bunun ne olduğunu sorunu
Varlığın Varolup Olmadığı sorunu
a-)NihilizmHiççilik)
Varlığın olmadığını savunan görüşlerin genel adı.Nihilizme göre gerçekte bir varlık yoktur.
Gorgias , TAOculuk
b-)Realizm(Gerçekçilik)
Varlığın gerçekten var olduğunu ileri süren , insandan bağımsız ve nesnel olarak bir dış dünyanın var olduğunu savuna görüş.

Varlığın Ne Olduğu Problemi
1-) Varlığı Oluş Olarak Kabul Edenler
Bu görüşü savunanlar , evrenin sürekli bir değişme ve gelişme içinde olduğunu savunurlar.Herakleitos, Whitehead bu görüşün başlıca temsilcileridir.
Herakleitos’a göre evrenin ilk unsuru ateştir her şey ondan çıkmış ve her şey ona dönecektir.Evrende her şey sürekli oluş halindedir.
Whitehead a göre de evren , sürekli , sonsuz bir oluş halinde , canlı ve dinamik bir varlığa sahiptir.
2-) Varlığı İde Olarak Kabul Edenler
Varlığın ide (düşünce) den oluştuğunu savunan, var olan her şeyi düşünceye bağlayan , insan düşüncesinden bağımsız bir nesneler dünyasının yada bir gerçekliğin varlığını yadsıyan yaklaşımdır. Bu yaklaşımın başlıca temsilcileri Platon, Aristo Farabi ve Hegel dir.
3-) Varlığı Madde Olarak Kabul Edenler
Varlık, maddi niteliktedir, maddenin dışında herhangi bir varlık yoktur diyen bu görüş felsefede materyalizm (maddecilik) olarak adlandırılır. Başlıca temsilcileri Demokritos, T.Hobes, La Metrie, K.Marx tır.
4-) Varlığı Hem Düşünce(ide) Hem Madde Olarak Kabul Edenler
Varlığın düşünce ve madde gibi iki cevherden meydana geldiğini savunan anlayışa düalist (ikici) anlayış denir.Düalizm, varlıkta daima iki prensibin varlığını kabul eder.
Başlıca temsilcisi R.Descartes tir.Descartes varlığı maddi cevher ve ruh cevheri dediği bir birine indirgenemez iki cevherle açıklamaktadır.Maddi cevherin özü yer kaplamaktır.Ruh un özü ise düşünmektir. Bundan hareketle Descartes , yer kaplayan cevher düşünemez, düşünen cevher ise yer kaplayamaz demektedir ve varlığı temelde iki özle açıkladığı için düalist bir anlayış sergilemektedir.
5-) Varlığı Fenomen Olarak Kabul Edenler
Fenomonoloji özlerin biline bileceğini savunan öğretidir.Öz fenomenin dolaysız, bir tür sezgiyle kavranabilen içeriğidir. Fenomonolojinin kurucusu E. Husser’dir.
yuko_can çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 01-02-2007, 12:05 PM   #2
yuko_can
Müstakbel Üye
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Yaş: 35
Mesajlar: 157
Teşekkür Etme: 0
Thanked 46 Times in 23 Posts
Üye No: 25918
İtibar Gücü: 1395
Rep Puanı : 2310
Rep Derecesi : yuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond repute
Cinsiyet : Erkek
Varsayılan

Estetik (sanat FeLsefesi)
Estetik olaylar da, tıpkı bilgi olayında olduğu gibi, bize süje ile obje arasındaki ilgiyi gösterir. Estetik olay da aynı şekilde estetik olarak algılayan süje ile bu süjenin estetik algı ile kendisine yöneldiği varlık, doğa ya da sanat eseri dediğimiz obje arasındaki ilgidir.
ESTETİĞİN KONUSU

Eski Yunanca bir sözcük olan estetik duyumlamak, algılamak anlamındadır. Estetik güzellik felsefesidir. Güzel üzerine düşünme ve ne olduğunu araştırma etkinliğidir. Estetik, 18. Yüzyılda Baumgarten (1714-1762) tarafından kurulmuştur. Her ne kadar estetik bağımsız bir felsefe disiplini olarak iki yüz yıllık bir geçmişi gösteriyorsa da, aslında estetik problemler ile uğraşma daha ilkçağa kadar geri gider. Uzun bir geçmişe sahip olan estetik problemler özel bir ad altında toplanmamıştı. İşte, Baumgarten bu problemleri ortak bir ad altında toplayarak ona estetik adını vermiştir. Estetik olaylar da, tıpkı bilgi olayında olduğu gibi, bize süje ile obje arasındaki ilgiyi gösterir. Estetik olay da aynı şekilde estetik olarak algılayan süje ile bu süjenin estetik algı ile kendisine yöneldiği varlık, doğa ya da sanat eseri dediğimiz obje arasındaki ilgidir. Estetiğin görevi, bulanık ve karmaşık olan duyusal bilginin mükemmelliğini araştırmaktır. Duyusal bilginin mükemmelliği güzellik adını alır. Buna göre, estetiğin konusu güzelliktir. Estetiğin konusu içine yalnız güzellik ve estetik değerler girmez, sanat da girer. Çünkü sanatın amacı da sanat eserlerinde güzelliği ya da estetik değerleri ortaya koymaktır.
FELSEFE AÇISINDAN SANAT
SANAT
Sanat da felsefenin bir konusu, bir disiplinidir. Sanata felsefe açısından yaklaşım sanat felsefesini oluşturmuştur. Sanat felsefesinin temel sorusu, sanatın nasıl bir etkinlik olduğudur. Sanat felsefesi sanatın, beğenilerin, sanat eserinin özünü ve anlamını konu alır. SANAT FELSEFESİ ESTETİĞİN BİR BÖLÜMÜDÜR. Yalnız insan etkinliği sonucu ortaya çıkan sanat ürünlerini değerlendirir. Estetik ise, sanatın yanında doğadaki ‘güzeli’ de kapsamına alır. Sanat felsefesinde, sanat eserlerinin nasıl oluştuğu üzerine değişik yaklaşımlar oluşmuştur. Bu yaklaşımlarım bazıları şunlardır.
Taklit Olarak Sanat :
Bu görüşe göre, sanat eserinde gördüğümüz, sanatçının algıladığı şeyleri taklit ederek bize yansıtmasıdır. Sanatçı, doğanın güzelliğini eserinde ne kadar aslına uygun olarak yansıtabilirse, eseri o kadar güzel olarak yargılanır. Bu nedenle bu kurama yansıtma kuramı da denir. Yansıtma kuramı İlkçağın idealist filozofu Platon’a kadar geri gider. Aristoteles’de sanatı bir taklit olarak görür. şair dil, müzikçi ses, ressam da boya aracıyla nesneleri taklit
eder, onları yansıtır.
Yaratma Olarak Sanat :

Sanat eseri, sanatçının kendi yaratıcı gücü, yeteneği ve coşkusunun oluşturduğu estetik objedir. Doğa kendi başına güzel değildir. Nesneler dünyası tinsellikten yoksun, bir madde dünyasıdır. Yaratma olayı, sanatçının algıladığı maddi varlığa duygu, düşünce ve hayal gücünü katması olayıdır. Bir sanat eseri, sanatçının kendinden kattığı değerlerle anlam kazanır. Maddi varlığı böyle tinselleştirmek, maddeye biçim vermek demektir. Biçim kazanmış, tinsellik kazanmış maddi varlık artık maddi varlık olmaktan çıkar ve bir sanat eseri olur. Ölümlü olan madde, tinselleşince, biçim alıp bir sanat eseri haline gelince, ölümsüzleşir. Sanat eseri bir kere oluşan bir üründür. Bu nedenle sanat eseri özgündür, ikinci örneği yoktur.Önemli temscilcisi Crocedir.
Oyun Olarak Sanat :
Sanat ile oyun arasında daima bir benzerlik görülmüştür. Çünkü, her iki etkinliğin de ereğinin kendinde olmasıdır. Oyun oynayan bir çocuk için oyunun dışında bir başka erek , bir başka dünya yoktur, çocuk oynamak için oynar. Bu görüşe göre, sanat etkinliğini bir oyun gibi değerlendirmek gerekir. Nasıl oyunda çıkar, günlük kaygı yoksa ve olabildiğince özgürlük varsa, sanatçı da bir oyuncu gibi gerçek dışı bir dünyada eserini oluşturur. Alman Düşünür Kant, Alman şair Schiller ve psikolog Wundt bu görüşü savunmuşlardır.SANAT ESERİ :

Sanatçı tarafından bir estetik tavır sonucu oluşan bir eserdir. Her sanat eserinin bu nedenle estetik değeri vardır. Çünkü, sanatçının kendine özgü duyguları, heyecanları, hayal gücü ve yetenekleri eserinde birleşmiştir. Sanat eserinin en önemli özelliği tek olmasıdır. Çünkü, sanatçı eserini oluştururken oluşan duyguları ve hayal gücünü bir kez daha aynen yaşayamaz. Bir ürünün sanat eseri olarak belirlenmesinde üç temel öğe etkendir. Bunlar, estetik süje (sanatçı) , estetik obje (sanatçının sanat eserine dönüştürmek istediği her şey) ve estetik yargıdır (sanat eseri hakkında ortaya konan beğeni değeri, yani güzel ya da güzel olmamayı belirten yargı.)ESTETİĞİN TEMEL KAVRAMLARI

Güzellik Problemi
Felsefe tarihi boyunca güzellik problemi filozofların çoğunu ilgilendirmiştir. Biz hoşumuza giden bir manzara karşısında ya da dinlediğimiz bir müzik karşısında yalnız haz almakla kalmaz, aynı zamanda yaşadığımız estetik durumu bir değer yargısı ile ifade ederiz. Güzel bir manzara, güzel bir müzik gibi. O halde güzel ya da güzellik estetik olayın ayrılmaz bir parçasıdır. Buna göre güzellik nedir? Bu soru bir güzellik felsefesinin varlığına götürür ve estetik sorunlar arasında ilk sorulan soru olur. Güzelliğin bir felsefe sorunu olması Platon ile başlar. Platon'a göre güzellik bir ideadır ve idea olduğu için de zaman ve mekan dışı mutlak varlıktır. Böyle bir güzelliğe Platon "kendiliğinden güzel'' adını verir. Platon için yaşadığımız varlık alanı eksik ve kusurludur. İdea dünyasına ait olan güzellik, sanat eserinde bir görüntü kazanır. Sanat, güzellik ideasından ne kadar pay alırsa o kadar güzel olur.
Aristoteles'e göre güzellik bir ahenk, orantı ve düzendir. Bu nedenle orantıdan yoksun olan hiçbir şey güzel olamaz. Buradan anlaşılacağı gibi Aristoteles güzelliği matematik olarak açıklamıştır. Eski Yunan'da ortaya atılan, bütün güzellikleri açıklayıcı bir formül olarak düşünülen " altın oran " düşüncesi özellikle Rönesans'ta ve sonrasında tekrar ön plana çıkar. Düşünürler bir biçimi oluşturan parçaların oranının bir güzellik tılsımı olarak kendi içinde bulunduğunu düşünmüşler ve bu oranı bulmak için yüzyıllar boyu doğada ve sanatta biçim araştırması yapmışlardır. Güzelliğin metafizik anlamda ele alınması İlkçağla başlamış, daha sonra günümüze kadar yaşamını sürdürmüştür. Örneğin, Hegel'e göre, güzellik mutlak ruhun nesnelere yansımasıdır. Schopenhauer'e, göre güzellik mutlak iradenin kendisini dışlaştırmasıdır. Çağdaş felsefede de , örneğin N. Hartman'a göre tinin maddede kendini göstermesidir. Estetiğin kurucusu Baumgarten'e göre güzellik duyumsal bilginin mükemmelliğidir. Benedetto Croce'a göre ise güzellik, mutluluk veren bir biçimleniştir. Görüldüğü gibi filozoflar güzel hakkında farklı yorumlar yapmışlardır. Ancak, hepsinin ortak noktası, güzelin insanı olumlu etkileyen bir değer olarak görülmesidir.Doğada Güzel - Sanatta Güzel
Güzellik problemi hem doğada hem de sanatta güzelliği kapsar. Doğadaki pek çok varlık ve varlıksal düzenlilik güzelliği yansıtmaktadır. Sanatta güzellik ise doğadakinden farklı özellik taşır. Düşünürlerin doğa güzelliği ile sanat güzelliği üzerine görüşleri farklılık göstermektedir. Kimileri doğada güzelliğin olamayacağını, kimileri sanattaki güzelliğin doğadaki güzellikten üstün olduğunu, kimileri doğada güzelliğin var olduğunu, ancak, bunun sanatın gelişmesi ile fark edilebildiğini belirtmişlerdir. şimdi şu sorular sorulabilir: Doğada karşılaştığımız güzellik ile sanat eserlerindeki güzellikler birbirleriyle örtüşen güzellikler midir? Acaba doğada güzel olarak nitelediğimiz bir varlık, bir sanat eseri haline gelince, doğada güzel olduğu için yine güzelliğini sürdürür mü? Yine doğada çirkin diye nitelediğimiz bir varlık, sanat eseri haline gelince, bu yine çirkin olmakta devam eder mi? Doğada bulduğumuz güzellik ile sanatta bulduğumuz güzellik arasında bir örtüşme yoktur. Eğer olsaydı, doğada güzel bulduğumuz bir şeyin sanatta da zorunlu olarak güzel olması, yine doğada çirkin bulduğumuz bir şeyin de sanatta aynı şekilde çirkin olması gerekirdi. Ama, durum hiç de öyle değil, doğada çirkin olan sanatta güzel olabildiği gibi, doğada güzel olan sanata çirkin olabiliyor. Çünkü, her iki güzellik birbirinden farklıdır. Doğa güzelliğinde nesnelerin canlılığı, hareketi bir etken olduğu halde, sanat güzelliği nesnelerin form özelliğine dayanır Bunun için sanat güzelliği doğa güzelliğinin bir yansıması değildir. Çoğunda insan, sanat güzelliği ile eğitildikten sonra doğadaki güzelliği fark edebilir. Güzellik, bunu fark edende bir duyusal etkilenme oluşturabiliyorsa, doğada da sanatta da güzellik söz konusudur. Ancak, hem doğa hem sanat güzelliğini fark edebilmek için estetik bir duyum, bir tavır gereklidir. Delacroix (Delakrua) bunu şöyle belirtmiştir: " Biz romantik olduktan sonradır ki, dağlar güzelleşti."
ESTETİĞİN TEMEL SORULARINA YAKLAŞIMLAR

Estetik Yargıların Yapısı :
Bir sanat eseri hakkında verilen beğeniye ait yargılar estetik yargılardır. Estetik yargılar GÜZEL ve ÇİRKİN kavramlarına dayanır. Bu nedenle estetik yargılara değer yargıları denir. Bu yargılar bilgi ve ahlâk yargılarından farklıdır.
Estetik yargıların özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
*Bilgisellik ve objektiflik yoktur. Yani doğrulanıp yanlışlanamaz.
*Sübjektif yargılardır. Zihin bütün insanlarda ortaktır. Beğeni ise kişilere göre değişir. Bu nedenle " beğeniler üzerine tartışılamaz " denir. Bunun sonucu olarak da, estetik yargılar öznel olmaları nedeniyle genel - geçer olamazlar.
*Kültürden kültüre değişebilen yargılardır. Ancak, estetik eğitimin yaygınlaşması ve insanlar arasındaki kültür farklılıklarının azalması, kişiler arasındaki estetik yargıların farklılığını en aza indirebilir.ORTAK ESTETİK YARGILARIN OLUP OLMADIĞI :

Düşünürler tarafından estetik yargılar üzerine iki farklı görüş geliştirilmiştir. Bu görüşlerden biri ortak estetik yargıların olamayacağını, diğeri ise olabileceğini savunan görüşlerdir.
Ortak Estetik Yargıların Varlığını Reddedenler :
İnsanların estetik yargıları arasında bir uzlaşma olabilir mi? Birinin güzel dediğine bir başkasının da güzel demesini bekleyebilir miyiz? Bu konuda kimi düşünürler bunun mümkün olmadığını ileri sürer. Bunlardan biri B. Croce'dir. Croce'ye (Kroçe) göre, sanat eserleri üstüne verilen yargılar, ortak yargılar niteliğinde değildir. Çünkü, sanat eserleri sanatçının ruhunda bir an için meydana gelen bir ifadenin (güzelliğin) maddi görünüşleridir. Sanat adına ortaya konan her ifade tarzı bireysel bir nitelik taşır. Bu nedenle herkesin bu ifade biçimi karşısındaki değerlendirmesi farklı olabilir. Öyleyse ortak estetik yargı olamaz.
Ortak Estetik Yargıların Varlığını Kabul Edenler :
Estetik yargıların genel - geçerliğini temellendiren Kant olmuştur. Kant'a göre sanat eserinin en önemli özelliği insanlarda ortak bir duygu oluşturmasıdır. Sanat eserinde ortaya konan güzellik, her türlü çıkardan uzak haz duymayı sağlar. Bir şeyden haz duyan kişi, başkalarının da aynı duyguya varmasını ister. Ortak duygu, zorunlu bir estetik duygudur. Bu duygu ortak estetik yargıyı gerekli kılar. Kant sorunu metafizik bir ortak estetik duygu prensibine dayanarak çözmek istemiştir. Günümüzde felsefe ve psikolojide yapılan araştırmaların ortaya koyduğu sonuç şudur: Estetik yargılarda, beğeni yargılarında görülen sapmalar tümden ortadan kaldırılamaz. Ancak, toplumlar arasındaki kültür farklılıklarının ve kişiler arasındaki eğitim farklılıklarının azaltılmasıyla oldukça aza indirilebilir.
yuko_can çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 01-02-2007, 12:06 PM   #3
yuko_can
Müstakbel Üye
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Yaş: 35
Mesajlar: 157
Teşekkür Etme: 0
Thanked 46 Times in 23 Posts
Üye No: 25918
İtibar Gücü: 1395
Rep Puanı : 2310
Rep Derecesi : yuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond repute
Cinsiyet : Erkek
Varsayılan

AhiLik we Antik Çağ FeLsefesi
Ahilik felsefesi, temelleri 12.yüzyılda Kırşehir’de atılmış, daha sonra tüm Anadolu’ya yayılmış, izleri bugüne kadar süregelmiş kültürel, sosyal ve ekonomik bir oluşumdur. Ahilik kurumu bir tarikat olmaktan ziyade sosyal ve ekonomik yönden işleyen ve siyasal, askeri ve kültürel yönleri de bulunan bir dünya düzenidir.

Ahilik, aynı zamanda sosyal hayat kadar ekonomik hayatı da yönlendiren günümüzde hala geçerliliğini koruyan, bugünün şartlarında bile bir çok ülkede sağlanamamış adaletli, verimli ve son derece güzel bir sistemi Türk toplumuna kazandırmış bir kültürdür.

Ahi kelimesi de Arapça’dır ve “kardeşim” demektir. Ancak bazı yazarlar Ahi sözcüğünün Türkçe’de cömert, eliaçık, yiğit anlamına gelen “akı” sözcüğünden geldiğini ileri sürmektedirler. Anadolu’da Türk kurum ve terimlerinin fazlalaştığı bir dönemde “akı”nın Arapça “kardeşim” anlamına gelen “ahi”ye dönüştürüldüğü düşünülmektedir.

Ahilik, tarihi ve sosyo-ekonomik zorunlulukların ortaya çıkardığı mesleki, dini, ahlaki bir Türk esnaf birliği kuruluşudur. Ahi kuruluşları çevresel ve toplumsal karakterini korumuş, üretici ve tüketici ilişki ve bağlarını en iyi biçimde düzenlemeyi kendilerine amaç edinmişlerdi. Konu üzerinde araştırma yapmış olan batılı tarihçiler Ahiliğin kökenlerini, Doğu’da özellikle Araplar arasında gelişmiş olan Fütüvvet Teşkilatına dayarlar. Ancak yine de Ahiliğin Fütüvvetten bir hayli değişik, Anadolu Türklerine özgü bir kurum olduğunda birleşirler.

Eldeki kaynaklardan edinilen bilgilere göre Anadolu’daki Ahilik doğudaki fütüvvetçiliğe benzer bir kurum olarak görülmektedir. Bir başka deyişle, fütüvvetçilik Anadolu’da birtakım değişikliklere uğramış, yeni bir takım nitelikler kazanmış ve Ahilik olarak anılmaya başlanmıştır. Kaynaklarda değişik yorumlara raslanmakla beraber Ahiliğin fütüvvetçilikten etkilendiği, bazı temel kurallarını fütüvvetçilikten aldığı konusunda hemen herkes hemfikirdir.

İslamın ilk fütüvvet örgütleri, Ahilerden farklı olarak, bir meslek örgütü değildir. İçlerinde birçok zenaatçı bulunsa bile, birlikte yiyip içmek, eğlenmek, dans etmek, spor yapmak amacı güden gençlik örgütleridir. Örgüt üyelerinin meslekleri ile ilgilenilmez. Mesleki örgütlenme varsa bile, çok gevşektir.

Anadolu’nun Türklerin ikinci anayurdu haline gelişi 11. yüzyılın ikinci yarısı başlarındadır. Asya’dan göç eden sanatkar ve tüccar Türklerin yerli tüccar ve sanatkarlar karşısında tutunabilmeleri ve yaşayabilmeleri, aralarında bir örgüt kurmalarını gerektirmiştir. Ayrıca Türkler bu örgüt yardımıyla, sağlam, dayanıklı ve standard mal yapabileceklerini düşünmüşlerdi. İşte bu zorunluluk esnaf ve sanatkarlar dayanışma ve kontrol örgütünün, yani Ahiliğin kurulması sonucunu doğurmuştur. Öte yandan, deri işçilerinin ve Ahiliğin piri olan Ahi Evran’ın Anadolu’ya gelişi de bu tarihlere raslamaktadır.

Ahi Evran’ın hayatı ve kişiliği üzerinde araştırmacıların farklı görüşleri vardır. Ahi Evran’ın deri işçiliği ve teşkilatında çok başarılı bir kişi olduğu, belgelerden anlaşılmaktadır. Ahi Evran, yüzyıllardır savaşçılık ve dini, ahlaki bilgiler vermekte büyük ve önemli görevler yerine getirmiş olan fütüvvet teşkilatından yararlanarak, ahi teşkilatını kurmuştur. Ahi Evran ahlakla sanatın ahenkli birleşimi olan ahiliği çok itibarlı bir duruma getirmiştir. Böylece, ahilik yüzyıllarca bütün esnaf ve sanatkarlara yön vermiş, onların işleyişini düzenlemiş, yeniçeri teşkilatının kuruluşunda, önemli rol oynamış, devlet adamları bu kuruluşa girmeyi şeref saymışlardır. Ahi Evran, halkın ekonomik durumunu iyileştirmek, meslek sahibi olmasını ve din sömürüsünden kurtarmak için çalışmıştır. İşe ayakkabıcı ve saraç esnafını teşkilatlandırmakla başlamıştır. Kısa zamanda üstün becerisi, ahlaki sağlamlığı ve hakseverliği ile büyük bir ün ve saygı toplamıştır. Kurduğu teşkilatın başkanı, Ahi Babası olmuştur.

Bu kuruluşların temelleri başlangıçtan beri o denli sağlam atılmış, kuralları zamanın ve toplumun gereklerine ve gerçeklerine o denli uyum sağlamıştı ki, bu kurallar sonradan, kent ve kasabaların belediye hizmetleri ve bu hizmetlerin kontrolleri için örnek alınmış, narh nizamnameleri ya da kanunnameleri şeklinde resmileştirilmiştir. Ahiler, sanat ya da meslekleri için gerekli hammadde tedarikinden onun işlenişine ve satışına dek, her aşamayı inceden inceye kurallara bağlamışlardı. Bu durum hem meslek erbabı, hem de üretici-tüketici arasındaici ilişkilerde rekabet, haset ve kavga gibi sürtüşmeleri ortadan kaldırmıştı. Ahi örgütüne giren esnaf ve sanatkârlar, mesleki, dini ve ahlaki, eğitimden ayrı olarak askeri talim, terbiye de görüyorlar, gerektiğinde ordu ile savaşlara katılarak düşmanla yiğitçe çarpışıyorlardı. Standartlara uymayan, düşük kaliteli mal ve hizmet üreten esnafa çeşitli cezalar veriliyordu

Anadolu'da Ahilik örgütünün ortaya çıkışını hazırlayan etkenleri özetleyecek olursak bunları şöyle sıralayabiliriz. Doğudan Asya'daki büyük ve uygar Türk kentlerinden gelen çok sayıdaki sanatkârlara kolayca iş bulmak, yerli Bizans sanatkârları ile rekabet edebilmek, tutunabilmek için yaptıkları malların kalitesini korumak, üretimi ihtiyaca göre ayarlamak, sanatkârlarda sanat ahlakını yerleştirmek, Türk halkını ekonomik yönden bağımsız hale getirmek, ihtiyaç sahibi olanlara her alanda yardım etmek, ülkeye yapılacak yabancı saldırılarında devlet silahlı kuvvetleri yanında savaşrıiak, Türklük şuurunu, sanatta, dilde, edebiyatta, müzikte, gelenek ve göreneklerde milli heyecanı yaratıp ayakta tutmak.

Ahilik, Türke özgü milli bir kuruluş olarak ortaya çıkmış, tüketicilerin korunması dahil, Türklerin Anadolu’da kök salması ve tutunmasında önemli bir rol oynamıştır. Ahiler Birliğinin Müslümanlara özgü yapısı 17. yüzyıla kadar sürmüştür. Osmanlı Devletinin müslüman olmayan egemenlik alanı genişledikçe, çeşitli dindeki kişiler arasında çalışma zorunluluğu doğmuştur. Bu şekilde din ayrımı yapılmadan kurulan, eski niteliğinden birşey kaybetmeyen yeni organizasyona gedik denilmiştir. Gedik kelimesi Türkçe’dir. Tekel ve imtiyaz anlamına gelir. Resmi terim olarak gedik kelimesine 1927 yılında raslanır. Ama gediğin tekelci karakteri çok daha eskilere uzanmaktadır.

Bu şekilde esnaf ve sanatkarlık, 1860 yılına kadar sürmüştür. O zamanlar, bir kişi çıraklıktan ve kalfalıktan yetişip te açık bulunan bir ustalık makamına geçmedikçe, yani gedik sahibi olmadıkça, dükkan açarak sanat ve ticaret yapamazdı. Ancak, ellerinde imtiyaz fermanları olan kişiler, sanat ve ticaret yapabilirdi. Bu fermanlar, esnafın sayılarının artırılıp eksiltilmesi, mülk sahiplerinin eski kiralarını artırmaması, gediği olmayanların sanat ve ticaret yapamaması, açık olan gediklerin esnafın çırak ve kalfalarına verilmesi, dışardan esnaflığa kimsenin kabul edilmemesi gibi hükümleri kapsıyordu.

Gedikler, sabit veya seyyar olmak üzere iki türlüdür. Seyyar veya havzi gedikler, kişiye özgü olup, sahibi istediği yerde sanatını ve ticaretini yapmasını sağlıyordu. Sabitgedikler ise dükkan, mağaza, atölye gibi yerlere ait olduğundan, sahipleri başka bir yerde sanat ve ticaret yapamazlardı. Gedik sahibi, başka bir yere göç edecek olursa gediğini de resmen nakletmek ve senedini değiştirmek zorundadır. Bu durumda değiştirmede ya da yeniden gedik senedi verilmesinde olduğu gibi, resmi araştırma ve soruşturma yapılırdı. Gedikler, toplumun ihtiyaçları, nakil ve değiştirmeler yüzünden çoğaltılıp azaltılabilirdi.

Tanzimatın ilanından ve yabancı devletlerle ticaret anlaşmaları yapılmaya başlandıktan sonra, öteden beri sürüp gelen tekelcilik kuralının sanatla ticaretin gelişmesinde zararlı olduğu anlaşılmış, ticaret ve sanayiinin gelişmesi gerektiğinden ve istendiğinden, artık gedik ve tekelcilik kuralının sürdürülmesinde hükümetçe yarar görülmemiş, kaldırılmıştır.

18. yüzyıla kadar esnaf ve sanatkarlık Osmanlı döneminde altın çağını yaşamıştır. Ahilik gelenekleri ve daha sonra kurulan lonca teşkilatları bu sınıfı gerek nicelik ve gerekse nitelik yönünden geliştirmiştir. Bu gelişmeye devlet de katkı sağlamış, derbendci denilen memurlar vasıtasıyla ticaret yollarının bakım ve güvenliğini temin etmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden Ahilikte payına düşeni almış git gide yozlaşmıştır. Sonuçta giderek loncalar bozulmuş, töreye göre değil, iltimasa göre atamalar yapılmaya başlanmıştır. Esnaf ürettiği malı satamaz olmuştur.

Bu dönem Devlet tam bir çöküş yaşamıştır. Nihayet 1912 yılında loncalar tamamen ortadan kaldırılmıştır. Böylece 700 yıl boyunca yaşamış ve Anadolu halkının ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamında belirleyici rol oynamış olan Ahilik sistemi tarihe karışmıştır.

İttihat ve Terakki döneminde esnaf ve sanatkarların yaşadığı bu çöküş çarkını tersine çalıştıracak çözümler arandı. Bu kesimin devlet tarafından teşvik edilmesi, çıraklık mekanizmasının iyi işletilmesi gibi formüller üzerinde duruldu. Ancak bir sonuç alınamadı. Osmanlı İmparatorluğu gibi Ahilik sistemi de çöktü.

Her yıl Ahilik Kültürü Haftası Kutlamaları Yönetmeliği kapsamında bulunan illerimizde büyük bir coşku ile Ahilik Kutlamaları yapılmaktadır. Ahilik Haftası aynı zamanda tüm ülke genelinde Esnaf Bayramı olarak da kutlanmaktadır. Her iki kutlama programları çerçevesinde illerimizde Ahilikle ilgili panel ve konferanslar düzenlenmekte, şenlikler yapılmakta, iller tarafından seçilen mesleğinde başarılı ve mesleğinin gerektirdiği ahlaki ilkelere sahip en genç-en yaşlı ve kadın esnaf ve sanatkarlarımıza belge ve hediyeler verilmekte, sergiler-fuarlar açılmaktadır.

Esnaf ve sanatkarlar kesiminin tarihinde önemli bir yer tutan Ahilik gerek ruh ve gerekse kurumları ile bugün halen yaşamaktadır. Bugün esnaf-sanatkarlar kesimi açısından öneme sahip olan, Halk Bankası, Kefalet Kooperatifleri, Bağ-Kur gibi kuruluşların kökeni Ahilik Teşkilatına dayanmaktadır. Bu nedenle esnaf ve sanatkarlar kesiminde ve teşkilatlarında 34 yıldan beri "Esnaf Bayramı" kutlamaları büyük bir şevkle yapılmaktadır.
yuko_can çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 01-02-2007, 12:07 PM   #4
yuko_can
Müstakbel Üye
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Yaş: 35
Mesajlar: 157
Teşekkür Etme: 0
Thanked 46 Times in 23 Posts
Üye No: 25918
İtibar Gücü: 1395
Rep Puanı : 2310
Rep Derecesi : yuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond repute
Cinsiyet : Erkek
Varsayılan

Siyaset - DewLet - Din we Doğa FeLsefesi




SİYASET FELSEFESİNİN KONUSU

Siyaset (Politika Latince) dilimize Arapça’dan geçmiş bir sözcüktür ve devlet ve toplum yönetimi ile ilgili tüm etkinlikleri ifade eder.Bu alanı, hem siyaset bilim hem de siyaset felsefesi inceler.Siyaset bilim devlet biçimlerini, siyasi olguları ve süreçleri ele alır,betimler ve olanı olduğu gibi inceler. Siyaset felsefesi ise varolan siyaset üzerine bir sorgulama ve akıl yürütme



etkinliğidir.Siyaset felsefesi ideolojiler üstü bir tutumla olması gerekeni araştırır.


SİYASET FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI
Birey :Kendisini başkalarından ayıran,kendisine özgü bir kimliği olan her tek toplumsal insan
Toplum :Bireylerden oluşan ve kendisine özgü bir yapısı bulunan, aralarında sosyal ilişki ile ortak bir kültürü ve sürekliliği bulunan insan topluluğudur.
Devlet :Bir yurt üzerinde yaşayan ortak bir kültür yaratmış olan insanların oluşturduğu hukuksal ve siyasal otoritedir.
İktidar :Yönetme gücünü elinde bulundurma demektir.
Meşruiyet :Egemenliğin haklı nedenlere dayalı olarak kullanılmasını ifade eder.Bir toplumda meşruiyet ya sosyal haklılığa ya da yasalara dayalı olarak kullanılabilir.
Yönetim :Bir örgütün ya da bir kurumun belirlenen ilke ve amaçlar doğrultusunda işletilmesidir.
Egemenlik :Yönetme gücünün kaynağı yönetme yetkisini elinde bulundurmanın nedenidir.
Hak :Kullanma ve isteme yetkisine sahip olduğumuz şeylerdir.
Hukuk evlet-birey ve birey-birey ilişkilerini düzenleyen yazılı normlar bütünüdür.
Yasa :Hukuku meydana getiren zorlayıcı olan ve yaptırımları bulunan yazılı normların her biridir.
Bürokrasi :Kamu alanında çalışan aşamalı(hiyerarşik) bir düzen içinde örgütlenmiş olan memurlar topluluğudur.


SİYASET FELSEFESİNİN TEMEL SORULARI
1.Devletin varlık nedeni nedir?



2.Devlet olmalı mı olmamalı mı?

3.Devletin fonksiyonu nedir?
4.İktidar kaynağını nereden alır?
5.Egemenlik türleri nelerdir?
6.Sivil toplum nedir?
7.Demokratik yaşamda sivil toplumun yeri nedir?
8.Eşitlik nedir?
9.Adalet nedir?
10.Bürokrasiden vazgeçilebilir mi?
11.En iyi yönetim biçimi nedir?
12.Herkesin memnun olabileceği bir yönetim biçimi olabilir mi?


İKTİDAR KAYNAĞINI NEREDEN ALIR?
*İlk yaklaşım iktidarın, toplumun içten ve dıştan gelebilecek tehlikelere karşı korunması ihtiyacından kaynaklandığını söyler.
*İkinci yaklaşım iktidarın kaynağı olarak Tanrı’yı görür.Bu yaklaşıma göre iktidar Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisidir.
*Üçüncü yaklaşıma göre iktidar kaynağını toplumda yaşayan insanların ortak iradesinden kaynaklanır.


MEŞRUİYETİN ÖLÇÜTLERİNELERDİR?
*Birinci yaklaşıma göre devlet ve iktidar bireylerin ahlaki bakımdan olgunlaşma ihtiyacına yanıt vermek amacıyla ortaya çıkmıştır.Bu amacı yerine getirebildiği oranda meşrudur.
*Devlet Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisidir yaklaşımını savunanlara göre ise iktidar dinsel misyonun yerine getirilmesi temelinde meşrudur.
*Marksizm’e göre devlet egemen sınıfların üretim araçlarını elinde bulundurmasına hizmet eden bir araçtır.Devletin meşruluğu hizmet ettiği sınıfın çıkarlarını gözetmesi ve sonuçta sınıfsız bir toplumu amaç edinmesi ile ölçülür.
*Bir başka yaklaşıma göre ise devlet ortak iradenin temsilcisidir.Devletin uygulamaları ortak iradeye hizmet ettiği sürece meşrudur.


KAÇ TÜR EGEMENLİK TARZI VARDIR?
1.Geleneksel Egemenlik:
Geleneksel egemenliği toplumun dayandığı geleneksel değerler (gelenekler, örfler, adetler, görenekler) belirler.Bu egemenlik türü gelişmemiş ilkel toplumlarda geçerlidir. Egemenlik halka değil belirli bir kişiye ya da belirli bir aileye aittir.Emirlik,krallık,şeyhlik vb ülkeler bu egemenlik türüne örnek olarak verilebilir.
2.Karizmatik Egemenlik:
Liderde bulunan karizmaya dayalı bir egemenlik türüdür. Karizma üstün ve büyüleyici niteliklere sahip liderleri ifade etmede kullanılan bir terimdir. Karizmatik liderler güçlerini topluma sağladıkları başarılardan alırlar.
3.Demokratik ve hukuksal Egemenlik
Bu egemenlik tarzı insanın akıl ve mantığına dayalıdır.Egemenlik hukuka dayanır ve hukuk kuralları çerçevesinde kullanılır.Egemenliği elde etme ve kullanma yolları ve sınırları anayasalar tarafından belirlenmiştir. İktidarın egemenliği kullanırken halkın iradesini kullanması esastır.


Devlet
Felsefe tarihinde devleti ele alan yaklaşımlar iki ana başlık altında toplanabilirler.
1.Devleti Doğal Bir Varlık Sayan Yaklaşımlar: Bu yaklaşımın en önemli temsilcisi Platon’dur.Ona göre toplum insan vücuduna benzer. Nasıl vücudumuzda her organın bir görevi varsa toplumdaki her organın da belli bir görevi bulunmaktadır. Devlet ise insan vücudundaki tüm organların birbiriyle uyumlu çalışmasını sağlayan beyni temsil etmektedir.Devletin belli bir başlangıcı bulunmamaktadır.Ona göre devlet insan toplumuyla birlikte hep vardı ve hep varolmaya da devam edecektir.
2.Devleti Yapay Bir Varlık Sayan Yaklaşımlar: Bu yaklaşımın felsefe tarihindeki en önemli temsilcileri Thomas Hobbes,J.J.Rousseau ve J.Locke’tur. Bunlara göre insan toplulukları başlangıçta “Doğal Durum” adı verilen bir durumda yaşıyorlardı. Doğal durumda insanları yöneten ne kurallar ne de kurumlar bulunuyordu.Daha sonra insanlar barış içinde ve belirli bir düzen içerisinde yaşama gereksinimi duyduklarında devlet düşüncesi ortaya çıktı.Yani onlara göre devlet sonradan insan ihtiyaçlarına cevap vermek üzere oluşturulmuş bir kurumdur.


İDEAL DÜZEN ARAYIŞLARI:
Felsefe tarihinde ideal bir düzenin olup olmadığı tartışmaları iki ana grupta toplanır.Bunlardan ilki ideal bir düzenin olamayacağını öne süren görüşler ve ikincisi ideal bir düzenin olabileceğini öne süren görüşlerdir.
1.)İDEAL BİR DÜZENİN OLAMAYACAĞINI SÖYLEYEN GÖRÜŞLER: Sofistlere ve nihilistlere göre ideal bir düzen yoktur.Çünkü düzenin amacı insan mutluluğunu sağlamaktır.Tüm insanların mutluluğunu sağlamak ise olanaksızdır.Bu anlamda bugüne kadar hiçbir düzen mutlak insan mutluluğunu sağlayabilmiş ve bundan sonra da sağlayabilecek değildir ve bu yüzden de ideal bir düzenden söz edilemez.
2.)İDEAL BİR DÜZENİN OLABİLECEĞİNİ ÖNE SÜREN GÖRÜŞLER: İkinci ana yaklaşımlar ideal bir düzenin olabileceğini söyleyen yaklaşımlardır.Bu yaklaşımlara göre ise asıl sorun ideal düzeni belirleyen ölçütlerdedir.
a.)Özgürlüğü Temel Alan Yaklaşım (Liberalizm)
Liberalizm olarak bilinen bu görüş Adam Smith,J.Locke ve St Mill tarafından savunulmuştur.Bu yaklaşım Batı dünyasının kapitalist üretim tarzının dayandığı felsefi temel olarak karşımıza çıkar.Smith’in “bırakınız yapsınlar,bırakınız geçsinler” sözüyle özetlenebilecek olan liberalizme göre ideal bir düzen mutlak anlamda birey özgürlüğünü sağlayabilen düzendir.Bir düzenin ideal sayılabilmesi için özgürlükçü olması gerekmektedir.
b.)Eşitliği Temel Alan Yaklaşım (Sosyalizm)
Bu yaklaşımın başlıca temsilcileri S.Simon, C.Fourier, Prodhon,Owen ve Karl Marx’dır.Bunlara göre ideal düzeni belirleyen ölçüt eşitlik ilkesidir.Bu yaklaşımla birlikte sosyalist ekonomik sistemin felsefi düşüncesi ortaya çıkmış olmaktadır.
c.)Adaleti Temel Alan Yaklaşım (Sosyal Hukuk Devleti)
Özgürlüğü veya eşitliği temel alan yaklaşımların dayandığı ekonomik sistemler insan ve toplum problemlerini çözmeye yetememiştir.Bu nedenle daha sonra ideal düzeni belirleyen ölçüt olarak adalet ilkesi öne sürülmüştür.Bu yaklaşıma göre özgürlüğün olmadığı yerde eşitlikten, eşitliğin olmadığı yerde ise özgürlükten söz etmek olanaksızdır.Adalet ilkesini temel alan yaklaşım sosyal hukuk devleti denilen yeni bir devlet modelinin ortaya çıkmasını sağlamıştır.


ÜTOPYALAR:
Şimdiye kadar öngörülen veya uygulanan hiçbir devlet tarzı mutlak anlamda insan mutluluğunu sağlayamamıştır. Bu yüzden insanlar yeni devlet arayışlarını sürdürmektedirler.Bu çabalar kapsamında düş gücüne dayalı hayali devlet biçimleri de üretilmiştir.Bu hayali düzen tasarımlarına olmayan yer anlamına gelen Ütopya denir.Ütopya hiçbir yerde bulunmayan hayali bir devlet yazınıdır.Tarih içerisinde ütopya yazarları iki başlık altında toplanır:


1.İstenilen Ütopyalar:
Bu tür ütopyalar her şeyin yolunda gittiği, toplumsal alanda herhangi bir sorunun bulunmadığı, kusursuz bir devlet ve düzen tasarımını ifade eder.Bunlar iyimser bir bakış açısıyla kaleme alınmış ütopyalardır.Bu tür tasarımlara şunlar örnek olarak verilebilir:
a.)Platon : Devlet
b.)Farabi :El Medinet’ül Fazıla
c.)Thomas More :Ütopia
d.)Campenella :Güneş Ülkesi
e.) F.Bacon: Yeni Atlantik
2.İstenilmeyen Ütopyalar:
Dünyanın ve toplumun geleceği konusunda iyimser bir bakış açısıyla kaleme alınmış yukarıdaki ütopyaların yanı sıra kötümser bir bakış açısıyla yazılmış ütopyalar da vardır.Bunlar gelecek için karamsardırlar.İnsanlığın geleceğinin özellikle kontrolsüz teknolojik gelişmeler yüzünden kötü olacağına ilişkin bir karamsarlık içermektedirler.Bu ütopyalara şunlar örnek olarak verilebilir:
a.)Aldous Huxley :Yeni Dünya

b.)George Orwel :1984 Ütopyası
yuko_can çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 01-02-2007, 12:08 PM   #5
yuko_can
Müstakbel Üye
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Yaş: 35
Mesajlar: 157
Teşekkür Etme: 0
Thanked 46 Times in 23 Posts
Üye No: 25918
İtibar Gücü: 1395
Rep Puanı : 2310
Rep Derecesi : yuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond repute
Cinsiyet : Erkek
Varsayılan

Bilgi FelsefesiBilgi felsefesi bilgiyi genel olarak ele alan bilgi ile ilgili problemleri araştıran felsefe disiplinidir.
Bilgi Kuramının Temel Kavramları:
Bilgi: Öznenin amaçlı yönelimi sonucunda, özne ile (suje, insan) nesne ( obje, bilginin konusu olan şey ) arasında kurulan ilişkinin ürünüdür.
Doğruluk: Bir önerme, inanç, düşünce yada kanaatin bazı temellere yada ölçülere bağlı olarak sahip olduğu doğru olma özelliği.
Gerçeklik: En genel anlamı içinde dış dünyada nesnel bir var oluşa sahip olan varlık. Varolanların tümü. Bilen insan zihninden bağımsız olarak var olan her şey.
Temellendirme: Sorulan bir soru yada öne sürülen bir sav için dayanak, gerekçe, temel bulma işidir.
Bilgi Teorisinin Başlıca Problemleri:
1. Bilginin imkanı problemi.
2. Bilginin doğruluğu problemi.
3. Bilginin kaynağı problemi.
4. Bilginin sınırları problemi.
1. Bilginin İmkanı Problemi:
Bilginin imkanı ve kaynağı sorusuna verilen cevapları iki ana başlıkta toplamak mümkündür.
a. Septisizm(Şüphecilik): Doğru bilginin mümkün olmadığını yada elde edilen bilginin doğru olup olmadığından kuşku duyulması gerektiğini savunan yaklaşımlara verilen genel addır.
b. Dogmatizm: Doğru bilginin elde edilmesini mümkün gören bütün yaklaşımların genel adıdır.
Doğru Bilginin İmkansızlığını Savunanlar:
Sofistler: Sofistler her kesin üzerinde birleşebileceği bir bilginin olmayacağını savunurlar. Sofistler bilgi konusunda görelik kuşkucu ve yararcıdırlar. Sofistler şüpheci filozoflardır.Başlıca temsilcileri şunlardır:
Protogoras: Protogoras’a göre insan her şeyin ölçüsüdür.Bu her şey insana göre değişir demektir.
Not: Böyle kişiden kişiye değişen bilgilere göreli bilgi, bilginin kişiden kişiye değiştiğini savunan düşüncelere de görecelik denir (Rölativizm).
Gorgias: Gorgias’a göre hiçbir şey yoktur, olsaydı da bilemezdik, bilseydik de başkalarına iletemezdik. Sözleriyle aşrı bir kuşkucu olduğunu göstermektedir.
Eski yunanda diğer bir aşırı kuşkucu grup Pyrrhon, Timon, Arkesilaos ve Karneades.
Pyrrhon ve Timon’un öğretisi üç noktada toplanır.
1. Nesnelerin gerçek yapısı kavranamaz.
2. Nesnelere karşı tutumumuz yargıdan kaçınmak olmalıdır.
3. Ancak bu tutumla ruhsal dinginliğe (huzura) ulaşılır.
ŞÜPHECİLİK TÜRLERİ
a- Tavır olarak şüphecilik: Felsefenin önemli niteliklerinden biri eleştirici olmasıdır. Felsefe tarihi içerisinde hemen hemen bütün filozoflar birbirlerinin görüşlerine eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmışlardır.Bu anlamda felsefi bakımdan sağlıklı bir tavır olarak şüphecilik felsefede vardır.
b- Bir yöntem olarak şüphecilik: Şüpheciliğin bir yöntem, belli bir doğrulara ulaşmak üzere bir araç olarak kullanılmasıdır. Yöntemsel kuşkuculuğun bilinen en iyi örneği Descartes’tir.
c- Aşırı şüphecilik: Sofistlerde ve bunlara benzer filozoflarda görülen hiçbir doğruluğun olmadığını savunan görüşlerin ifadesi olan şüpheciliktir.
Doğru Bilginin İmkanını Savunanlar:
Sofistlerin ve septiklerin karşısında yer alan filozoflar genel geçer bir bilgiye ulaşmanın olanaklı olduğunu savunurlar. Ancak sıra genel geçer bilginin kaynağı ve ölçütünün ne olduğu sorusuna geldiğinde yine hareketli bir tartışma başlar.
1. Rasyonalizm (Akılcılık): Bunlara göre genel geçer bilginin kaynağı ve ölçütü akıldır.
a- İnsan bilinci düşünmemin temel ilkelerine doğuştan sahiptir. (Bilgilerin doğuştan geldiğini kabul ederler.)
b- Duyu organlarımızın verdiği bilgiye güvenilmez. Çünkü bu bilgiler kişiye, koşullara ve duruma göre farklılık gösterir. Duyu bilgisinin karşısına “akıl bilgisini” koyarlar.
c- Yöntem olarak tümdengelimi kullanırlar. Genel-geçer akıl bilgilerinden hareketle tekil konuların bilgileri türetilir.
d- İdeal bilim olarak matematik ve mantığı görürler.
Başlıca temsilcileri Sokrates, Platon, Aristotales, Descartes, Hegel.
2. Empirizm (Deneycilik): Bunlara göre doğru bilginin kaynağı ve ölçütü deneydir. (Tecrübe ve yaşantı buna dahildir.)
a- Akla dayalı bilgilere değil duyulara dayalı bilgilere güvenirler.
b- Yöntem olarak tümevarımı öngörürler.
c- İdeal bilim deney olanağının en çok olduğu fiziktir.
d- Doğuştan bilgilerin olmadığını, bilginin sonradan kazanıldığını savunurlar.
Temsilcileri: J. Locke, D. Hume, Berkeley, Condillac.
J. Locke’ye göre insan zihni doğuştan boş bir levhadır. Duyu ve deney verileri bu levhayı doldurur. D. Hume’ye göre ise bilginin temelinde izlenimler vardır. İzlenimler ise duyu organlarıyla elde edilir.
Not: D. Hume’ un önemli özelliklerinden birisi nedensellik ilkesine getirdiği eleştiridir. Dış dünyada her hangi bir neden-sonuç bağı yoktur. Bu bağı insan kendi zihninde deneyimleriyle oluşturmaktadır.
3- Kritisizm (Eleştiricilik): Rasyonalizm ve Empirizmi eleştirip yeni bir sistem geliştiren 18. yy. alman filozofu Kant olmuştur. “Her türlü bilgi deneyle başlar, ancak deneyden çıkmaz.” Bunun içinde bilginin öğelerinin ortaya konması, özneden gelen öğelerle nesneden gelen öğelerin belirlenmesi gerekir. Kant’a göre bilginin bütün malzemesi duyulardan algılardan deneyden gelir. Ancak bu malzemenin bilgi haline gelebilmesi için belli bir işlemden geçmesi gerekir. Bilen özne (insan, akıl ile) bu malzemeyi alır, işler ve bilgi halinde ortaya koyar.
4- Pozitivizm (Olguculuk): Pozitivizmin en ünlü temsilcisi Aguste Comte’tur. Buna göre bilginin konusu olgudan ibarettir. Olgular ise gözlem, deney ve ölçüm alanına giren her şeydir. Comte’a göre duyuların sağladığı gerçekleri bilmek bunların doğru bilgisini edinmek mümkündür. Bu bilgi olayların özünü ve gerçek nedenlerini değil, olayların yasalarını bu yasaların bilgisini verir.
4- Entüsiyonizm (Sezgicilik): Sezgiyi bilginin özelliklede felsefe bilgisinin temeli olarak gören görüşlere sezgicilik adı verilir. Sezgici görüşün temsilcileri, sezginin nesnesini doğrudan doğruya araçsız kavrayan bir bilme yetisi olduğunu düşünürler.
Entüisyonizm’in temsilcilerinden H. Bergson’a göre hayat süreden ibarettir. Aralıksız bir oluştur, parçalanmayacak bir bütündür. Zeka bu hayatın bilgisini veremez. Süre olan hayatın bilgisini sezgiyle kavrayabiliriz demektedir.
Gazali ise bu sezgi gücünü “kalp gözü” olarak ifade eder.
5- Pragmatizm ( Faydacılık ): Pragmatizm, hem bilginin alanı sınırları hem de ölçütü hakkında faydacı bir görüş içerir. Pragmatizmin önemli temsilcisi W. James bir önermenin doğru olduğunun biricik göstergesinin onun işe yaraması olduğunu söylemektedir. Ona göre teoriler, karşılaştığımız problemleri çözmek için kullandığımız araçlardır. Teorilerimizin doğru olup olmadığını pratikte işe yarayıp yaramaması belirler. Yani bilginin ölçütü faydasıdır. Diğer önemli temsilcisi J. Dewey doğruyu karşılaştığımız problemleri çözmemizde bir araç olarak tanımlar.
6- Fenomonoloji (Görüngü bilim): Fenomonolojinin kurucusu olan E. Husserl’e göre duyusal, deneysel olarak verilmiş olan her tek nesnenin bir özü bulunduğunu, bu özün ise yalnızca bilinçle, bir çeşit görüyle kavranabileceğini ileri sürer. Fenomonolojinin temel ilkesi bu özlere gitmek, bu özlerin bilgisini elde edebilmektir.
yuko_can çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 01-02-2007, 12:08 PM   #6
yuko_can
Müstakbel Üye
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Yaş: 35
Mesajlar: 157
Teşekkür Etme: 0
Thanked 46 Times in 23 Posts
Üye No: 25918
İtibar Gücü: 1395
Rep Puanı : 2310
Rep Derecesi : yuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond repute
Cinsiyet : Erkek
Varsayılan

BiLim FeLsefesiA. Bilim felsefesine giriş : Bilim felsefesi, bilimsel kesinlik ve bilimsel sistem düzeyine erişen bir bilgiyi inceler. Bilim felsefesinin amacı; bilimin mantıksal yapısını, niteliğini ve işleyişini incelemek ve aydınlatmaktır.
1. Bilimin tarih içindeki gelişimi : Bilimsel çalışmaların başlangıçları M.Ö 2000 yıllarına kadar uzanır. Bu yüzyıllarda Mısır, Mezopotamya, Hint, Çin medeniyetlerinde bilimsel çalışmalara rastlanmıştır. M.Ö. 7 yüzyıldan itibaren Yunanlılar da bilimsel çalışmalar da bulunmuştur. Bu dönemde bilim ve felsefe iç içeydi. Bir filozof aynı zamanda bilim adamı idi. Ancak ilk defa M.Ö 3. yüzyılda Euclid (Öklit) geometri alanında yaptığı çalışmalarla geometrinin bağımsız bir bilim dalı haline gelmesini sağlamıştır. Onun ardından Archimedes (Arşimet, M.Ö. 287-212) Mekanik biliminin kurucusu olmuştur.
Yunan medeniyetinin çöküşünden sonra Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı kabulü ve bilimin kilisenin tekeline girmesiyle Avrupa'da bir karanlık çağ başlamıştır.
M.S 7. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında ise yeni bir bilimsel uyanış ve aydınlanma başlamıştır. İslam bilim ve felsefesinin doğuşunda Yunan, İran, Süryani ve Hint eserlerinin Arapça'ya çevrilmesi önemli rol oynamıştır. Çeviriler Abbasi halifelerinden Mansur zamanında başlamış, Harun Reşid'in Bağdat'ta kurduğu "Dar'ül Hikme" adlı çeviri merkezi sistemli ve örgütlü bir hale gelmiştir.
Bu çalışmalardan sonra önemli bilim adamları yetişmiştir. Harezmi yazdığı eserlerle aritmetik alanında bir çığır açmış, Cebir biliminin kurucusu olmuştur. İlk defa aritmetikte kullanılan harfler yerine özel geliştirdiği rakamları kullanmıştır. Rakamların kullanılmasıyla aritmetik işlemlerindeki Roma rakamları ya da alfabenin kullanılmasının verdiği hantallıktan kurtulunmuştur. El Hesab'ül Cebir ve'l Mukabele adlı eserinde de logaritmanın kullanılmasına öncülük etmiştir.
Beyruni, yaptığı çalışmalarının büyüklüğü nedeniyle yaşadığı çağa Beyruni çağı adı verilmesine neden olmuştur. Beyruni, dünyanın güneşin çevresinde dönüyor olabileceğini ifade etmiştir. Jeolojik dönemlerin birbirini izlediği görüşünü ortaya atmıştır. Son derece basit bir formülle dünyanın çevresini ölçmüştür. Deneysel fizik çalışmaları yapmıştır. 8 maden 6 sıvı madde ve diğer değerli taşlar olmak üzere 29 maddenin özgül ağırlığını buluyor.
İbn Sina ise özellikle tıp alanında çalışmalarıyla büyük gelişmeler sağlamıştır. El Kanun-u Fi't Tıb adlı kitabı tıp alanında uzun yıllar kaynak kitap olmuş. Avrupa'da 16. yüzyıla kadar üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmuştur.
Bu arada ortaçağda karanlık döneme giren Avrupa'da 15 yüzyıldan itibaren Rönesans hareketleri başlamıştır. İslam dünyasının bilim ve felsefe eserleri Latinceye çevrilip okutulmaya başlanmıştır. Kopernik, Galilei, Kepler, Newton, Einstein, Planck gibi önemli bilim adamlarının çalışmalarıyla bilimsel alanda büyük gelişmeler sağlanmıştır.
2. Bilimin felsefenin konusu oluşu : Bilimin, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda, olağanüstü başarı sağlaması, ona olan ilgiyi büyük ölçüde artırmıştır. Bu ilgi düşünürleri, neyin bilim olduğunu, neyin bilim olmadığını ayırmaya dolayısıyla bir takım ölçütler aramaya ve bilimi sorgulamaya götürmüştür. Bu da bilimin, felsefenin konusu içerisine alınmasına yol açmıştır.Bilim felsefesinin görevi, bilim üstüne düşünmek, yani bilim mantığı yapmaktır.
B. Bilime farklı yaklaşımlar
1. Ürün olarak bilim : Bu yaklaşım, bilimi anlamak, bilim diye ortaya konmuş eserleri (ürünleri) ele alır ve onları tarihsel gelişimi içinde anlamaya çalışır. Bunun yolunu da bilim eserlerini mantık açısından çözümlemekte görür. Bilimsel önermeleri mantık aracılığıyla çözümlemek isteyen yaklaşıma mantıkçı ampirizm ya da neo pozitivizm denir. En önemli temsilcileri Hans Reichenbach ve Rudolf Carnap'tır. Bunlara göre bir önermenin anlamlı olabilmesi için ya doğrudan olgusal bir dille ya da sonuçta olgusal bir dilin kısaltılması şeklinde ifade edilmiş olması gerekir.
Bu yaklaşımda anlamlılık ve doğrulanabilirlik iki önemli ölçüttür. Bunlardan, doğrulanabilirlik, bir önermenin doğru olup olmadığı, o önermenin içeriğinin olgularla desteklenmesine bağlıdır.
2. Etkinlik olarak bilim : Bu yaklaşım, bilimi, bilim adamları topluluğunun bir etkinliği olarak görür.Bilimin ne olduğunu anlamak için bilim adamları topluluğunun iç yapısını, inançlarını, içinde yaşadıkları toplumdaki araştırma gruplarına bakış tarzlarını, bilim ve toplum arasındaki karşılıklı ilişkileri vb. incelemek gerektiğini ileri sürer.
Bu yaklaşımın en önemli temsilcileri Thomas Kuhn ve Stephen Toulmin'dir.
Kuhn, bilimi anlamaya yönelik çalışmasında çıkış noktası olarak "paradigma" adını verdiği kavramı kullanır. Paradigma, belli bir bilimsel yaklaşımın doğayı ya da toplumu sorgulamak ve onlarda bir ilişkiler bütünü bulmak için kullandığı açık ya da üstü kapalı tüm inançlar, kurallar, değerler, kavramsal ve deneysel araçlardır.
Kuhn bilimin şu üç dönemden geçtiği savunur.
a) Bilim öncesi dönem
b) Olağan bilim dönemi
c) Bunalımlar
d) Bilimsel devrim
Kuhn'a göre bilim birikimsel bir süreç izlemez, dolayısıyla bilimsel gelişme ya da ilerlemeden değil, ancak bilimsel değişmeden söz edilebilir. İlerleme ve gelişme normal bilim sürecinde yani bir paradigma içerisinde söz konusu olabilir. Fakat bir paradigmanın diğerinden daha iyi açıkladığını gösterecek ölçütler olmadığı için bir paradigmadan diğerine geçiş devrimsel bir nitelik taşır.
Toulmin'e göre ise bilimsel kuramların başarılı ya da başarısız olmaları bilimlerde yeni koşulların oluşturduğu sorunları çözme gücü ile ortaya çıkar. Bu güçten yoksun olanlar ise zamanla terk edilir.
C. Bilim felsefesinde klasik görüş ve eleştirisi
Bilimde klasik görüşü en iyi temsil eden pozitivizmdir. Benzer işlevi bazı farklarla mantıkçı ampirizm tarafından da sürdürülmüştür. Pozitivistlere göre felsefe evren hakkında bilgi vermekten vazgeçmeli, bilimsel bilgiyi sorgulayan, çözümleyen bir disiplin olmalıdır.
1. Bilime klasik görüş açısından bakış
a) Klasik görüş açısından bilim :
- Bilim, insan bilincinden bağımsız gerçeklikler hakkında araştırma yapma etkinliğidir. Yöntemi tümevarımdır.
- Bütün bilimler birbiriyle bağıntılıdır. Ve tüm bilimler birbirine indirgenebilir.
- Bilimin yardımıyla daha önce bilinenler kesinleştirilir, bilinmeyenler bilinir duruma getirlir. Bugün bilinmeyen şeyler varsa bu bilimin tam gelişmemiş olmasındandır. Bilimler geliştikçe bilinmesi gereken tüm şeyler bilinebilecektir.
- Bilim birikimsel süreç izler. Bu süreçte yanlış bilgi terkedilir, doğru bilgi kullanılmaya devam eder.
b) Klasik görüşte bilimi niteleyen özellikler
- Bilim olgusaldır. Duyularla algılanabilen bir dünyaya ilişkindir.
- Bilim mantıksaldır. Bilim akıl ve mantık ilkelerine dayanır. Akılsal olan bilimsel, bilimsel olan akılsaldır.
- Bilim genelleyicidir. Bir olay aynı türden bütün olaylar için geçerlidir.
- Bilim nesneldir. Bireyden bireye değişmeyip herkes için aynıdır.
- Bilim eleştiricidir. Eleştirel bir tutumla konularını ele alır.
2. Bilimsel yöntemin özellikleri
Bilimsel yöntem, olguları betimleme ve açıklama amacıyla izlenen sistemli bilgi edinme yoludur. Bilimsel yöntemde birinci aşama betimlemedir.
- Betimleme aşamasında araştırma konusu olgular ve bu olgular arası ilişkiler saptanır, sınıflanır ve kaydedilir. Gözlemle başlar, deneyle devam eder.
- Açıklama ile betimlenmiş olgular, bu olguların ve birbirleriyle olan ilişkilerini yansıtan ampirik genellemeler bazı teorik kavramlara başvurularak anlaşılır hale getirilir.
- Hipotez, gözlenen olaylar hakkında yapılan geçici bir açıklamadır.
- Kuram, sistemli bir biçimde düzenlenmiş, olguları açıklama aracıdır.
- Bilimsel yasa, bir bilim dalının alanına giren olgular arasında sürekli tekrarlanan ve bilim adamları topluluğu tarafından doğru kabul edilen ilişkilerin neden-sonuç biçiminde dile getirilmesidir.
3. Bilimsel açıklama-ön deyinin özellikleri
Açıklama, bilimsel niteliğini birtakım genellemelere başvurarak kazanır. Örneğin boşlukta tüm cisimler aynı hızda düşer.
Ön deyi; olgular arasındaki ilişkilerden yararlanarak henüz olmamış bir olguyu önceden kestirmedir. Örneğin Thales M.Ö 585 yılında güneş tutulması olacağını önceden haber vermiştir.
4. Bilimsel kuramın özellikleri
Mevcut olguları açıkladığı gibi sonradan olacaklar hakkında öndeyide bulunmayı sağlar.
5. Klasik görüşe yapılan eleştiriler
- Bilime gereğinden fazla önem verdikleri için eleştirilmişlerdir.
- Bazı şeyler bilinmiyorsa bu bilimin ilerleyememiş olmasındandır. Bilimler ilerledikçe bilinmesi gereken tüm şeyler bilinecektir, görüşü yanlıştır. Çünkü evren de bilinmesi gereken şeyler sınırsızdır. Bunların hepsinin bilinmesi imkansızdır.
- Tüm bilimlerin tek bilime indirgenebileceği yanlıştır.
- En güvenilir yöntemin doğrulama yöntemi olduğu yanlıştır.
- Bilime birikimsel bir süreç gözüyle bakmaları eleştirilmiştir.
- Bilimin, bilim adamları topluluğunun özelliklerinden etkilenmez, görüşü yanlıştır.
D. Bilimin Değeri
Bilim doğal ve toplumsal gerçekliğin daha iyi anlaşılmasını ve belirli ölçüde de olsa denetlenmesini sağlar.
Bilimin iki önemli işlevi vardır: a) Bilimin teknolojiye uygulanmasına ve yarara yönelik buluşlara olanak sağlaması
b)Nitelikleri belli bir düşünme yapısı ve akılcı bir dünya görüşü oluşturması.
yuko_can çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 01-02-2007, 12:09 PM   #7
yuko_can
Müstakbel Üye
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Yaş: 35
Mesajlar: 157
Teşekkür Etme: 0
Thanked 46 Times in 23 Posts
Üye No: 25918
İtibar Gücü: 1395
Rep Puanı : 2310
Rep Derecesi : yuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond repute
Cinsiyet : Erkek
Varsayılan

İsLam FeLsefesi

İslam Felsefesi/bilimi, yalnızca Arap dehalarının ürünü müdür? İslam dünyasındaki felsefe,Gazali'nin saldırılarıyla gözden düşüp İbni Rüşd'ün ölümüyle son mu buldu? Tasavvuf hareketi,bir felsefi akım değil midir? 15. yy'da Fatih Sulta Mehmet'in Felsefeciler(Felasife) ile Kelamcılar arasında düzenlediği yarışmada İbni Rüşd'ün adı geçiyor mu? Papa 2. Jean Paule"Dürüst ateistler de cennete girebilir" deyince bizim diyanet niye bunu kabul etmedi?
El Biruni
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz "Bu, Allah'ın bileceği iştir. Papa,İtalyan fikir adamı Dante'nin İlahi Komedya'sını okusun" dedi. (8 Aralık 2000 tarihli basın). Hangisi haklı? Felsefe ve bilimle ilgileniyorsak bunun İslam tarihindeki boyutunu görmezden hakkımız yoktur.
El Kindi,Farabi ve İbni Sina: Meşşai (Yürüyenler) Okulunun büyük düşünürü...

Felsefe, düşünce üstüne düşünce demekse,İslam Felsefesi de iman ve akıl üstüne düşüce demek. Elbette, bir boyutlu,homojen bir İslam düşüncesi yoktur. İmanı akıldan üstün tutan,aklı imandan üstün tutan, imanla aklı uzlaştırmaya çalışan filozoflar vardır. Ayrıca çeşitli tarikatlarda kendini gösteren bir dizi ara akım da vardır. Örneğin İslam Felsefesi Tarihi kitabının yazarı Henry Corbin (1903-1978), İslam Felsefesi tarihinde Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd gibi Yunan tarzı felsefe yapan filozoflarla (felasife ile) süren felsefe akımını, genele göre önemsiz,değersiz bir parçası olarak görmektedir. Corbin,felasifeyi,Kelamcıları açık bir şekilde küçümsemekte, İslam'da gerçekten İslami denmesi gereken felsefe hareketini Batıni (hermenötik) İsmaili Şiilik'le Oniki İmam Şiiliğinin temsil ettiğini ileri sürmektedir. Ülkemizde pek tutulan ve hemen hemen tüm eserleri dilimize çevrilmiş olan Seyyid Hüseyin Nasr 'ın da benzer görüşleri savunmaktadır. Oysa bunlar, İslam felsefesini, dar bir açıdan ele alma anlayışıdır ve kör bir bakış açısıdır.
İslam felsefesinin Gazali'nin saldırılarıyla gözden düştüğü ve İbni Rüşd'ün ölümü (1198) ile birlikte ortadan kalkmış olduğu şeklindeki görüşün artık terk edilmesi gereken hatalı bir görüştür. Gerçekten de bu görüş, İslamda felsefeyi sadece Yunan tarzında felsefe yapan filozofların (felasife) yaptığı işle sınırlı tutmakta,onlardan başka ve yine yaptıkları şeylere felsefi denmesi mümkün olan başka bazı grupları,yani Kelam tanrıbilimcilerinin ve nazari tasavvufun temsilcilerinin etkinliklerini felsefi diye nitelendirilmesi gereken etkinliklerini haksız olarak bir kenara itmektedir. Oysa bu son iki grubun bazı çok önemli temsilcilerinin, örneğin Kelam'da Fahrüddin Razi, Nasırüddin Tusi, İci, Cürcani'nin; kuramsal (nazari) tasavvufta veya tasavvuf metafiziğinde Sühreverdi, İbni Arabi vb. nin İbni Rüşd'ün ölümünü izleyen dönemde ortaya çıktıkları bir gerçektir.
(H. Corbin,İslam Felsefesi Tarihi,2. Cilt, İletişim yayınları, Çeviren Prof. Dr. Ahmet Arslan, Önsöz,s:15 ve 17-18)
“İslam felsefesi, Helenistik felsefenin çevirisi ve eleştirisiyle başladı. Hiçbir zaman tam bir özgünlüğe ulaşmamış ve Yunan felsefesiyle İslam doktrinin çeşitli şekillerde birleştirilmesi çabalarından ibaret kalmış olmasına rağmen, Yunan ve İskenderiye felsefelerini geliştirerek onlara bir bakımdan daha kesin ve determinist (belirleyici) bir renk vermiş, bir bakımdan da kendi varisi olduğu senkretik çevrenin etkisiyle gittikçe daha karışık ve içinden çıkılmaz bir renk vermişti. Bundan dolayı bu felsefeyi savununlar kadar eleştirenlerin de haklı oldukları yönler olduğunu söylemeliyiz. Bu felsefenin telifçi ve eklemeci manzarası onun özgünlüğünden kuşku duyanlara hak verdirmeye yol açtığı gibi;eserlerden büyük bir kısmının risaleler halinde kalması ve tasavvuf doktrinleri ile karışması da bu felsefenin sistematik olmasına engel olmuştur. Bununla birlikte İslam filozoflarının bize kadar kalmış olan kitapları ve şerhlerini, Latin dünyasına yapılan çevirilerini ve Latin-Hıristiyan dünyasında yaptığı etkileri derinleştirecek olursak bu felsefeye karşı verilen kararların da ne derece abartılı olduğu ortaya çıkar. kısacası, İslam filozoflarında modern fikirlerin köklerini aramak ne kadar hatalı ise, onu basit bir compilation veya Yunan felsefesinin eksik veya tahrif edilmiş bir tekrarı olarak görmek de aynı derecede hatalıdır.
Bu çeşitli görüşlerin hatalarından korunabilmek için İslam felsefe akımlarının kendi esrelerine verdiği bilgilere sadık kalarak gözden geçirmek ve sonra olabildiğince kaynakları olan Yunan ve İskenderiye felsefesi ile etkilemiş oldukları Latin-Hıristiyan felsefesi arasındaki ilişki bakımından gözden geçirmek ve eğer olanaklıysa modern felsefe akımlarıyla benzeyişlere işaret etmek yerinde olur.”
(Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, İslam Düşüncesi, s: 161)
İslam Dünyasında Açılma ve Kapanma
İslam düşüncesi,yalnızca İslam dininin düşünsel cephesi değildir. Fakat İslam uygarlığının egemen bulunduğu devirdeki düşünce demektir. Birinci anlam kabul edildiği zaman İslam düşüncesinin bütün Ortaçağ düşüncesi gibi skolastik düşünce sayılması gerekir. Devirler arasında paralellikler kurmaya alışmış olan kafalar, kolaylıkla Batı skolastiğine karşı bir İslam skolastiğinden söz ederler. Fakat birleştirilmiş bir analojiden başka değeri olmayan bu görüş pek de yerinde değildir. Batı Orta Çağı,İslam Ortaçağına benzemediği gibi,Batı skolastiğinin karşılığı bir İslam skolastiği de yoktur. İslam düşüncesi, bu uygarlığın gelişme devrinde hür düşünce olarak başlamış,ancak dünya ile temasını keserek kendi içine kapandıktan sonra kapalı ve skolastik bir düşünce haline gelmiştir.
İslam uygarlığının kavimler arası ilişkilerin merkezi olduğu ve bütün dünya düşünce hayatına kapıları açık bulunduğu zamanki birinci dönemde (Abbasiler,Gazneliler ve İlk Selçuklular dönemi) gerek felsefe, gerek ilim alanında hür düşüncenin tamamıyla egemen olduğu görülüyor. Bu dönemde İslam uygarlığı teknik olarak da diğer uygarlıklardan üstün idi. Müsbet ilim zihniyeti egemendi. Bizans, Mısır, İran ve Hint’ten gelen ilim akımlarına kapıları açıktı. Düşünce akımları tam bir özgürlük içinde gelişiyordu;dinsel konularda bile tartışma yapılıyordu; içtihat kapıları açıktı.
Fakat İslam uygarlığının kavimler arası alış verişte merkez rolünü kaybettiği, Batı ticari siteleriyle Uzak Doğu arasında başka alışveriş yolları çıkmaya başladığı zamandan beri artık bu uygarlık eski düşünsel kuvvetini yitirdi, kendi içine kapandı, İşte bu döneme İslam uygarlığının skolastiği denebilir. Haçlı seferlerinden sonra başlayan bu içe kapanma hareketi, özellikle Osmanlılar ve Safeviler zamanında büsbütün yerleşmiştir. İktisadi kapalılık, fikir araştırmalarını imkansız hale getirmiştir. Fikir hayatı, artık tasnif ve tedvin edilmiş olan eskinin tekrarından başka bir şey değildir.
Bu iki dönem arasında kesin bir sınır çizmek mümkün değildir. Öyle yerler vardır ki,orada skolastik daha geç başlamıştır.:Endülüs gibi. Öyle yerler de vardır ki,skolastik yenilmiş ve kısa bir zaman devam eden Rönesans hareketleri görülmüştür:Anadolu Selçuklularının orta devri, Osmanlılarda Kanuni ve 3. Ahmet zamanları gibi. Fakat bu dönemler sınıflamamızın genel hatlarını bozmaz. Örneğin Endülüs’te İbn Zohr, İbn Baytar, İbn Rüşd gibi özgür düşünceli büyük üstatlar yetişirken, Mağrip’te( Kuzey Afrika’da) kopan bir bedevi feveranı Murabıtın ve Muvahhidin devletlerini ve bunların egemen olduğu alanda son derece tutucu, kapalı bir skolastiği doğurdu. Semerkant medreseleri, Hint ve Batı düşünce hayatını birbirine bağlarken, Cengiz istilasından sonra İlhanlılar zamanında düşünce hareketleri durarak İsna aşeriliğin kapalı zihniyeti egemen oldu. Bununla birlikte, bu kuralın istisnaları vardır: Örneğin İbn Rüşd’ü koruyan bir Muvahhidi hükümdarı idi. Nitekim Yakut ve Nasır Tusi gibi büyük alimleri koruyan da yine İlhanlılardı. Fakat biz bu istisnalara rağmen yukarıda belirttiğimiz genel şemayı kabul edebiliriz.

İslam düşüncesi bir bütün olarak incelendiği zaman kendisine en çok bağlı bulunan Yunan ve Batı düşünceleriyle tarihsel bağlantıları, karşıylıklı etkileri, tarihsel zincir içindeki konumunu bir tarafa bırakarak Akdeniz uygarlığının diğer iki büyük unsurundan onu ayıran belirgin özellikleri belirtmek gerekir.
Yunan düşüncesinin ayırt edici özelliği “şekil”dir. Yunan uygarlığı sanatta mimarlık ve heykelciliğin plastik şeklini, düşüncede mantığın değişmez şeklini yaratmıştır. Aristo metafiziğinin “madde ve şekil” i, Eflatun’un ideaları, Physagor’un sayısı, varlığın değişmez, statik şekilleridir. Değişme, Yunanlılar için aldatıcı bir gölgedir( Herakleitos gibi filozoflar istisnadır).
Batılıyı Yunanlıdan ayıran hareket ve gelişme fikridir. Bu anlamda Herakleitos en modern insandır. Oluş fikri Rönesans'ta başladı, özellikle Hegel ve Comte ile gelişti. Kısacası Batı düşüncesinin özü, değişme, hareket, ilerleme halindeki, dinamik dünya fikridir.

İslam düşüncesinin egemen özelliği ise şekilsiz, hareketsiz, değişmesiz, mutlak bir sükun içindeki ezeli an fikridir. Bu fikri en mükemmel temsil eden İslam düşünürleri buna “an-ı daim” diyorlar. Muhtelif fikir sistemleri an-ı daim görüşüne (s:14) az veya çok yaklaşmışlar, onu yabancı etkilerle uzlaştırmaya çalışmışlardır. An-ı daim, bütün şekiller ve değişmelerin üstünde aynı kalan ve kendinden şekiller ve değişmelerin doğduğu ezeli alemdir.
Üç düşünce arasında yaptığımız bu genel karşılaştırma, bizi yeniden üç düşüncenin başlıca problemlerini aramaya yöneltecektir. Acaba Yunan,İslam ve Batı düşüncelerinden her biri bütün sorunların doğduğu ilk felsefi sorun olarak neyi ileri sürmüşlerdir? Uygarlık ve çağ farkını göz önünde tutmayan filozoflar, düşünce alanında bazı değişmez problemlerin olduğunu kabul ederler. Oysa karşılaştırmalı düşünce tarihi çok kere bunun aksini göstermektedir. Belirli bir çağda ve bir uygarlıkta birinci derecede önemli olan bir problem diğer bir uygarlıkta ya ikinci plana geçiyor ya da tümüyle kayboluyor. Felsefe tarihini yalnız Batı felsefesi içinden görmeye alışmış olanlar da ancak Yunanlı ile modern insan arasında karşılaştırma yapmaktadırlar: Onlara göre Yunanlı için temel sorun“varlık”, modern insan için temel sorun “bilgi”dir. Gerçi felsefe tarihinde en büyük metafizikleri yaratmış olan Yunan dehasına karşı bilgi teorilerini yaratmış olan modern devri karşılaştırınca buna hak vermemek kabil değildir. Fakat sorun bu kadar basit değildir. Aristo metafiziğinin varlık problemi başka şekilleriyle İslam, Hint ve Çin düşüncelerinde de görülmektedir. Metafizik,Modern düşüncede de yer bulmaktadır. Fakat asıl önemli nokta insan ile alem (doğa) arasındaki ilişkidir. Yunanlı bu ilişkiyi insanın varlığına uygun olması, uygun düşmesi şeklinde akıl problemi olarak görüyor. Yunanlının gözünde akıl, evrendeki düzenin bir parçasıdır ve evren, akla uygundur. Batılı gözünde bu ilişki, bilinç problemi olarak görünüyor. Çünkü Batılı dünyası, insanın fonksiyonu olarak anlıyor. Ve bilinç problemi konduktan sonra bilginin tahlili ve bilgi kuramları ortaya çıkıyor. İslam düşüncesinde ise bu ilişki hürriyet problemi şeklini almıştır. İnsanla kaderin ilişkisi, beşeri ve metafizik hürriyet sorununu bütün felsefe sorunlarını odağı haline getirmiştir.
Çeşitli yönlerinde bir birine bağlı olan bu üç düşünce arasındaki temel farkların kökünü onların içinde doğduğu toplumsal bünyenin gelişmesinde aramalıdır: Yunanlı değişmez kastlar cemiyetinde yaşıyordu. Onun gözünde insan ve toplum bu değişmez doğa düzeninin bir parçası idi. İnsan, arzularını dizgine vurarak ona uygun yaşmaya mecburdu. Bu suretle değişmez doğa düzeni bizzat akıl düzeni idi. Oysaki Müslüman,bütün kavimlerin birbiriyle kaynaştığı büyük bir ümmet içinde yaşıyordu. İnandığı tanrı alemlerin efendisi ve yaratıcısı(Rabbülalemin) idi. Bu külli ve ezeli kudretin önünde bütün varlıklar,düzenler, farklar geçici gölgelerden ibaretti. Hiçbir düzen olduğu gibi kalamazdı. Allah’tan başka her şey fani idi. dün şah olan bugün dilenci olabileceği için Allah’ın huzurunda dilenciyle şah eşit idi. Böyle bir düşüncede ana problem kendiliğinden insan iradesinin kader karşısındaki konumu sorunu olacaktır.
Bu problemin bugünkü değerini anlamak için bir örnek verelim: Zamanımızda bir adam bir suç işlemiş olsun O önce toplumsal yasalarla,sonra kendi vicdan müeyyidesi ile karşılaşacaktır. Toplum, onun neden cezalandırır? çünkü bilerek, isteyerek suç işlemiştir. Hürriyetini kullanarak suç yaparsa cezalanır. Aksi takdirde çocuksa, deliyse,hasta ise cezalanamaz. Hareketinde sırasıyla psikolojik hürriyetini kullanarak suç işlemişse cezalanır. Toplumsal kuralların esası bu hürriyete dayanır. Ahlaki ve ve cezai sorumluluk hürriyet kavramına bağlıdır. Kişinin deruni hürriyeti bir tarafa bırakılırsa ceza ve ahlak imkansızdır.
Bilginler determinist gözle suçun sebeplerini araştırırlar. Sosyolojiye göre suçu işleten çevrenin verdiği terbiyedir. Ekonomik düzenin bozukluğudur. Biyolojiye göre suçu işleten organik bünyesindeki bozukluktur. İlim yorumuna göre,gerçekte kişinin hürriyeti yoktur. Her suçlu kendisinin suçlusu değil, doğanın suçlusudur. Determinist bir yorumla ancak suçlu hastaneye sevk edilebilir veya toplum düzeltilir. Fakat bugün toplum fiilen bunu yapamadığından buhran içindedir.
Öyleyse ya sosyoloji ve antropoloji gibi kişinin hürriyeti olmadığın kabul edeceğiz. Yahut kişiyi bir hareket noktası bir tür monade gibi alacağız. İlmin bütün ilerlemesine karşın hürriyet sorunu yine vardır. Ahlaki aksiyondan hareket edersek hürriyetten kaçınılamaz. Hürriyet problemi kendisinin kuramsal ve ilmi olarak değil,ameli ve vasıtalı bir problem olarak bize kabul ettirir.
İslam felsefesi bu problemi metafizik ve ahlak sahasında bütün düşüncenin temel taşı olarak koymuştur. Hıristiyanlık devletten ayrı, küçük topluluklar içerisinde doğduğu ve yayıldığı için insan orada bütün sorunlarını bu küçük topluluk içerisinde hallediyordu. İmparatorlukların,derebeyliklerin egemen kudretlerinden,kanunlarından önce insan kendisine en büyük sığınağı Allah'ın çobanlarında (rahip) ve itirafta buluyor. Allah’ın çobanları servet sahibi olarak derebeylere ve imparatorlara rakip bir hale geldiği zaman itirafını kendi kendine yaparak vicdan muhakemesi ve şuuru buluyordu. İslam dünyasında bütün cemaatler devletin içinde eridiği ve şeriat bizzat devlet olduğu için,alemlerin efendisi olan tanrı ve onun yeryüzündeki gölgeleri karşısında kişinin sığınacağı hiçbir yer kalmıyordu. O zaman bütün sorun bu külli irade ile cüzi iradeler arasındaki ilişki sorunu halini alıyor; gerek dinsel,gerek hukuksal ve felsefi bütün doktrinler kendiliğinden bu sorun etrafında ortaya çıkıyor; yahut ona herhangi ibir şekilde yanıt vermek gereksiniminden doğuyordu. İşte İslam düşüncesinin egemen niteliğini oluşturan hürriyet sorunu buradan meydana çıkmıştır; ve ileride göreceğimiz gibi birçok sorun onun tefsirinden doğduğu gibi birçok meslek ve mezhep de ona verilmiş yanıtlardan başka bir şey değildir.

(H.Z.Ülken, İslam Düşüncesi, s: 13-16 )
yuko_can çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 01-02-2007, 12:10 PM   #8
yuko_can
Müstakbel Üye
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Yaş: 35
Mesajlar: 157
Teşekkür Etme: 0
Thanked 46 Times in 23 Posts
Üye No: 25918
İtibar Gücü: 1395
Rep Puanı : 2310
Rep Derecesi : yuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond repute
Cinsiyet : Erkek
Varsayılan

Hukuk FeLsefesi AhLak Hukuku ÖnceLer


Hukuk Felsefesi ve Etik: Kavramlar, Sorunlar, Yaklaşımlar- konulu bu seminer, adının belli ettiği üzere, hukuk felsefesi ve etik arasındaki bağıntıları, öncelikle "ahlâk", "hukuk", "ahlâk felsefesi (etik)", "hukuk felsefesi" kavramlarının tanımlanıp irdelenmesi ve bağıntıların bu irdeleme zemininde.kurulmasını amaçlıyor. Dolayısıyla burada iki felsefe alanının temel kavramlarının tânımlarına ağırlık veren bir seminer çalışmasının gerçekleşeceği; tartışmaların tanımlarda ve her iki alanın :kavramları arasındaki bağıntılarda yoğunlaşacağı bellidir.'Ben de bildirimin önemli bir kısmını önce bu kavramların tanımlanıp irdelenmesine, daha sonra bunlar arasındaki bağıntıları, tarihsel örneklere bâşvurarak, ahlâkın hukuku öncelediğine ilişkin tezim doğrultusunda kurmaya ayırdım. Öyle ki, bildirimin önemli bölümünü tanımlar ve kavramsal bağıntılar oluşturdu.

Seminerin amacına uygun olacağı inancıyla, bildirimi üç bölüm hâlinde planlıyorum:

A-İlk bölümde; "ahlâk" ile "hukuk" ve "ahlâk felsefesi" ile "hukuk felsefesi"terimlerinin anlamlarını, ahlâkın hukuku öncelediğine ilişkin tezimi pekiştirmek amacıyla irdelemeye ve buna bağlı olarak ahlâk ilkelerinin hukuk ilkelene göre teorik önceliğe sahip bulunduklarını göstermeye çalışacağım.

B-İkinci bölümde; tezimi, hukuku ahlâk, siyaset ve ekonominin uzantısındâ bir tarihsel/kültürel ürün olarak görmemizi sağlayacak birkaç tarihsel örnek üzerinde durmak suretiyle, bu kez pratik/tarihsel planda pekiştirmeyi deneyeceğim

C-Sonuç bölümü niteliğindeki üçüncü bölümde, son iki yüz yıldır Batı tarihinde önemli rol oynayan ve bizde de yansımalarını bulan liberal ahlâk, liberal hukuk; liberal ekonomi ve liberal siyaseti, ahlâkın (ve ayrıca ekonomi ve siyasetin de) hukuku öncelediğine en son ve en yaygın örnekler olarak, Türkiye'deki ekonomik ve siyasal uygulamalarla da koşutluk kurarak, birkaç yönden eleştirip değerlendirmeye çalışacağım.

A- Tanımlar, Ortaklıklar ve Ayrımlar

Önce, "ahlâk" ve "hukuk", daha sonra "ahlâk felsefesi (etik)". ve "hukuk felsefesi" terimlerinden ne anladığımı kabaca belirtmeliyim:

1.1. Ahlâk: Ahlâkın, "iyi" olduğuna yaşama deneyimiyle veya refleksiyonla inanılan ya da irdelemeksizin benimsenmiş veya bir otorite tarafından dayatma yoluyla benimsetilmiş bir yaşam anlayışından, bir yaşam tarzından kaynaklanan kurallar ve bu kurallara uygun eylemler bütünü olduğu söylenir. (Bu durumda "kötü"nün, bu kuralların ve bunlara uygun eylemlerin karşıtı kurallar ve eylemler olacağı bellidir.) Bu kuralların birbirleriyle tutarlılığı ve kendi aralarında hiyerarşik bir düzeni her zaman olmayabilir. Buna karşılık felsefeler ve dinler, kendi açılarından, bir ahlâksal tutarlılık ve bir kurallar hiyerarşisi peşinde koşmaktan geri kalmazlar. Zaten ahlâksal yaşamın felsefi veya dinsel yönden temellendirilmesindeki amacın, ahlâksal yaşamı belli felsefi ilkeler veya dogmalarla tutarlı bir kurallar hiyerarşisine göre düzenlemek olduğu bellidir. Ne var ki, bir toplum içerisinde ve belli bir tarihsel dönemde bireylerin veya bir toplumsal kesitin, hatta bütün olarak bir toplumun fiilen yaşadığı ahlâk veya ahlâkların böyle bir tutârlı ve hiyerarşik kurallar bütününe dayandıkları oldukça şüphelidir. Normatif bir kurallar bütünü olarak bir ahlâk öğretisi ile toplumsal/tarihsel bir fenomen, bilfiil yaşanan bir şey olarak ahlâk arasında tam bir örtüşme, ancak bir ideal olarak kalır. Öyle ki., bir fenomen ve yaşanan bir şey olarak ahlâk arasında tam bir örtüşme olmadığı, bizzat insanlık tarihinin bize öğrettiği bir husustur.

Öbür yandan ister bireysel ister toplumsal bazda anlaşılsın; ahlâksal eylemi ahlâksal olmayan eylemden ayıran bazı ölçütler de tabiî ki vardır: Bunların başlıcaları;

(ı) bizzat benimsenen veya töre, alışkanlık, dinsel görenek vd. yollarla benimsetilmiş bir kurala dayanarak .eylemek ("gereklilik", "doğruluk", "erdem"),

(ıı) başkalarını gözetmek ("ödev", "eşitlik", "özgecilik");

(ııı) eylem sırasında belli` seçenekler arasından birini veya birkaçını bilinçli olarak tercih etmek ("irade", "özgürlük");

(ıv) eylemin doğuracağı sonucun tüm getiri ve götürülerini peşinen kabullenmek; üstlenmek ("sorumluluk"); olarak sıralanabilir.

Anglosakson felsefe geleneğinde, ahlâkı birey temelinde tanımlama eğiliminin ağır bastığı bilinir. Bu gelenekte ahlâk, bireyin kendine göre yaşadıklarının, kendisine rehber ettiği ilkelerinin, kurallarının ve bu ilke ve kurallara uygun eylemlerinin bir bütünü sayılır. Ne var ki birey bir toplum içerisinde, bir tarihsel miras temelinde, bir öznelerarasılık ortamında var olabilir. Bu temelden kopuk ve bu ortamdan bağımsız, kendinden menkul (otokton) bir birey, fiktif bir şeydir; onun bir gerçekliği yoktur. Böyle görüldüğünde, ahlâk, her zaman, tekil insanın diğer insanlarla karşılıklı ilişkilerinde kaynağını bulur.

Ahlâksal varoluş olarak insan, öncelikle toplumsal grup oluşturmasıyla ve bu grup içerisinde yaşamını sürdürmesiyle karakterize olur. Onun başkalarıyla birlikteliği zemininde gerçekleştirdiği bu grup yaşamının ürünleri olan ilkeler, kurallar, inançlar, bu grup yaşamının gerçekleştiği andan itibaren, aynı tekil insanı belirlemeye, ahlâksal seçim ve tercihlerinde onu yönlendirmeye başlar. Bununla birlikte bu grup yaşamı içerisinde tekil varoluş olarak insana, eylemleriyle ilgili olarak, dar veya geniş çapta seçimler yapma, tercihlerde bulunma, mevcudun sınırlarını aşma olanağı sağlayan bir alan da hep kalır. Tekil insanı ahlâksal yönden birey kılan en önemli yön, bu alanda mümkün olduğu kadar çok seçim ve tercihte bulunabilmesi, eylemlerini bu, seçim ve tercihlere göre yönlendirebilmesidir. Fakat bu alan ne kadar geniş olursa olsun; tekil insanı, tüm seçim ve tercihlerini sadece kendisinden hareketle, otokton bir halde gerçekleştiren bir "salt birey" yapmaya yetmez. Böyle bir "salt birey" yoktur, olamaz. Sonuç olarak ahlâk, varoluşunu, daima bir tarihsel/sosyal çevre içerisinde bulunmakta ve aynı zamanda bu çevrenin oluşumunda önemli bir etken olmakta bulur.

1.2. Hukuk: Hukuku,

(ı) amaçsal/normatif,

(ıı) işlevsel, olmak üzere iki yönden tanımlamak mümkündür.

(ı) Amaçsal/normatif yönüyle hukuk; toplumsal düzenin sağlanması amacı doğrultusunda, bireylerin birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerini düzenleyen bir normlar bütünü olarak karşımıza çıkar: Bu normlar bütünü de; çoğunlukla ve özellikle Batı hukuk geleneğinde, kendisine kaynâklık eden bir üst-hukuk olarak "doğal hukuk" zeminine bağlıdır.

(ıı) İşlevsel yönüyle hukuk; kendilerine uyulmadığı takdirde devletin koyduğu yasalara (pozitif hukuk yasaları) dayalı olarak yine devletin zorlayıcı eliyle gerçekleştirilen yaptırımlara yol açan, düzenleyici kurallar topluluğu (pozitif hukuk kuralları) olarak da anlaşılabilir.

Yukarıda ahlâkı "birey"e dayalı olarak tanımlamanın sakıncalarına değindim. Bununla ilgili olarak;

(ı) ahlâksal yaşamda bireyselliğin ancak sınırlı bir seçim ve tercih alanı için geçerli olabileceğini;

(ıı) bu seçim ve tercihlere bağlı eylemin, kişi amaçlamamış olsa bile, en nihayet toplumsal bir etkisi ve sonucu olacağını;

(ııı) ahlâkın, oluşumu itibariyle esasen "toplumsal" olduğunu ve kaldığını; belirttim. Şimdi, "kamu hukuku" ve "özel hukuk" ayrımı yapmak gelenek olmakla birlikte, hukuk alanındâ da, "özel hukuk"un ancak "kamu hukuku" çerçevesi içerisinde bireyin tercih ve seçimine bırakılmış hususlara ilişkin bir hukuk olabileceğini belitmeliyim. Sonuç olarak hukuk da, varoluşunu, ancak tarihsel/toplumsal bir çevrede, kamusallık alanında bulabilir.

1.3. Ahlâk ve Hukukun Ortak ve Farklı Yönleri: Yukarıdaki genel belirlemeler, ahlâk ve hukuk arasındaki bazı önemli ortaklıkları ve ikisini birbirinden ayıran temel ayrımı da bize gösterebilir. Bazı ortaklıkları şöyle sıralamamız mümkün görünüyor:

(ı) bir kez her ikisi de ancak, insanların birlikte yaşamalarındaki zorunluluğun bir sonucu olarak oluşan toplumsal yaşam içerisinde varoluş bulabilirler. Ahlâk ve hukuk, herşeyden önce, herkesin istediğini yaptığı yerde ortayâ çıkacak olan kaosu önlemek gibi bir prâtik zorunluluğun ürünleridir;

(ıı) her ikisi de bir kurallar bütünü olarak karşımıza çıkarlar;

(ııı) her ikisi de dayandıkları ilkelerin niteliği bakımından normatiftirler; bu demektirki bir "olması gereken" tasarımından hareketle oluşur veya oluşturulurlar;

(ıv) birer toplumsal fenomen olarak, her ikisi de tarih içerisinde değişebilirlik özelliği taşırlar. Ahlâk ve hukuk, çağdan çağa,, kültürden kültüre değişikliğe uğradıkları gibi, aynı çağ veya kültür içerisinde de değişikliğe uğrarlar.

Bu nedenle ahlâk ve hukuktan birer toplumsal/tarihsel fenomen olarak söz etmek gerektiğinde, onları çoğul olarak kullanmak, "ahlâklâr" ve "hukuklar"dan söz etmek uygun olur. İki alan arasındaki temel ayrım da şöyle belirtilebilir: Ahlâk kuralları kişilerin ve grupların ortak yaşayışlarında benimsenmiş ve örf, âdet, teâmül, gelenek, görenek yoluyla olduğu kadar, bunlara göre sınırlı kalsa da, bireysel irade, seçim ve tercih yoluyla da kurumlaşmış olan kurallardır. Bu kurallara aykırı davranışlar, ancak ayıplama ve kınama, gruptan dışlama gibi tepkilere yol açabilir. Buna karşılık hukuk kuralları kişilerin birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerini genel olarak düzenlerler ve bu kurallara aykırı davranışlar, devletin yaptırımına ve zor kullanımına yol açar. Hukukun olduğu yerde devlet (veya bazı komünal topluluklarda olduğu gibi, devletin işlevini ikâme eden bir yaptırımcı grup) vardır. Hukuk kurallarını ahlâk kurallarından ayıran en önemli yön, hukuk kurallarının devlet (veya yaptırımcı grup) gücüyle sağlanmış bir yaptırımının bulunmasıdır.

2. "Ahlâk Felsefesi (Etik)" ve "Hukuk Felsefesi" : Yukarıdaki "ahlâk" ve "hukuk" tanım ve betimlerine koşutluk içerisinde, "ahlâk felsefesi (etik)" ve "hukuk felsefesi" kavramlarını tanımlayıp betimlemeye geçebilirim.

2.1. Ahlâk Felsefesi (Etik) : Herhangi bir ahlâk, kendi "iyi"sinin ve kendi "kötü"sünün ne olduğunu, normatif ve postüla niteliğindeki temel öncül veya öncüller hâlinde belirler ve "özgürlük", "eşitlik", "ödev", "sorumluluk", "yükümlülük", "gereklilik"; "erdem" vd. kavramları, normatif olarak düşünülmüş bu postülalara göre tanımlar. Ve en nihayet "doğruluk" (ahlâksal doğruluk) da, postülatif/normatif olarak benimsenen "iyi" ile bu "iyi" gözetilerek yapılan eylemler (ahlâksal eylemler) arasındaki tutarlılık,olarak görüIür. Bu, ahlâklar çokluğu kadar "doğruluk" (ahlâksal doğruluk) olması demektir. İşte , ahlâk felsefesi (etik), ahlâklar çokluğu içerisinde karşımıza hep çıkan bu temel kavramlar üzerine bir yeniden irdeleme, çözümleme, eleştirme ve bu kavramların anlamlarını yeniden belirleme, çeşitli ahlâkları, ahlâk tiplerini gösterme, bunların özelliklerini, benzerlik ve farklılıklarını ortaya koyma girişimidir. Bu yönüyle ahlâk felsefesine meta-etik adını verenler de vardır.

Ne var ki, daha çok yüzyılımız Anglosakşon felsefesinde karşılaştığımız bu "meta-etik" terimi, çeşitli ahlâkların nötr, tarafsız ve nesnel bir bakışla ele alınabileceği, onların birer olgu hâlinde incelenebileceği varsayımına, pozitivizmin bu temel sayıltısına itibar edenlerin kullandıkları bir terimdir. Oysa böyle bir "meta-etik"in imkânsızlığını savunanlar, ahlâklar çokluğunun farkındâ olunsun veya olunmasın, yine ancak herhangi bir ahlâk içerisinden görülebileceğini ileri sürenler (özellikle relativistler ve tarihselciler) vardır. Bu nedenle bir "ahlâk felsefesi (etik)," hem çeşitli ahlâkları inceleyen hem normatif olması dolayısıyla kendisi bir ahlâk olan veya bir ahlak öneren, bu demektir ki aynı anda iki zemin üzerinde hareket eden bir disiplindir.

2.2. Hukuk Felsefesi: En yaygın biçimsel tanımıyla hukuk felsefesi, insan ilişkilerini karşılıklı haklar ve yükümlülükler açısından ele alan felsefe disiplinidir. "Hak" ve "adalet" kavramlarını çözümleyen, çeşitli hukuk şistemlerinin irdelemesini, çözümlemesini ve eleştirisini yapan, hukukun özü- nü, otoritesini, toplumdaki rol ve işlevini görüp göstermeye çalışan tutumuyla olgusal olduğuna inanılan bir zeminde hareket eden "hukuk felsefesi", aynı zamanda tüm tekil hukukların, hukuk düzenlerinin üzerinde "evrensel hukuk normları" arayan tutumuyla normatif kalır. Öyle ki, "hukuk felsefesi" ile "hukuk" (tekil hukuklar, hukuk sistemleri) arasında, tıpkı "âhlâk felsefesi (etik)" ile "ahlâk" arasındaki ayrımda olduğu gibi, giderilemez türden bir bulanıklık vardır. Bu bulanıklık, daha "hukuk felsefesinin başlıca sorunlarında hemen kendisini gösterir:

1. Hukuk nedir?,

2. Hukukla ahlâk arasında nasıl bir ilişki vardır?,

3. Toplumsal ve ekonomik koşullar hukuku nasıl etkiler? . Yasalara "iyi" ve "kötü" diye değer biçme imkânı veren değişmez ilkeler ve normlar (doğal hukuk) var mıdır?

İlk üç soru, hukuk felsefesinin olgucu, irdeleyici, çözümleyici tutumunun anlaşılmasına elverirler. Fakat özellikle dördüncü ve son soru, hukuk felsefesinde, incelenen hukuklar çokluğunda zaten içerilmiş olan normatifliğin üzerine en üst düzeyde normlar, "doğal hukuk normları" veya “evrensel hukuk normları" denilen normlar koymak isteyen bir yön, yani sonuçta kendisini de en üst derecede normatif kılan bir yön olduğunu görmemizi sağlar. Böylece hukuk felsefesi, tıpkı ahlâk felsefesi (etik) gibi, iki zemin üzerinde hareket eder.

Bu demektir ki, hukuk felsefesi;

(ı) pratikte bir hukuklar çokluğu hâlinde karşımıza çıkan hukuk fenomenini ve özellikle mevcut ve yürürlükteki hukuk kurallarını yani pozitif hukuk kurallarını tanımlayıcı, irdeleyici, çözümleyici bir tutumla ele alırken;

(ıı) öbür yandan bu pozitif hukuk kurallarının en üst ve değişmez olduklarına inanılan veya zaten öyle oldukları düşünülen ilkeler, evrensel hukuk ilkeleri denilen il- keler bakımından bir değerlendirmesini yapar ve tekil hukukların sınanmasını ve denetlenmesini sağlayacak evrensel ölçütler bulmaya, tüm insanlar için ortak bir ü'~t-hukuk geliştirmeye çalışır Özellikle bu ikinci ve en üst derecede normatif yönüyle hukuk felsefesi, evrensel olduğuna inanılan temel kural ve normlara dayalı olarak "eşitlik", "özgürlük" ve özellikle "adalet", "hak" , kavramlarını tanımlamaya çalışır. Bu nedenle normatif hukuk felsefesi, çoğunlukla doğal hukuk öğretilerinin alanı olarak da karşımıza çıkar.

Bu betimlemeler, normatif yönüyle hukuk felsefesini herhangi bir hukuktan ayırma güçlüğünü yeniden karşımıza çıkarıyor. Nasıl ki ahlâk felsefesi (özellikle Anglosaksonların "meta-etik"i), salt betimleyici ve çözümleyici kalamıyor ve açık veya örtük, normatif olmak gereğini duyuyorsa; hukuk felsefesi de, salt betimleyici ve çözümleyici kalamamakta, kendisi norm arayan ve üreten bir tutumla çalışmak gereği duymaktadır.

3. Ahlâk Hukuku, Ahlâk Felsefesi (Etik) Hııkuk Felsefesini Önceler

3.1. Hukuktan Önce Ahlâk vardı: İnsan toplulukları, toplumlaşma aşamasına geçtiklerinden bu yana, her dönemde herhangi bir ahlâka sahip olmuşlardır. Buna karşılık devlet ve hukuk, ahlâka göre geç ortaya çıkmış fenomenlerdir. Devletsiz ve hukuksuz toplumlar olmuştur; fakat~ahlâksız (bir ahlâka sahip olmayan) toplum olmamıştır. Tarihsel olarak, ahlâk hukuku önceler. Ahlâk felsefesi (etik) de, felsefe tarihinden bildiğimiz üzere, tarihsel ~ olarak hukuk felsefesini öncelemiştir. Bu tarihsel öncelik yanında, bir mantıksal öncelikten de söz etmek gerekir. Hukuk felsefesi, hemen her zaman, en temel öncüllerini ahlâk felsefesinden almıştır, almak zorundadır. Bir hukuk normu, her durumda ve öncelikle bir ahlâksallık taşır. Örneğin Kant'a göre herhangi bir hukuk en nihayet, ifade edilmiş olsun olmasın, postüla niteliğindeki, ahlâksal öncüllere dayanır. Ve üstelik Kant, bilindiği üzere, sadece "hukuk"tan değil, "hukuk etiği”nden söz etmenin doğru olacağını belirtir (I. Kant, Hukuk Öğretisinin Metafızik İlkeleri, 1797, b.24; a.26). Felsefe tarihi içindeki yeri bakımından da hukuk felsefesi; geçmişleri binyılları bulan felsefe disiplinleri yanında, ancak geçen yüzyıldan bu yana adından söz edilen, çok yeni bir disiplindir. Gerçi hukuk fenomeni ve hukuk sorunları, hiç.şüphesiz felsefe tarihinin erken dönemlerinden beri felsefe içerisinde ele alınmışlardı; fakat buradan hareketle "hukuk felsefesi" adıyla bir felsefe disiplininin oluşumuna ancak Yeniçağ felsefesinde ve özellikte 19..yüzyılda tanık oluyoruz. Ve bir genç disiplin içerisinde zaman zaman, gençliğe özgü bir ataklığın belirtisi olarak, hukuku etiğin üstüne koyma veya onu hiç olmazsâ etikten bağımsız kılma çabalarına bile rastlanmıştır. Oysa yine Kant'a bakacak olursak, bu gibi çabalar bile, açık veya örtük, bilinçli veya bilinçsiz, etik postülalara dayanmaktan başka bir şey yapamamışlardır (I. Kant; yukarıda anılan eser; b.32).

3.2. Hukuk Felsefesinin Diğer- Disiplinler!e Bağı: Hukuk fenomenini ve normatif hukuk sistemlerini ele alan yönüyle hukuk felsefesi ahlâk felsefesinden bağımsız olamayacağı gibi, ekonomi öğretilerinden, devlet ve siyaset felsefelerinden de bağımsız olamaz. Çünkü hukuk, her dönemde, ekonomi, devlet ve siyasetle iç içe ortaya çıkan bir fenomendir. Hukuk felsefesi ekonomi öğretilerinin, devlet ve siyaset felsefelerinin katkı ve sonuçlarından yararlandığı ve yararlanmak zorunda olduğu için, örneğin mantık ve ontoloji gibi asal ve bağımsız bir felsefe disiplini değildir, olamaz. Çünkü "hukuksal" olan, aynı zamanda "ahlâksal" ve "siyasal"dır da. Buna bağlı olarak, hiçbir hukuk düzeni, ekonomik ve siyasal düzenden bağımsız bir varlık kazanamaz. Hukuk normları aynı zamanda ekonomik, ahlâksal ve siyasal normlardır ve bir yaşam görüşü ve ideolojiden bağımsız olarak ortaya konulamazlar.

B- HUKUKA ÜRÜN OLARAK BAKMAK

Şimdi, yukarıdaki son belirlemeleri pekiştirecek ve iddiaları destekleyecek tarihsel örnekler üzerinde durmak gerekecektir. Bunun için önce hukuk, ekonomi, ahlâk, devlet ve siyasette oı~tak kavramlar olarak geçen dört temel kavramın, "eşitlik", "özgürlük", "adalet" ve "hak" kavramlarının, eksik ve yetersiz de. olsa kısa tanımlarını vermek, daha sonra bunların ve özellikle bunların içerisinde "eşitlik" ve "özgürlükğün tarihsel düzlemde ne ifade ettiklerine değinmek gerekecektir. Çünkü "hak" ve "adalet" kavramları, ancak "eşitlik" ve "özgürlük" kavramlarıyla ilinti içerisinde tanımlanabilirler.

I. Ekonomi, Ahlak, Devlet ve Siyaset Öğretilerini Buluşturan Kavramlar:

l.l. Eşitlik: Çok formel ve yaygın bir tanımına göre, eşitlik, ahlâksal ve genellikle toplumsal bir ideal olarak, insanların birbirleriyle, aynı insan doğasına sahip olmak bakımından, aynı konum ve değerde olmaları hâlidir. İlke olarak eşitlik, insanların birbirleriyle eşdeğerde olduklarını, bundan dolayı insanlar arasında ayrım gözetilmemesi gerektiğini dile getirir. Ne var ki, bu eşitlik tanımı genel ve formel bir tanımdır. Buna karşılık özellikle ilke olarak eşitlık, tarih içerisinde değişik dönemlerde değişik anlam içerikleriyle karşımıza çıkar. Örneğin ilkçağın eşitlik tanımına göre, insanlar beden yönünden olmasa da, akıl (logos) yönünden eşittirler. Akıl, herkese eşit olarak 'dağıtılmıştır ve aklın yolu birdir. Bu demektir ki, hayvan olarak değil, fakat akıl sahibi varlık yani insan olarak, aklın herkese dağıtılmış olmasından (distıibutio rationis) dolayı, eşitiz. Ortaçağ bu eşitlik tanımını değiştirir. Ortaçağa göre hayvan olarak da, insan olarak da eşit değilizdir. Fakat Tanrı; insanları tinsel yön- den eşit görür. İnsanlar dünyevî yönden değil, fakat Tanrı'nın nezdinde eşittirler; Tanrı Mahkemesi (Eskaton) önünde, herkes aynı konum ve değerdedir. Yeniçağla birlikte yeni ve kapsamlı bir eşitlik tanımı ile karşılaşınz. Yeniçağda eşitliğin dört anlamı üzerinde durulur:

(ı) ahlâksal (ve belirleyici) anlam: insan (Tanrı için bile) araç değil, amaç olmalıdır; o yalnızca insan ohnası dolayısıyla değerlidir ve bu değer tüm insanlar için aynıdır;



(ıı) siyasal anlam: insanlar yöneticilerini eşit oy ilkesine göre seçerler;

(ııi) hukuksal anlam: insanlar yasalar önünde eşittirler yani aynı değerdedirler

(ıv) ekonomik anlam: insanlar maddî refahtan kendi yetenek ve ihtiyaçlarıyla orantılı olarak pay alırlar; varolan yoksulluğu en aza indirmek, ekonomik eşitlik ilkesi gereğidir.

I.2.Özgürlük: Bilindiği üzere bu kavram; özellikle Yeniçağın başlarından günümüze, "eşitlik" ile birlikte düşünülen ve dile getirilen bir kavramdır ye onun da ahlâksal, siyasal, hukuksal ve ekonomik anlamları vardır.

(ı). ahlâksal anlam: özgürlük, kişinin kendi kendisini belirlemesi, denetlemesi, yönlendirmesi ve düzenlemesi hâlidir. Buna göre ahlâksal yönden özgür olan insan, kendisini diş baskı, etki ya da zorlamklardan bağımsız olarak, kendi ideallerine, motiflerine ve isteklerine göre yönlendirilebilen insandır. Kişinin başkalarının buyruk ve isteklerine göre değil de, kendi isteklerine göre davranabilmesi, onun özgür olduğunu gösterir. Özgürlük, insanın kendi tercihlerine, akla dayalı kararlarına, iradesinin buyruklarına göre eyleyebilmesidir. Özgür insan varolan alternatif eylem tarzları arasında bir seçim yapabilme ve yaptığı seçimin gereğini yerine getirebilme gücüne sahip olan insandır. Kant a göre özgür insan, dış koşulların, psikolojik ve biyolojik yapısının belirlediği koşulları aşabilen, kendi ideallerine, isteklerine ve hedeflerine uygun davranabilen insandır. Aynı insan,. kararını özgürce. verdiği duygusunâ,. özgürlük duygusuna sahiptir.

(ıı) siyasal anlam: kişinin yaşama ve mülkiyet haklarının, devlet karşısında önemi ve önceliği vardır (liberalizm); kişi, bireylerin ortalaşa sahip olduğu ekonomik refah, sosyal haklar ve güvencelerin varlığı ve bunların daha da actması oranında özgürdür (sosyalizm);

(ııı) hukuksal anlam: birey, devletin bireylerin birbirleri ve devlet karşısındaki haklarını yasalarla güvence. altına aldığı ortamda hukuksal özgürlüğe sahiptir (liberal hukuk devleti); bireylerin kişisel hakları, onların ortaklaşa sahip oldukları haklar- dan, toplumsal barışı tehdit edecek, toplumun ortak çıkarlarını bazı bireylerin çıkarları lehine daraltacak şekilde fazla olamaz (sosyal hukuk devleti);

(ıv) ekonomik anlam: bireyin ekonomik özgürlüğü, onun özgür girişimciliğiyle eşdeğerdir; ihtiyaçların en iyi şekilde karşılanacağı mekanizma, pazar , ekonomisidir (liberal ekonomi); bireyin özgür girişimciliği, toplumun ortak refahı ve gelir dağılımında denge ve eşitliğin sağlanması amacıyla sınırlandırılabilir, devlet bu denge ve eşitliği sağlamak amacıyla kendisi ekonomide faal rol üstlenebilir (karma ekonomi, sosyal planlama).

Görüldüğü üzere, Yeniçağdan bu yana özgürlüğün tanımında iki ana ideolojinin, liberalizm ve sosyalizmin etkili olduğu açıktır.

1.3. Adalet: Yukarıdaki tanımlarından da anlaşılacağı üzere, "eşitlik".ve "özgürlük" birer idealdirler; normatif yoldan tanımlanmışlardır. Bunların yaşama geçirilmeleri, uygulamaya konulmaları gerekir. İşte; adalet, bir toplum da başta eşitlik ve özgürlük olmak üzere, değerlerin, ilkelerin, ideallerin, erdemlerin cisimleşmiş; somutlaşmış, hayata geçirilmiş olması hâlidir. Adalet, herkesin, hak ettiği ödül veya cezayla karşılanması gerekliliğidir. Adalet, en yüce, nesnel ve mutlak olduğuna inanılan bir değerin anlatımı olarak, insanın eylemlerini ahlâksal açıdan değerlendirmede de en yüksek ölçüttür. Adalete, eşitliğin somut olarak gerçekleşmiş hâli olarak bakanlar da vardır. Ve bu görüşte .olanlar, ahlâk: ile hukuk arasındaki en doğru bağın da burada kurulabileceğini düşünürler. Buna göre hukuk, her şeyden önce bir ahlâksal ideal olan eşitliğin toplumsal yaşama geçirilmesinde dayanılması gereken normlar bütünüdür. Adaletin de dört anlamı vardır:

(ı) ahlâksal anlam: adalet, ahlâksal planda, doğruluk, dürüstlük, tarafsızlık, uygun ve doğru muamele biçimlerinde karşımıza çıkar;

(ıı) siyasal anlam: karşıt görüş ve çıkarları olan insanlar arasında hakka en uygun bir denge oluşturulmuş olması hâlidir.

(ııı) hukuksal anlam: Bir kimsenin haklarıyla başkalarının (toplumun, halkın ve nihâyet devletin) hakları arasında bir uyum bulunması hâlidir (hukuksal adalet);

(ıv) ekonomik anlam: maddî refahın,herkese ihtiyacına, değerine göre ve hak ettiği oranda dağıtılması hâlidir .(sosyal adalet).

1.4. Halk: Bireye, varolan yasalarla, evrensel beyannameler (İnsan Hakları Beyannamesi) veya en azından sözlü bir gelenekle tanınan belli şekillerde hareket etme özgürlüğü, yetkisi ya da imkânına "hak" denebilir. Hak, insana Tanrı adına hareket ettiğine inanan ve toplumu buna inandıran kral ya da yasa, toplumsal bilinç veya gelenek gibi bir otorite kaynağı tarafından verilen, desteklenen, kutsanan yetki, özgürlük veya ayrıcalıktır: Böylece o, bireylere toplumsal ilişkiler ve ahlâk bakımından tanınan davranış özgürlüğü- nü bizatihi içerir. Dolayısıyla "hak" diye bir şeyden, ancak toplumsallık ve ahlâksallık ortamında söz edilebilir. Hakkın da dört anlamı vardır:

(ı) ahlâksal anlam: belli eylem ve faaliyetleri (başkalarına zarar vermeden) gerçekleştirme hakkı;

(ıı) siyasal anlam: vatandaşlık, siyasal parti kurma, seçme, seçilme, partilere girme, siyasal iktidarı eleştirme, sansüre veya kovuşturmaya uğ- ramama hakları;

(ııı) hukuksal anlam: hukuk sistemini ithamlara karşı savunma; başkalarını suçlama, başkaları karşısında korunma, yasaları değiştirme, yasalar önünde eşit muamele görem hakları;

(ıv) ekonomik anlam: iş ve meslek sahibi olma; işsiz kalmama, mülk edinme, ticaret yapma hakları ("insan hakları" başlığı altında toplanan; yaşama, özgürlük, eşitlik, mutlu olma, çalışma, eğitim alma, sağlıklı yaşama, meslek sahibi olma, uygun bir yaşam standardına ulaşma, sansüre ve kovuşturmaya uğramama, mahremiyeti muhafaza, özel yaşamın korunması, konut dokunulmazlığı, haberleşme özgürlüğü, yerleşme ve seyahat özgürlüğü, diıi ve vicdan özgürlüğü, bilimsel, felsefî ve sanatsal faaliyette bulunmâ özgürlüğü vd. haklar; bu dört hak türünü de içerirler).

2. Devletin ve Hukukun Tarihsel Gelişimlerine İlşkin Birkaç Not:



2.1. Devlet ve Hukukun Kaynağı: Toplumlaşmayla birlikte, tarımsal "artı ürün" veya "ekonomik artık"ın paylaşımı ve topluluğun kendisini koruma ve yönetme gereği, askerlik, rahiplik, zenaatkârlik, tüccarlık, yöneticilik vd. mesleklerin ortaya çıkmasını ve böylece yöneten-yönetilen ayrımını yaratmıştır. Bu süreç aynı zamanda ahlâkın, örf ve âdetlerin de ortaya çıkış ve yayılış sürecidir. Fakat bunlar, birlikte yaşamanın gereklerini sağlama ve güvenceye alma konularında yeterli değillerdir. Birlikte yaşama kurallarını belirlemek ve bu kuralları uygulayacak bir yaptırımcı güç tesis etmek gerekiyordu. Devlet ve hukuk böyle ortaya çıktılar. Şunu da görüyoruz ki, diğer işleyişleri,yanında devletin sürekli kalan bir işlevi, hukuk üretmek olmuştur. Bu devlet, ister.bir küçük site, ister bir imparatorluk olsun, kendi varoluşunu, büyük ölçüde; hukuk üreten ve ürettiği hukuku uygulamaya sokan kurum olmasında bulmuştur. Hukuk üretilirkeıi ahlâk (özellikle dinsel ahlâk), örf ve âdet- ler yanında ekonomik üstünlüğü elinde bulunduranların çıkarları da bu üretim-işinde yönlendirici olmuştur. Bu demektir ki, bir yaşam görüşü, bir inanç veya ideolojiden bağımsız; nötr bir hukuk üretimine tarih tanık olmamıştır. Zaten yazılı hukukun, kodifikasyonun bilinen ilk örneği olan Hammurabi kodeksi;. bu belirtilenleri yeterince doğrulamaktadır. . Çağlara göre devlet ve hukukun gelişimlerine bakıldığında, eksik ve kaba değinmeler düzeyinde kalsa.bile, şunların altı çizilebilir:

2.2. Ilkçağ: İlk site devletlerinde hukuk dinsel ahlâk hâlinde karşımıza çıkıyor. Ne var ki, hukuk bu devletlerde genellikle din kaynaklı bir görünüme sahip olmakla birlikte, burada dinsel ahlâk yerleşmiş çıkarların yasalarca korunmasının kılıfı olma işlevini de yüklenmiş görünmektedir. Üretimde en üst düzeye ulaşmış olmak, soşyal adaleti sağlamaya yetmemiştir ve gelir paylaşımı hep siyasete egemen olânların iradesine bağlı kalmıştır. Din, gelir paylaşımındaki adaletsizliğin örtülmesinde de sık sık kullanılmıştır. Romalı Patriçiler pek de dindar kimseler değillerdi. Fakat yoksul Pleplerin dindar olmaları ve dindar kalmalarını sağlamak için sürekli gayret sarfetmişlerdir. Ayrıca a nı Patriçiler, Milâttan sonraki ilk yüzyıllarda, kendi çıkarlarına dokunmayan her dine hoşgörülü davranmışlar, Hıristiyanlığı da din olduğu için değil, ihtilâlci bir halk hareketine dönüşme potansiyeli taşıdığı için ezmeye çalışmışlardır. Fakat Patriçi-Plep kavgasının en önemli sonucu, Roma'da tarihin gördüğü en önemli hukuklardan birinin üretilmesine yol açması olmuştur. Hukuk, yani Roma Hukuku, dinsel/ahlâksal referanslı olmaktan çıkmış; çıkar sahipleri olarak iki grubun, Patriçi ve Pleplerin pazarlıkları sonucu oluşan laik bir nitelik kazanmıştır. Ve yurttaş olarak insanla devlet arasındaki ilişkiler, ilk kez Roma'da yazılı olarak ve net bir biçimde düzenlenmiştir. Roma cumhuriyetten imparatorluğa, yâni çok etnisiteli bir yönetim şekline geçince; ister istemez çok hukuklu bir düzeni benimsemiştir. Fakat Roma hukuku, bir çeşit üst-hukuk olarak, imparatorluğun en ücra köşesinde bile geçerliliğini korumuştur.

Batı Roma'nın yıkılışı ve ortaya çıkan boşluğu Kilise'nin doldurmaya girişmesi sonucu, hukuk üretme bir süre devletlerden Kilise'ye geçmiş oldu. Doğu Roma'da, Bizans'ta ise, Justinianus, Hıristiyan ve Stoa ahlâklarından izler taşıyan Corpus Juris'i (Justinianus Kodu) gerçekleştirdi. Çok daha sonraları Osmanlılar da, kendi hukuklarını üretirlerken, İslâm'dan olduğu kadar , artık yaklaşık bin yıllık bir geleneği olan Justinianus Kodu'ndan da yararlanmayı ihmal etmediler. Fatih Sultan Mehmet ve Kânunî Sultan Süleyman'ın ünlü, kânunnâmeleri, tıpkı Roma'da olduğu gibi,. çok hukukluluğun üstünde bir çeşit üst-hukuk işlevi gördüler.

Batı Ortaçağında Kilise-devlet çatışması, hukuk üretiminde kimin söz sahibi olacağı konusundaki çatışmayı da içerir. Dünyevî (secular) hukuku temsil eden kral veya imparator ile dinsel (reügional) hukuku sâvunan papalar arasındaki çekişme,.bin yıldan uzun bir süre hukuk üretiminde belirleyici olmuştur. Bu aynı zamanda dinsel ahlâk ve laik ahlâk savunucuları arasındaki çekişmeyi içerir.

2.3. Yeniçağ: Burjuvazinin 15. yüzyıldan itibaren eskiye orânlâ çok.hızlı bir gelişme ve güçlenme gösterdiği bilinir. Güçlenen bu yeni sınıfa artık mahallî pazarlar yetmiyordu. Daha büyük pazarlar ancak bir kralın yönetimindeki bir birlikle yani "ulus" adı verilen bir birlikle mümkündü. Ulus, pazarın genişliği ve güvenliği bakımından şarttı ve bu, beraberinde, bir ortak kültüre; "ulusal kültür"e geçişi de gerekli kılıyordu. Devlet, artık ulusun hukuksal ifadesi ve somutlaşmasıydı ve ulus için hukuk üreten ve bunu güvenceye alan kurumdu; öyle olması gerekiyordu. Bununla birlikte, devletin hukuk üretmesinde burjuvazinin etkin gücünün belirleyici olduğu da kendiliğinden anlaşılır. Ulus-devlet bir burjuva tasarımı olmayı bugün de sürdürüyor. Sanayileşme ve emperyalizm, Avrupa'nın kendi kurallarını bütün dünyaya kabul ettirmesi ihtiyacını da bu arada doğuruyor. Bu da artık dinsel kâynaklı olamayacak ve her türlü tekil hukuk düzenleri için bir üstbelirleyici olacak lan yeni bir doğal hukuk anlayışının üretimine yol açmıştır. "Evrensel insan hakları" konseptinin tarihsel arka planında yatan motifler bunlardır. "Evrensel insan hakları" konseptini bu Batı-merkezci sosyo-ekonomik ve siyasal motivasyon bağlamından bağımsız olarak ele almak, ya safdillik ya da cehalet göstergesidir. 18. yüzyılda daha da güçlenmiş olan burjuvazi, iktidarı artık kralın da elinden âlmak istemiştir. Aydınlanma felsefesi ve liberalizm akımı; hukuk üretme îşini yine devlete bırakmakla birlikte, artık devlet anlayışında bir değişiklik meydana gelmiş bulunuyordu. Devlete, devlet olmanın en önemli işlevi olarak, artık, insanların özgürlüklerini ve doğuştan olduğu ileri sürülen haklarını göz önünde tutmak ve korumak zorunda olan bir "hukuk devleti" olma işlevi, bir bekçi devlet olma görevi yüklenmiştir (4 Temmuz 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 1787 Amerikan Anayasası): Yani hukuk, bireyi devlete karşı taraf kabul etmektedir ki, bu, ifadesini sivil toplum-devlet ayrımında bulmuştur. Artık devlet, hukuku yapan, fakat yaptığı hukukla kendisini de sınırlandıran devlet olmalıydı. 1789 Fransız Devrimi'nin etkilerinin günümüze kadar,geldiğini biliyoruz. Bu devrimin hukuk- devlet ilişkisi açısından en önemli sonucu şu olmuştur: Hak ve özgürlükler devlet tarafından verilmez, tanınır { hukuk devleti). Ne var ki, devlet, gücü kendinde olan, toplum üstü bir varlık değildir. Devletin arkasında da daima bir egemen güç veya bir egemen güçler koalisyonu, bir siyasal otorite bulu- nur. Dolayısıyla kâğıt üzerinde tanınan hak ve özgürlüklerin en ölçüde yaşâma geçirilmiş olduğu, eğemen güçlere karşı verilen hak ve özgürlük mücadelelerinin başarı oranına bağlıdır. Bu nedenle, "hukuk"tan söz edildiği her durumda, önce "devlet"e bakmak gerekir.

3. Hukuktan Önce Hukuku Yapan Devlete Bakmak: Her zamân egemen güçlerin güdümünde olmuş olan devletin "Şunları yapmayacağım, kendimi şunlarla sınırlandıracağım, hukuk devleti olacağım" demesi hiç de yeterli olmamıştır. Yasalar önünde eşitlik, yoksula anlamlı gelmemiştir. Mesken dokunulmazlığı ve mülkiyet hakkı, evsiz barksız, mülksüz insanlar için hiçbir önem taşımamıştır. Sanayileşme ve kapitalistleşmeyle birlikte üretimde en üst düzeye ulaşmak, üretmek ve durmadan üretmek, sosyal adaleti sağlama- ya yetmemiştir. Kısacası hukuk devleti, yoksulluk ve sosyo-ekonomik eşit- sizliklerin giderilmesinde etkili olamamıştır ve olamazdı da: 1830 ve 1848 ihtilâlleri bunun böyle olduğunu açıkça göstermiştir. Bunların etkisiyle "sos- yal devlet" fikri doğmuştur. "Sosyal devlet", liberalizmin "hukuk devleti"nin farkında olmadığı, tanımadığı haklardan; eğitim alma, çalışma, sağlıklı yaşa- ma, iş ve meslek sahibi olma, uygun bir yaşam standardına ulaşma vd. haklardan söz eder. Yoksulluk ve~işsizlik bireyin kendi sorunu değildir, bunlar kişisel sorunlar sayılamazlar, bunlardan devlet sorumludur.

C- GÜNÜZMÜZDE AHLAK_HUKUK ELEŞTİRİSİ: Bir Liberalizm Eleştirisi.Tekrarlamalıyım: Ekonomik çıkarlardan, ahlâksal inançlardan, siyasal tercih ve güç dengelerinden bağımsız ve hele bunları önceleyen bir hukuk düzeni yoktur, olmamıştır. Son iki yüzyıllık Batı,tarihi, daha önceki yüzyıllara, hatta binyıllara oranla, bir fenomenin çok daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Bugün de "hukuk devleti" ve "sosyal devlet" kavramlarını tartışmaya devam etmemizin tarihsel arka planında, Batı'ya özgü liberal ekonomi, liberal ahlâk ve liberal siyasetin ve bunlar doğrultusunda üretilmiş olan "liberal hukuk devleti" konseptinin yetersizliği yatmaktadır. Bu nedenle, bildirinin sonuç bölümü niteliğindeki bu bölümde, liberalizmin birkaç yönünü vurgulamak ve ahlâk felsefesi (etik) ve hukuk felsefesi arasındaki ilişkiyi bu çerçevede değerlendirmek istiyorum.

l. Liberalizmin İki Yüzü: Özellikle son yıllardaki yazılarımda liberalizmle ilgili olarak altını sürekli çizmeye gayret ettiğim birkaç hususu burada da belirtmem gerekiyor. Liberalizmin iki yüzü vardır ve bu iki yüz birbiriyle bağdaşmaz. Bu yüzlerden birisi "siyasal liberalizm" teriminde ifadesini bulurken, diğeri "ekonomik liberalizm" olarak anılır. Siyasal liberalizmle birlikte düşünülmesi gerektiği ileri sürülen "hukuksal liberalizm"in ise, insan hakları ve demokrasi temelinde "hukuksal eşitlik" fikrine dayandığı belirtilir. Siyasal liberalizm, her ne kadar hukuksal liberalizme dayanır görünse de, uygulamâda o, liberalizmin öbür yüzü olan ekonomik liberalizm zemininde yükselir. Ekonomik liberalizm, insanların beden ve yetenek yönünden eşit olmadıklarını, insanlar arasında zekâ ve beceri farklılıkları olduğunu, yetenekli ve beceriklilerin bu yetenek ve becerilerini özgürce sergilemeleri, serbestçe mülk ve kapital sahibi olup yatırım yapmaları gerektiğini, toplumların da esasen bunların "özgür girişimcilik"leri sayesinde gelişebildiklerini öğretir. Liberalizmin hukuksal planda kalan ve fakat reelleşemeyen, sözde eşitlikçi ve ekonomik planda kalan ve fakat reel olan eşitsizlikçi yüzleri arasındaki gerilim, aslında asla giderilemez, yumuşatılamaz türden bir gerilimdir: Ekonomide sınıfları, aşırı gelir dengesizliğini, bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıf karşısında üstünlüğünü, insanlar arasındaki eşitsizliğin doğal sonucu olarak gören natüralist tavırlı bu liberalizm, hukuk alanında "hukuksal liberalizm" doğrultusunda bir formel eşitliği gözetmeye (hiç olmazsa görünüşte) ne kadar gayret ederse etsin, kendisinin sebep olduğu ekonomik ve sosyal eşitsizliklerden kaynaklanan toplumsal sorunların ve huzursuzlukların üstesinden gelememiştir, gelemez. O böyle bir gayreti, ancak, bu sorun ve huzursuzlukların kendi egemenliğini tehdit etmesi karşısında ve sınırlı bir şekilde göstermiş, ekonomik ve sosyal iyileştirmelere bu tehdidin büyüklüğü oranında kerhen başvurmuştur. Tarih bize, bu tehdidin azalması oranında liberalizmin pervâsızlaştığını, hatta özellikle ekonomide (kapitalist ekonomi) vahşîleştiğini öğretiyor. Zaten tarihsel olarak bakıldığında, liberal demokratik hukuk devleti, üstüne ne kadar "evrensel insan hakları" türünden cilâlar çekilmiş olursa olsun, uygulamada, burjuvazinin ekonomik konumunu güçlendirmek, mülkiyeti güvence altına alıp onu süreklileştirmek gibi bir işlev yüklenmiştir. Bu nedenle hukuksal liberalizm, teoride eşitlik fikrine dayansa da, uygulamada ekonomik liberalizmin ürünü olan eşitsizlikçi kapitalist sosyo-ekonomik düzenin bir örtüsü, bir cilâsı olmaktan kurtulamaz: Çünkü hukuksal liberalizmin; ekonomik liberalizmin "özel mülkiyet" ve "özel girişimcilik" kavramları üzerinde inşa edilmiş ,eşitsizlikçi yapısını değiştirecek bir gücü yoktur. Dolayısıyla onun eşitlikçiliği, uygulamada, sadece yasalar önünde bir formel eşitlik sağlamaktan öteye geçemez ve o bile pek işlemez: Hukuksal eşitlik ekonomik ve sosyal eşitlikle tamamlanmadıği yani bir sosyal hukuk devleti amaç edinilmediği sürece; liberal hukuk devleti, kurucu kapitalist düzene hizmet etmeye devam eder. Ve bugüne kadar liberal hukuk devletinin bir sosyal hukuk devletine dönüşmemiş olduğu da belirtilmelidir.

Günümüzde evrenselci bir söylem içerisinde sunulan liberal hukuk devleti konsepti, kapitalizmin eşitsizlikçi ruhuna ve hegemonyasına hiç dokunulmadan, bunlara hiç değinilmeden, dünya çapında yaygınlaştırılmak isteniyor. "Globalleşme" sloganı altında; günümüzde, Batı kapitalizminin kendisini hukuksal ve tabii daha da önemlisi, ekonomik anlamda dünyaya tek seçenek olarak kabul ettirme girişimine tanık oluyoruz. Bu nedenle nötralite ve olgusallık izlenimi bırakan "globalleşme" teriminin, onun bir öznesinin bulunduğunu, bu öznenin Batı kapitalizmi olduğunu hatırlayarak, "globalleştirme" olarak anlamak ye kullanmak gerekir. Ben liberal demokratik hukuk devleti konseptinin böyle bir yayılmacılık için araçlaştırıldığını, onun, Batı kapitalizminin kendi varlığını idame ve dünyaya hükmetmek amacına hizmet eden bir işlev yüklendiğini düşünüyorum.

2. Hukuka Ahlâk, Ekonomi ve Siyasetin İzinden Bakmak: Hukuk, ekonomik çıkar, ahlâksal ve siyasal ilke ve tercihler doğrultusunda üretilen ve şekillenen bir şeydir. Günümüzde liberal hukuk bunun en açık kanıtıdır. Çıkar ve tercihler her dönemde çeşitli ve hatta karşıt şekillerde görünürler. Dolayısıyla hukuk üretiminde de her dönemde farklı çıkar ve anlayışlar belirleyicidir. Hukukun, tarih boyuncâ,, bir temel norm veya temel normlar dizisine dayandırılmak istendiği açıktır. Ne var ki, bu temel norm veya temel normlar dizisi, devlete yön veren güçlerin aslî eğilimlerinin ve tercihlerinin belirlediği de açıktır. Bu aslî eğilim ve tercihler toplamına "ideoloji" denmesinde bir sakınca yoktur. Bu aslî eğilim ve tercihlerin, özellikle 18. yüzyıldan bu yanâ Batı'da "evrensellik" kisvesi altında ifade ediliyor olması, onların belli güçlerin, yani toplumların ve uluslarârası toplumun egemenlerinin tikel kalan kendi tercih ve eğilimleri olduklarını ve bu yüzden evrenselleşememiş hâlde kaldıklarını, bu tarihsel realiteyi değiştiremez. Bir, ahlâkca, ekonomide; siyasette olduğu gibi, hukukta da bir evrenselliğin olmadığı, başka ve özellikle rakip eğilim ve tercihler olduğu sürece de evrensel olamayacağı anlamına gelir. "Evrensel" adı altında sunulmuş ve yürürlüğe konulmaya çalışılmış olan tüm ahlâklar, hukuklar, ekonomik düzenler ve siyaset anlayışları, tarihselliğe, bu demektir ki geçiçiliğe ve tekilliğe yazgılıdırlar. Onlardan herhangi birinin bugün egemen ve yaygın pozisyonda olması, evrensel olduğu ve evrensel kalacağı anlamına asla gelmez. Liberal "hukuk devleti" için de bu böyledir. Günümüzün en önemli sosyal sorunları, bana göre, özgürlüğü eşitliğin önüne koyan özgürlükçü (liberalist) ahlâk ve liberal hukuk devleti konsepti karşısında eşitliği özgürlüğün önüne koyan eşitlikçi ahlâk ve "sosyal hukuk devleti" konseptinin zayıflamış veya zayıflatılmış olmasıyla bağıntılıdır. ,Bildirimde, ahlâkın hukuku öncelediğini, "hukuk"tan söz edildiğinde aynı zamanda ekonomi ve siyasetten de söz etmenin kaçınılmazlığını, hangi hukuku benimseyeceğimizi ahlâksal, ekonomik ve siyasal tercih ve eğilimlerimizin belirlediğini göstermeye gayret ettim. Ben liberalizmin eşitsizlikçi ekonomi ve siyaset anlayışının, globalleştirme dayatmasının, dünyada ve bizde giderek artan olumsuzluklara yol açacağını gözlüyor ve bu görünümüyle liberalizme dünyada ve bizde karşı çıkılmasının önce ahlâksal, daha sonra ekonomik, hukuksal ve siyasal bir gereklilik olduğunu düşünüyorum.

Ahlâk felsefesi (etik) ile hukuk felsefesinin temel kavram ve sorunlarının,. herhangi bir ahlâk ve herhangi bir hukuk anlayışından bağımsız olarak tanımlanıp irdelenmesinin ve tartışılmasının mümkün olmadığı, özellikle son 250 yıldır bu kavram ve sorunların liberal ve liberal olmayan anlayışlar ve tabii ki ideolojiler çerçevesinde tartışılmakta olduğu açıkça görülmelidir. Liberalizmin bu konu ve sorunları (üstelik küçümseyici bir tavırla) ideolojiler üstü bir zeminde tartışmak gerektiği hususundaki iddiasını da, liberalizm savunucularının bir ideolojik taktiği olarak değerlendirmek gerektiğini, hatta bunun bir tuzak olduğunu ve bizim ülkemiz gibi ülkelerin düşünen insanlarının bu tuzaktan sakınmak zorunda olduklarını vurgulamak istiyorum.
yuko_can çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
Old 01-02-2007, 12:11 PM   #9
yuko_can
Müstakbel Üye
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Yaş: 35
Mesajlar: 157
Teşekkür Etme: 0
Thanked 46 Times in 23 Posts
Üye No: 25918
İtibar Gücü: 1395
Rep Puanı : 2310
Rep Derecesi : yuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond reputeyuko_can has a reputation beyond repute
Cinsiyet : Erkek
Varsayılan

Zihin FeLsefesi

En genel anlamda, zihnin özünü, doğasını, varoluşunu, kapsamını ve içeriğini araştıran; zihnin dünyayla ilişkisinin nasıl kurulduğunu, zihnin kendi dışındaki nesnelerle ilişkiye nasıl geçtiğini temellendiren;



-"anımsama", "anlama", "acı çekme" gibi zihinle bir biçimde ilişkisi olan birtakım yaşantıları ya da zihin durumlarını inceleyen;



-zihin durumlarının ya da bilinç yaşantılarının birbirleriyle olan ilişkilerini olduğu denli, zihinler arasındaki ilişkileri ya da zihnin başka zihinler ile olan ilişkisini de çözümleyen;



-zihin ile beden arasındaki ilişkiyi kimileyin zihin-beden ayrımını olurlayarak, kimileyin de zihin-beden ayrımını olumsuzlayarak temellendiren;



-kişinin kendi zihnine ya da bir başkasının zihnine ilişkin bilgisinin sınırlarını ve koşullarını soruşturan;



-"iç dünya/dış dünya" ya da "zihin/zihindışı" gibi birtakım temel ayrımların dayanaklarım ve felsefı bakımdan geçerliliklerini sorgulayan;



-"amaçli eylem", "yönelmişlik", "özel deneyim" gibi doğrudan zihnin işleyişini belirlediği. düşünülen temel görüngülerin anlamlarını çözümleyen;



-zihin ile zihinsel etkinliğin insan varoluşundaki yerini bütün yönleriyle dizgeli bir biçimde ele alan felsefe dalı.



Zihin felsefesi deyişiyle dile getirilen araştırma alanı, genellikle İngilizce konuşulan ülkelerin çözümleyici felsefe geleneğinde belli bir sorun kümesine yoğunlaşmış araştırma alanını niteler. Buna karşı Alman felsefe geleneğinde aynı sorun kümesini ele alan araştırma alam için "Felsefece Ruhbilim" anlamına gelen Philosophische Psycologie deyişi kullanılmaktadır.. Kimileyin bu adlandırma farklılığı, İngilizce'deki "zihin" anlamına gelen mind sözcüğünü öteki Avrupa dillerinde tam karşılayan bir sözcüğün olmayışıyla açıklanmaktadır. Bununla birlikte alanın adlandırılmasında baş gösteren bu deyiş farklılığının çok daha derin içerimleri bulunduğu, her iki deyişin de kendi yaklaşımlarından ileri gelen birtakım özel sayıltılarca belirlenmiş olduğu üstünden atlanamayacak bir gerçektir.



Zihin felsefesi özerk bir felsefe alanı olarak, insan davranışları ile zihinsel olayları çoğunluk deneysel bilimlerin yöntemlerini kullanarak açıklamaya çalişan ruhbilimden özellikle ayrı tutulmalidır. Ruhbilim duyu organlarınca gözlemlenebildiği kadarıyla zihinsel olayları açıklamaya çalışırken, zihin felsefesi daha çok deneyde kendini açığa vurmayan konulan kavramsal çözümleme yoluyla temellendirme uğraşı içindedir.



Bu anlamda bir ruhbilimci algı sorunu bağlamında algı bozukluklarını, algı yanılmalarını, değişik algı türlerini anlamaya yönelik araştırma yaparken, zihin felsefecisi "Algı nedir?", "Algının kaynağı var mıdır, varsa nedir?", "Algı nasıl olanaklıdır?" gibi soruların ışığı altında algının özünü kavramayı amaçlayan felsefi çözümlemelerle araştırmasını yürütür. Bu nedenle zihin felsefecisi ruhbilimcinin yaptığı gibi gözle görülebilir durum ve olaylar üzerine "örnekolay çalışmaları" yapmakla yetinmez. Ruhbilimcinin baştan sorgulamak- sızın benimsediği bütün kavramlar da dahil eldeki bütün verileri tek tek eleştirel bir gözle felsefe süzgecinden geçirir.



Zihin felsefesinin tarihine kabaca bakıldığında, çok uzun bir süre boyunca filozofların zihin felsefesinin en temel sorularına zihin ile beden ayrımı doğrultusunda temellendirilmiş "ikici" bir soruşturma çerçevesi içinde kalarak yanıt aradıkları görülmektedir. "Zihinsel" olanın özce "fıziksel" olandan ayrı olduğunun evetlenmesi anlamına gelen bu ayrım, zihin bütün işleyişi ve içeriğiyle birlikte ancak zihin ile beden arasındaki nedensel ilişkilerin doyurucu bir biçimde çözümlenmesiyle kavranabileceği düşüncesi üstüne bina edilmiştir. Bu anlamda zihin ile beden arasında yapılan bu ayrımın mimarı Descartes 'ın zihin felsefesinin özerk bir dal olarak kurulmasında son derece önemli bir payı vardır. Zihin felsefesinin Descartes ile birlikte modem felsefe döneminde ortaya çıkan bir felsefe dali olması gerçeği göz önünde bulundurulacak olursa, zihin felsefesinin ana sorunlarının hemen tamamının daha önceleri metafizik, varlıkbilgisi, bilgikuramı gibi geleneksel felsefe dalları alanında soruşturuldukları söylenebilir.



Bunun yanında modern felsefeyle birlikte felsefenin sözdağarına geçmişte taşıdıklarının çok ötesinde bir önemle giren "ben", "zihin ile beden ikiliği", "bilinç" gibi bir- takım kavramlar üstüne yapılan tartışmalar zihin felsefesinin gelişiminde son derece etkili olmuşlardır.



Günümüzde "zihinsel" nitelemesiyle tanımlanan acı, kaygı, neşe gibi duygular, sevgi ile nefret gibi duygusal yaşantılar, duyu organlarımız yoluyla edindiğimiz bütün algılar, en soyutundan bütün düşünceler zihin felsefesinin temel araştırma konuları olarak görülmektedir. Descartes 'a göre, bu uzun listede yer alan bütün bu konuların "zihinsel" niteleciyle tanımlanabilmelerini olanaktı kılan ortak özellik, hepsinin de birinci tekil kişinin yaşantısına verili ya da sunulu olmalarıdır. Buna göre, bir düşünenden, bir duyandan, bir algılayandan bağımsız ne bir düşünce, ne bir duygu, ne de bir algı. olanaklıdır. Ne var ki Descartes 'a göre bu temel betimleme kişinin bilincinin dışındaki kendilikler bir ağaç, bir kaya ya da bir masa için geçerli değildir. Dış dünyada varolan varlıklar ile bu varlikların deneyime ya da yaşantıya sunulmuş biçimleri arasında özce temel bir ayrılık söz konusudur. Descartes 'ın bu yolla "içsel" ile "dışsal" arasında yaptığı ayrım, "zihinsel" adıyla anılan bir Felsefe kategorisinin doğmasına yol açtığı gibi zibin felsefesinia i1k temellerini de atmıştır.



Özünde Descartesçı temeller üstüne bina edilmiş bulunan zihin felsefesinin ana sorunlarından birini olusturan zihnin doğası, yine Descartesçı felsefe terimcesinin bir başka önemli terimi zihin-beden ikiliğine geri götürülebilir. Zihin-beden sorunu sorun olmaktalığını büyük ölçüde Descartes'ın iç ile dış arasında kurduğu metafızik ikiliğe borçludur. Zihin ile bedenin özünde birbirinden iki ayrı töz olduğunu ileri süren bu ikilikçi yaklaşım, aradan geçen üç yüz yılla birlikte kendisine pek bir yandaş bulamamış ve felsefı değerinden çok şey yitirmiştir. Nitekim Malebranche ile Berkeley tarafından savunulan "öznel idealizm" anlayışında maddenin varlığının toptan reddediliyor olması, ikiliğin bir yanını oluşturan bedenin de temellendirilemez olduğu anlamına geliyordu.



XX. yüzyılda ağırlıklarını iyiden iyiye duyumsatan "dilci", "görüngübilimsel", "post-yapısalcı" düşüncelerin etkisiyle pek çok kavramsal ayrım gibi zihin ile beden arasında yapılan geleneksel ayrım da geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Söz konusu ayrımın savunulur bir yanı olmaması bir yana, gerek kavrayışımızın işleyişini gerekse de yaşam akışımızı bozan son derece büyük yanlışlara olanak tanıdığının felsetecilerce olurlanması, zihin felsefesinin yerleşik soruşturma çerçevesinin hepten başkalaşması gibi çok önemli bir sonuç doğurmuştur.
yuko_can çevrimdışı   Alıntı ile Cevapla
CevaplaCevapla


Konuyu Görüntüleyen Aktif Kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 misafir)
 

Yayınlama Kuralları
Yeni konu açamazsınız
Cevap gönderemezsiniz
Eklenti ekleyemezsiniz
Mesajlarınızı düzenleyemezsiniz

Kodlama is Açık
Smilies are Açık
[IMG] code is Açık
HTML code is Kapalı


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Fizik ve Felsefe GeCeLeR Eskiler (Arşiv) 0 12-07-2006 04:45 AM
Hellenistik Felsefe M@D_VIPer Eskiler (Arşiv) 0 09-25-2006 12:24 PM
:..:Felsefe Tarihi:..: M@D_VIPer Eskiler (Arşiv) 1 09-23-2006 07:55 PM
Felsefe Tathar Elanessé Eskiler (Arşiv) 1 05-12-2006 12:37 AM
Felsefe... Misyoner Eskiler (Arşiv) 1 10-04-2005 03:09 AM

Forum saati GMT +3 olarak ayarlanmıştır. Şu an saat: 07:15 PM

Yazılım: vBulletin® - Sürüm: 3.8.11   Copyright ©2000 - 2025, vBulletin Solutions, Inc.