PDA

Tam Sürümü Görüntüle : Mustafa Cilasun


Sayfa : 1 2 3 [4]

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:11 AM
Nakşeden İzler (Anı roman 2)

Davacı olan fakat, benim tanımadığım öğrenciler şikayetlerini dile getirip,polise yazdırdılar, üçü birden rapor almak için hasta haneye koştular.
Bana bir şeyler sordular,cevap verdim dinlediler,yazdılar fakat ne yazdılar bilmiyorum okuma fırsatını vermeden hemen imzalamamı söylediler,imzaladım.
Yarın mahkemeye götürülmek üzere,saat 17.45 civarında mahkeme saatine kadar nezarete bekleyeceğimi söyleyerek bu gün kendilerinin misafiri olacağımı ve kalacağım mekan olarak nezareti gösterdiler,içeriye girerek üzerime kapıyı killediler.
Nezarete girdim,acayip bir koku,her taraf pislik içinde,demir parmaklıklar var, fakat camları kırık,ayaz,rüzgar,kar savruluyor,soğuk mu hat safhada.
Üç tane çocuk yaşta hırsız yakalamışlar,yüzleri donuk,yere uzanmış yatıyorlar, sanki orada devamlı konuk, yer yok ki oturacak, alalım bir soluk,saatlerce dikildik durduk, tabii bu arada da haylice solduk.
Saat 23.45 i gösteriyordu,gelen giden çok, ama göstermiyorlar ki bilelim, soran hangi konuk.
En çok kahrolduğum konu,bir garip babam ve sevgili annem hiç istemediğim halde başıma gelen bu olayı öğrenince çok üzüleceklerdi,beni en çok yıpratan buydu.
Karnım acıkmıştı, polisler hışımla yiyorlardı, ikramda bulunmak ne demek, bir sokum azık, saatler geçmiyor,göz kapaklarım kapanıyor, aç ve susuz beklemekten olduk adeta bir kazık.
Saat 03.35 i gösteriyordu sesler geldi, göründü mırıldanan,göbeğinden gömleğinin çıktığını fark etmeyen, profili bozuk orta yaş bir polis.
Kapıyı açtı baktı, aniden copunu çıkartıp, hasret kalmış gibi, hırsızlara saldırdı, çocuk yaşlarda,çelimsiz perişan halleri vardı,on üç,on beş yaşlarında görünüyorlardı, hızını alamamış olmalı ki polis,yetmedi tekme,tokat neresine gelirse hiç acımadan vuruyor ve birde soluyordu.
Uykulu gözlerim, bir anda fal taşı gibi açıldı,hislerim donup kaldı,bir insan böyle mi dövülürmüş meğer, şaşırdım,sarsıldım,donup kalakaldım ve sadece baktım.
Polis ihtiyacı olan sporu her halde yaptı ki,hıncını içesiye aldı,çocuklar kan revan içinde kaldı,polis yere düşen copunu eğildi aldı ve başını kaldırarak bana manalı bir şekilde baktı.
Adımlayarak yaklaştı,copunu havaya kaldırıp, iki eliyle kıvırdı,baktım ki niyeti bozuk üzerime indirmeden copu, kolumu kaldırıp haykırdım,sakın ha dedim.
Şaşırdı kaldı, gözlerime bakıyordu,devam ettim,benim hiç suçum olmadığı halde,bura da bulunuyor ve mahkemeyi bekliyorum dedim.
Suçlu olmadığım kesin,eğer vuracak olursan, sakın unutma,seni mutlaka bulurum,bulamazsam eğer, karını,çocuğunu bulurum, perişan ederim bunu hiç unutma dedim.
Polis deli misin,dangalak mısın başıma bela olma diyerek,arkasını dönüp kafasını salladı,nezaretten ayrıldı, kapıyı kilitleyip gözden kayboldu.
Sabah saat 10.30 olmuştu,kapı açıldı,dışarıya çıktık,dünya varmış diye içimden geçirdim,bir yudum su içtim.
Bir müddet sonra mahkemeye çıkmak için ekip otosuna bindik ve adliye binasının yolunu takip ederek,kısa bir zaman sonra duruşma yapılacak mekana çıkmadan polis noktasında bekledik ve nihayet kapıya geldik.
Hakim; kumral saçlı,faulleri uzun,oldukça iri, fakat içi geçmiş,bana bakan,fakat boş gözlerle aranan,muhakeme yapacak mecali bulunmayan, mat birine benziyordu.
Bana hiç bir soru sormadı,dinlemedi,şöyle bir baktı,eliyle polislere çıkın der gibi, işaret yaptı ve mahkemeden ayrıldık.
Merakla bekliyordum sonuç ne oldu diye,sağ olsun polisin biri sıkıntımı anlamış olmalı ki,
Evinize gideceğiz,yatak,yorgan ve cezaevi ihtiyaçlarını alacağız deyince, tepemden sanki sıcak sular döküldü, bir anda aktı ve ayaklarıma indi.
İçimden bu nasıl bir hakim olmalı ki; hiç soru sormadan,söz hakkı vermeden,bir öğrenciyi ceza evine gönderiyor,diyerek hayıflandım,sarsıldım,düşünmekten kendimi alamadım.
Hukukun üstünlüğü bumu diyerek,hukuktan anlamayan biri olarak, hukuksuzluğun acısını,ilklerime kadar o an yaşamak zorunda kaldım ve anladım.
Senin Şeriatçı olduğuna dair şüphelerimiz var,aldığımız duyumlar da bu kanaatimizi doğruladı. Evimize uğradık,annemin şaşkın,üzgün,çaresiz bakışları eşliğinde,gerekli olan levazımı aldık.
Şaşkın ve biçare olarak annemle,babamla vedalaşarak,onlara metin olmalarını söyleyerek hüzünle ayrıldık,cezaevine doğru yol aldık ve nihayet cezaevine vardık.
Kapıdaki görevliler,şöyle bir baktılar,sağcı mısın, solcu musun diye soru sordular, sağcıyım dedim.
İyi o zaman senin saçlarını, tıraş etmeyelim diyerek kendilerince lütufta bulundular ve gardiyanların refakati ile, doğruca koğuşa yolladılar.
Kapılar açıldı,içerdekiler haber almışlar bekliyorlardı,geçmiş olsun diyerek bana sarılıp,kucaklaşıyorlardı.
Basık,sıkıcı,gün ışığından uzak bir mekan,odalar dar, sıkıştırılmış ikili ranzalar, herkesin gözünde muğlak bakışlar,çok değişik ve çarpık inanışlar,sanki her şey iç içe girmiş bir vaziyeti gözlemledim.
Efkarım dağınık,keyfim kaçık,sıkıntılarım,asabiyetim hadsiz ve açık,durumun ciddiyetini anlayanlar,hemen etrafımı boşalttılar, ihtiyacımı sordular.
Vakit daraldı ikindi namazımı kılamadım,şu duvarlardaki sembol resimleri uygun bir yere kaldırın da,kıbleye yönelip namaza duralım.
Saf,katkısız,berrak,olsun ki kıble gahımız,durunca namaza, dünya ve dertlerinden arınmış olarak,öyle bir namaz kılalım ki, kendimize gelip, sabır ve metaneti kuşanalım dedim.
Tam otuz dört gün tutuklu kaldım,Allah’ın izni ile Kur’anı Kerim öğrettim,otuz üç kişinin namaza, başlamasına vesile oldum.
Çoğu zaman cemaatle kılıyorduk,kendim sürekli kitap okuyordum,din, devlet, halk bütünlüğünün,maksatlı olarak tahrip edildiğini, basit bir şekilde yozlaştırıldığını hazmedemiyordum.
Entrika ve desiselerin odağında bulunan, çıkar çevrelerinin,milleti ve devleti işbirlikçileri ile nasıl perişan ve tarumar ettiklerini, düşünüyor,analizler yapmaya çalışıyordum.
Tutuklu kaldığım günlerde,idamlık,müebbetlik mahkumların,yalakaları tarafından ezilmek,emir uşağı edilmek istendim.
Reddettim; güreşmek bahanesi ile alt etmek istediler,becerip yenemediler, değişik oyunlar sergilediler, imtihan edip sorguladılar, ama tüm koğuşun önünde rezil oldular.
Davalarına ulaşmak için her şeyi göze alan ve meşru sayan,akıl ve izanı,çoğu zaman nefsi ve enaniyetiyle karıştıran,bu ahmak grupları;
Sonunda bölüp,parçalamak,güçsüz bırakmak için çıkar yol buldular, bana, sen Kur’an la çok ilgilisin,bizlerde Müslüman’ız ama,senin gibi düşünmüyoruz diyerek.

Ve şu andan itibaren seni, yeşil komünist olarak tanıyacağız ve öyle bileceğiz dediler.
Bu kanaate nasıl varmışlar biliyor musunuz?
Takriben beş ay önce, fuarda bulunan çay bahçesinde buluşmak üzere, fatih dernek başkanı ve yönetiminde bulunan üç arkadaşı beni ve arkadaşım Mustafa’yı davet etmişlerdi. Hakkımızda neler duymuşlarsa!
Konuşalım,tanışalım diyorlarmış.
Bize bu teklifi, bizim sınıfımızda bulunan Mustafa Saccıoğlu getirmişti,bizde tereddüt etmeden kabul ettik.
Maksat konuşmak ve tanışmak değil miydi,bizim için hiçbir sakıncası bulunmuyordu.
Bizler düşünce olarak sorunları konuşarak, karşı tarafı dinlemeyi bilerek, şiddet ve adavetten uzak kalarak, meselelerin çözüleceğine inanıyorduk.
Nihayet buluşmuştuk,başkan olan arkadaş,yüz hatlarında yorgunluğu, bakışlarında ön yargıyı barındırıyordu ve varlıklı bir aileye mensup olduğu fark ediliyordu ismi de Fatihti.
Diğer arkadaşları da maddi açıdan aynı düzeyde sayılabilecek,kolejde okumuş, çok bilmiş, aşağılayıcı tavırları ön plana çıkan,oldukça şımarık kişilerden oluşuyordu.
Dördü de Kayseriliymiş, fakat ben hem şehirlileri olarak, onların serkeş, kıvıran, birbirlerine aşırı sulu davranan, üslup ve tavırlarına şahit olunca!
Zengin bir ailenin çocuğu olmadığıma şükrettim ve Kayserili olmaktan haylice utandım.
Bizim fikir ve kanaatlerimizi biliyorlarmış, o nedenlerle kurgulu gelmişler.
Hal hatır sorduktan sonra, hemen mevzuu, milliyetçiliğe getirdiler ve hararetli bir şekilde, hiç fırsat vermeden, peş peşe sordukları sorularla, paniklememizi temin ederek, tesir altında kalmamızı istiyorlardı.
Hoş görü, nezaket ve muhabbet maalesef, ahmaklığın ve adavetin olduğu mekanlarda bulunmazlar, fakat bu değerler onları hiç bağlamıyordu.
Sordukları sorulardan bir tanesi bile seviyelerinin, şartlanmış olmalarının, akıl ve idraklerinin askıya alındığının, ip uçlarını veriyordu.
Ne diyorlar; iki kişi denize düşmüşler ‘e’, bunlardan ikisi de Müslüman’mış ‘e’, bunlardan birisi Türk boksör Mustafa Sandalmış ‘e’, bir diğeri de Muhammet Ali Kılaymış ‘e’, ve biz bunlardan hangisini kurtarırmışız.
Böyle absürd bir soruya, aklı başında bir insan nasıl cevap verirse, bizde aynı şekilde cevaplandırdık.
Fakat çok büyük bir hata yapmışız ki, cevabımız arkadaşların hoşlarına gitmemiş. Siz nasıl Muhammet Ali ile ilgilenirsiniz, bırakın onu, zenciler kurtarsın dediler, masaya yumruk vurarak şiddet gösterisi yaptılar. Tabiî bu duruma canımız sıkıldı, moralimiz sıfırlandı.
Ben böyle tavırlara tahammül ederek, sessiz kalmayı içine sindirecek, müsait bir yapıya sahip değilim.
Ayağa kalktım, bakın arkadaşlar, biz buraya sınıf arkadaşımız Saccı oğlunun hatırını kıramadık geldik.
Şu anda ortaya koyduğunuz tavır, sizin aczinizi gösteriyor, sakın ola ki bir daha bizim bulunduğumuz mekanlar da, böyle bir kepazeliğe yeltenmeyin.
Yoksa saygıyı, hoş görüyü sizler gibi rafa kaldırır, gereğini fazlasıyla size iade ederiz dedim.
Garsonu çağırarak hesabı istedim, çok fahiş bir rakam söylemişti garson, ama hamdolsun ki, üzerimde para mevcuttu.
Bir aylık harçlığımı tereddüt göstermeden garsona ödedim.
Onlar da bir anda boşta bulunduk, kusura kalmayın diyerek yanımızdan ayrıldılar, bizde Mustafa’yla onlara, arkalarından bakıyorduk, lakin acıyor ve üzülüyorduk.
Enteresandır fakat, vatan ve bayrak adına slogan atan bu insanlarda, görerek şahit olduğumuz, yumuşak ve yavşaklara haiz tavırları, bizleri daha da çok şaşırtmıştı. Bu tavırları kalabalıktan çekinmeden, fütursuzca sergilemeleri bizi çok düşündürüyordu, zira bu insanlar, lise gençliğine dava diyerek vatan millet Sakarya nakaratını atıyorlardı.
Benim muhatap olduğum ve zaman ayırarak adam sandığım ve tartıştığım bu arkadaşlardan kaynaklandığını bir kez daha öğrenmiş oldum.
İşte suçumuz, bunlar taraflarından şeriatçı olarak algılanmamız ve dolayısıyla yeşil komünist hükmüyle, yargılanmamızın nedeni buymuş.
O tartışmada babası halı toptancısı olan, babasının sermayesine güvenerek, koleji terk eden ve oldukça şımarık meziyetli tanıdığımız, Metin ismindeki sulu insan, diğer koğuşta iki aydır yatıyormuş, bazen görüşüyorduk fakat nereden tanıdığımı hatırlayamıyordum, sağ olsun o daha genç olduğu için beni tanımış.
Ve üç gün sonra koğuşta düzeni bozmaktan, disiplin kurulu kararı ile falakaya yatmama karar verildi.
“Falakaya yatmam, dayak yemem, benim için sorun değil”, diyerek konuşmaya başladım ve devem ettim, sorun olan, bu kadar yanlış ve haksız uygulamaları bulunan!
Vicdanlarınızın kabul etmediğini bildiğim halde, zulmü dava diyerek insanlara yutturmaya kalkmanız ve kendinizi bilerek aldatmanızdır diyerek, konuşmama devam ettim.
Koğuşta bulunan arkadaşlarımızın hepsi, yaptığınız zulmü görüyorlar ve göz yaşı döküyorlar, ama şerrinizden korktukları için, haksızlığınızı istemeyerek acı içinde yudumluyor ve söyleyemiyorlar.
Fakat ben, bu zulüm ve haksızlığın, hiçbir anlam ifade etmediğini, gözlerinizin içine bakarak, ses çıkartmadan, karşılık vermeden, tavrımla ve imanımdan aldığım kuvvetimle, hafızanıza nakşedeceğim.
Hayatınızda utanacağınız kalıcı bir iz olarak bırakacağım, bunu her zaman hissedeceksiniz… sakın bunu unutmayın diyerek ekledim.
Şamanizm’i savunan, idamlık mahkum olan, babası üç gün önce kurşunlanarak öldürülen, birkaç kez tartıştığım, iriyarı, yüz on kilo bulunan Mahmut isminde bir arkadaş.
Koğuşta bulunanların pek sevmediği, fakat idamlık olduğu için ses çıkartamadığı, itici bir tip olan bu adam, karşıma dikildi, gözlerini yere eğdi, hasmını görmüş ve eline fırsat geçmiş bir keyifle başlayarak!
Kum torbasına çalışır gibi, nefes nefese kalarak, ter boşalırcasına, takatsiz kalana kadar, üzerimde yumruklarıyla çalışma yaptı ve nihayet dili dışarı çıktı ve yere yığıldı kaldı.
Ne oldu yoksa yoruldun mu, sizlere hiçbir zaman, gücünüzün yetmeyeceğini söylemiştim, neden şimdi yüzüme bakamıyorsunuz, niye nefesiniz kesildi ve soludunuz, şimdi tüm koğuşa rezil, kepaze oldunuz.
İşte sizin davanız bu, hakkaniyet yok, insaniyet yok, maneviyat yok, ne olduğu belirsiz, ilkesiz ve mesnetsiz, gözü kapalı bir şekilde ve puta taparcasına!
Çıkar ve cürümlere koşarcasına, en yakın dostlarınızı dahi, menfaatiniz uğruna harcayarak ve kandırarak aldatıyorsunuz.
Evet ben İslam ve prensiplerini dava, Hz. Muhammedi önder, Kuran’ı rehber olarak kabul ettim, var mı itirazınız diyerek içimden geldiği gibi haykırdım.
Son söz olarak, bizler ölmeye veya öldürmeye değil, haksız yere kan döküp inletmeye değil, zulme götüren gayeye değil, parçalayıp yok etmeye asla talip değiliz ve olamayız da.
Yaşamaya anlam katarak, düşünmek varken, sükunetle tartışıp, konuşmak dururken, severek, sevilmek mümkün iken!
Yok etmek yerine, yetiştirmek için çalışmak, daha güzele koşmak, kainatın en şereflisi olmak, varlık aleminde mükemmeli yakalamak, daha iyi ve manalı değil mi?
Yaratana kul olmak bilinciyle koşarak, samimiyetle el açmak, yakarmak ve aczimizi idrak ederek, vuslatta olsak, hiç olmazsa dahi bu uğurda şehit olsak, daha güzel ve manalı değil mi?
İşte benim davam diyerek gönül verdiğim ve manada mücadele ettiğim yöntemim budur.
İlkelerim sevgi ve saygıdan beslenir, doğrularım evrensel mesajın bir simgesidir, dedim ve sustum.
Koğuşta bulunan insanlara, şöyle bir baktım ki, çoğu ağlıyor gözleri kıpkırmızı olmuş, şaşırdım ve bu duruma çok duygulandım.
Müsaade isteyerek, yavaş, yavaş aralarından ilerledim, gam ve kedere bürünerek, lâvaboya doğru yöneldim, tabiatıyla yüzümü yıkamak maksadıyla.
Hemen arkadaşlar koluma girdiler ve bana yardımcı oldular, bir kısmı kalkarak yol verdiler.
Musluğu açarak hazır hale getirdiler ve başına geçtiler, ellerimi uzattım, bir miktar su alıp yüzüme sürdüm.
Aman Allah’ım ne müthiş bir acı, bir daha denedim, daha çok acı çektim, yüzümü kaldırıp aynaya baktım ki, kendimi tanıyamadım, daha çok şaşırdım ve elhamdülillah diyerek şükrettim.
Yüzüm ala bora olmuş, sanki coğrafyaya dönmüş, gözlerimin feri sönmüş, öyle bir yakından baktım ki aynaya, falakaya yattığım andan, şu ana kadar hiç acı duymamıştım, zulme ve haksızlığa kilitlenip kalmıştım.
Düşününce içim kabardı, alev oldu yandı, hislerim canlandı, kuvvet kaslarımı sardı, onlarca insan direncine ulaşmıştım neredeyse.
Arkadaşlar haklı olduğumu, maksatlı bir şekilde zulme uğradığımı, benim yanımda olduklarını, ifade ederek kızgınlıklarını anlatmak isteyerek, söylenip durdular.
Konuşmalarına aldırmadım, kahrımdan kim kimim adamıdır, kim bilir diyerek içimden, tekrar aynaya bakarak hayıflandım.
Aradan üç gün geçmişti, ziyaret gününün zamanı gelmişti.
İsmi okunan mahkumlar, koşar adımlarla ve bir sevinçle hazırlanıyor, gözün aydın diyenlere de, eyvallah diyerek ilerliyorlardı.
İsmi okunmayanlar ise, ya başka ilden gelen mahkumlardı, yahut ta yaşarken insani değerlerden uzak kalmış, enaniyet’ini her şeyin üzerinde görmüş, zavallılardı.
Onlarda anlamış olmalılar ki hatalarını, kulakları seste, gözleri ümitsiz de olsa, uzaklardan gelecek sır dolu mesajı almak için teyakkuzda bulunuyorlardı, bu durumu izlerken kendimi alamıyor, hüzünleniyorum.
Ranzama uzanmış bir vaziyette, elimde bulunan kitabın, satırları okumaya çalışıyorum, fakat zihnim her nedense meşguldü, okuduğum satırları anlamıyordum, kitabın sayfalarına yine bakarken, ilgisiz gibiydim lakin, istemeden olanların sevinçlerini paylaşıyordum.
Bende her insan içinde var olan bir ümitle, ismimim çağrılmasını bekliyordum, ismi çağrılanlar da gördüğüm ümit, sevinç, neşe, koğuşu kuşatarak sarıyordu, fakat herkes bundan haz alıyordu, keder, hınç, kin, bir anda her nasılsa istirahata çekiliyorlardı.
Nihayet sabırla beklediğim, çağrılma anım gelmişti, ranzadan doğrularak elimdeki kitabı kapatarak, yastığın altına koydum ve bir hamlede kendimi yerde buldum.
Keyiflendim, koşar adımlarla görüşme mekanına, bir solukta hemen vardım, koridor oldukça kalabalıktı, görüş yeri beş ayrı kabinden oluşuyordu, içine girince üç aşamalı, demir parmaklı cam karşınıza çıkıyordu.
Dikkatli bir şekilde süzdüm ve baktım ki, karşımda duran, benin güzel yüzlü çilekeş anam, anne hoş geldin diyerek haykırıp, bağırıyordum.
Fakat nafile tanımamış olmalı ki beni, oğlum ben Mustafa Cilasun’un annesiyim ne olu,r çabuk bir haber ver de gelsin görüşeyim dedi.
Peki teyze hemen çağırıyorum, sen buradan ayrılma bekle, diyerek oradan ayrıldım, koridorda bir tur attım ve tekrar aynı yere geldim, yeni geliyormuş gibi yaparak.
Anacığım hoş geldin, nasılsın dedim, annem dikkatli bakıyordu yüzüme, fark etmiş olmalı ki halimi, pür telaş ve acı bir şekilde, ne oldu yüzüne oğlum dedi, ne kadar gizlemeye çalışsam da, beceremediğimi anladım.
Anne zannettiğin gibi değil, burada spor yapmak zorundayız, top oynarken düştüm, bu yüzden yüzüm yere geldi yüzüldü, fakat inanmadı, ikna etmek için, içim yanarak yemin ettim, yeminimi duyunca biraz rahatladı, annem yeminime çok itibar eder ve inanırdı.
Annemin yüzüne bakarken utanıyor, kahrediyordum, çünkü annemin gözü gibi bakarak büyütüp, emanet ettiği yüzümü, ben ne hale getirmiştim.
Yeniden yumruklarımı sıkarak, hak etmediğim halde, beni bu hale getirip, dava adına zulmü, reva görenlere ve bununla öğünenlere acıyarak hayıflanıyordum.
Canım anamın geldiğine, sevineceğim yerde, maalesef daha çok üzüldüm, yüreğim parçalandı, bir anda mahcubiyet ve aczi yet her tarafımı sardı, duman etti, içimi sızlattı ve yüreğimi dağıttı.
Ama olsun yinede, hayatımın en değerli varlığı olan, canım anamın, yüzünü görmem ve ayrıca, karşısına onu utandıracak, bir başka suç ile çıkmamam tek tesellim olmuştu.
Garip anam, bana iç çamaşırı ve kıyafetin yanı sıra, güzel şeyler getirmiş sağ olsun, çok ikram olmuştu.
Okul arkadaşlarım gelmişler, görüştük ve özellikle dostum Mustafa, zahmet etmiş unutmamış sigaramı getirmiş, çok ikram olmuştu.
Onun için Rabbıma, sonsuz şükürler olsun diye el açtım ve yakardım.
Ömrüm vefa ettiği sürece zillet, adavet ve enaniyetten ona sığındım.
Cezaevinde geçirdiğimiz günlerin, 34.günü olan bu gün, mahkemeye çıkacağımız gün olduğu için, gece dahi doğru dürüst uyuyamamıştık.
Zaman gelmişti artık, hazırlığımızı gün evveli yaptık ve mahkemeye çıkmanın heyecanını yaşıyorduk, nihayet gardiyanlar geldi ve o günkü listeyi okudular.
Hazır olanları hizaya koyarak, kelepçeleyip, dış kapıya doğru yöneldiler ve cezaevi aracının yanına geldiğimizde, beklememizi söylediler.
Askerlere teslim ederek, kendi görevlerini ifa ettiler.
Askerler daha sert ifadelerle, bizleri nizama koyarak, araca sıra ile bindirdiler.
Aracın içi hafif karanlıktı, sigara içenlerden epeyce bunalmıştık, fakat ses çıkartamıyorduk, zaten herkesin bin bir türlü derdi ve ümidi vardı.
Çünkü dert bir değildi ki, bunu biliyorduk, çektiğimiz her nefeste, hak etmediğimiz acılarımızı, içimize gömerek, çaresizlikten kıvranıyor ve adeta soluyorduk.
Nihayet cezaevi aracı durdu ve stop etti, anladık ki, bizimde yolculuğumuz nihayet bitti, askerler kapıyı açtılar fakat, gözlerimiz güneşten o kadar çok kamaştı ki, o an kimseyi göremedik.
Ellerimiz kelepçeli vaziyette, araçtan aşağıya indik ve askerler bizleri gözleri ile sayarak, adliye sarayının bodrumuna götürdüler, burada saatlerce dikildik ve öylece bekledik.
Donuk, sönük, kuşku ve merak bütünlüğünde, sütunları sayarak, gelen gidenlere anlıyormuş gibi bakıyordum ve bu arada askerler, arkadaşlar zaman geldi, haydi hazırlanın gidiyoruz, komutunu verdi.
Her nedense o vakit kalbimde, sonsuz bir heyecan hissettim, adeta yüreğim dışarı fırlayacak gibi atıyordu, fakat o an, nasıl bir savunma yapacağım, şablon gibi aklıma geldi, gece sabaha kadar düşünerek hazırlanmıştım.
Adliyenin bodrum kapısından çıktık, merdivenleri ve katları bir solukta adımlıyorduk, meraktan bekleyenlerimiz oldukça çokmuş, salonda onları görünce sevindik, hüzünlendik ve şaşırdık.
İstanbul dan rahmetli Ramazan amcamın, sevgili eşi Leyla yengemin de, gelmiş olduğunu fark ettim, lakin onlara da zahmet verdiğimi düşününce, istemesem de üzüldüm.
Sarılıp, hal, hatır soramadan, kendimizi biranda mahkeme salonunda bulduk, tarama özürlü, kalın gözlüklü, orta yaşlı bir avukat, bizim davamızı savunacakmış.
Hakim bey bizlere sorular yöneltti, cevap verdik, ve bir müddet bekledik, netice itibariyle tutuksuz yargılanmak üzere, serbest bırakıldık.
Tabi olarak heyecanım yatıştı, çok sevinmiştim, o anki coşkuyu tarif edemem, sarılan, öpen, kucaklayıp kahraman ilan edenler, hat safhadaydı.
Cezaevinin kapısına kadar, konvoy halinde gelerek, eşyalarımı alıp, çıkmamı bekleyen, oldukça kalabalık arkadaşlar içimi kabartıyordu.
Cezaevindeki arkadaşlarla vedalaşıp ayrılarken, idamlık ve kabadayı olarak bilinen, bağrı yanık Şereften;
Gardaş buranın huzurunun senimle bir başka olduğunu, çok geç anladık, yeni bulmuşken, kaybetmenin acısını yaşadıklarını ifade ederek, gönlümü almak istedi, koğuşun en kıdemlisinden bunu duymak, beni ayrıca sevindirdi.
Bizleri unutma seni çok arayacağız diyerek, haydi arkadaşlar dedi ve hep bir ağızdan çırpınırdın kara deniz, şarkısı söylenmeye başlandı.
Koro halinde söylenen ve oldukça gür seslerin koridorları çınlattığı, o güzel anın izlerini, kulaklarımda hala taşırım.
Gardiyanların, yalak ve salaklarını ayırdıktan sonra, kalanlarla vedalaşıp, cezaevi ana kapısından çıkınca, aklıma ilk gelen kafesten kaçan kuşlar oldu.
Tezahüratlar yaparak bekleyen, coşkulu kalabalığa karıştım, otuz dört gün boyunca, içimde sakladığım, kini, dışladım sanki yeniden kendimle barıştım.
Konvoy halinde evimize geldik, sevgi yüklü muhabbeti yere serdik, sofralar kuruldu ve bulunan nimetlerden nasiplendik.
Üç gün boyunca gelen, geçmiş olsun, gözünüz aydın diyen, sürekli nasıl geçti günlerin diye, sorarak merak edenlerin sayısı oldukça fazlaydı.
Takip edildiğimi bildiğim için, kırk beş gün sürekli müspet konuşarak, tespit etmiş olduğum, lâçkalık ve kokuşmuşluğu, öne çıkartmadım.
İlmi siyasetin gereği ve kuvvet dengesinin şartı, kanaat oluşturmak, gücü toplamak, söylem ve tarzlarında paralelliği aynı anda yansıtmaktır.
Potansiyel tespitinden sonsa, gerçekleri her yerde değil, yeri ve zamanı geldiğinde haykırmak, yanılgıda olanları sabırla ayıltmanın lüzumuna inanmaktır.
Nihayet okulu, zar zorda olsa, küçük bir vukuatla tamamladık, güya meslek sahibi olduk, onunla ilgili iş araştırmaya başladım.
Okul arkadaşım İsa, ağabeyinin elemana ihtiyacı olduğunu belirtti ve istersem onun yanında çalışacağımı söyledi.
Hiç tereddüt etmeden hemen kabul ettim, zira başka bir alternatifim yoktu ve çalışmak zorundaydım ve böylece demir doğramacı olarak, mesleğe ilk adımı attık.
Usta ölçüleri veriyor, bunları yap, hazırla yarın takacağız diyor, aynı zamanda orta ana dolu fabrikasında, çalışan biri olduğundan, çekip gidiyordu.
Saclar ölçüler dahilinde kesilip, doğranacak, sonra toparlanıp puntalar halinde kaynak yapılacak, spreyle taşlanacak ve akşama hazır hale gelecek.
Düşündüm, taşındım, bazen de şaşkınlıktan ensemi kaşıdım, bir çıkar yol bulamadım, usta benden o kadar çok şey istiyordu ki, şaşırdım, donup kaldım.
Yeni mezun olmuş, pratikle hiç yoğrulmamış, benim gibi acemi bir insanı, dükkanda yalnız bırakarak, onca iş başına sarılarak, ne yapılmak isteniyor diyerek söylendim.
Ne yaptım biliyor musunuz, hiç bir işe el sürmedim, bekledim, düşündüm, durdum, en sonunda dağılmış malzemeleri topladım, bir kenara koydum.
Kapıyı sıkıca kontrol ederek, kilitledim hemen arkadaşım İsanın yanına giderek, olanları bir solukta sıraladım ve kendisine anlattım.
Anlattıklarımı dinleyen İsa’nın, katılarak gülmesine ve gözlerinden yaş gelene kadar, bu eylemine devam etmesine şaşırdım.
Nihayet önemli değil, zaten böyle olacağını biliyordum demesi, çaktırmadan beni süzmesi, unutulmayacak kadar enteresan ve güzeldi. Fakat çok rahatlamıştım.
İsa beni bırakmadı, çay demledim birlikte içeriz, sabredersen az bir işim kaldı, beraberce birkaç yer daha var, oralara da bakarız dedi.
Benim yıllarca sanayi tecrübem var,ben dahi yapamam ağabeyimin sana yap dediği işi,üzülme zaten yanında da kimse çalışamıyor,diyerek teselli etti.
Birkaç yere baktık,haber vereceklerini söylediler,teşekkür ederek ayrıldık,yine sokakların arasına daldık,daha sonra İsa ile görüşmek üzere vedalaştık.
Evimize beni terk etmeyen efkarımla geldim,canım koç babam kapının önünde sandalyede sanki beni bekliyormuş gibi oturuyordu.
Selam verdim,nasıl olduğunu sordum,içeriye geçip soyumdum,iş kıyafetimi giyerek,bahçeyi bellemeye,kendime gelmeye koyuldum.
Bahçe ile uğraşırken dertlerimle,derinlere dalıyor hiç yorulmuyordum, zaman ilerlemiş ve alıp başını sessiz sedasız gitmiş,nihayet hava kararmıştı.
Bir ses geldi kulağıma,dönüp baktım ki annem, yemek hazırlamış,babamla bana bakıyorlarmış,ben hiç fark etmeyince,yemek soğumasın diye çağırmış.
Yemek atıştırırken,İstanbul da ki fabrikatör amca zadelerimden,Osman ağabeyimin aradığını,beni sorduklarını ve telefonla kendilerini aramamı söylemişler.
Onları biran düşündüm,İstanbul gibi dünya şehrin de, çocuk yaşta babasız kalarak,eniştesinin yanında yılmadan çalışarak,ayakta kalabilmeyi başarmış ve şahsına ait bir işyeri açarak kendi ayakları üstünde durmayı başarmış.
(devamı nakşeden izler 3 te)

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:11 AM
Nakşeden İzler (Anı roman 3)

Perakende,toptan ve daha sonra,toptancılara mal satan fabrika,kurarak sahibi olmuş,bir çok insana iş imkanı sağlamış oldukça başarılı bir insan.
Saygı duymamak,şaşırmamak mümkün değil,gıpta ile nazar ettim, baktım birde kendime, fakat mukayese edemedim,aramızda bulunan farkı açık,seçik bir şekilde sorguladım.
Babam tek amcaları olmasının yanı sıra,Sümer bez fabrikasından emekli ve dar gelirli olması sebebiyle,her sene Ramazan ayında, amcamın canlı hatırası olan yengemi gönderirler ve sevgili yengem ihtiyaçların tespitini yapardı.
Bir yıllık ne ihtiyaç varsa,her şey dahil alınır,biraz da harçlık vererek hayır dualarla başka ihtiyaç sahiplerinin, yardımına gitmek için, vedalaşarak helallik alırdı.
Yengem çok hayır öğütlü,birazda peşin sözlü,ama oldukça samimi,son derece geçim ehli,çileyi tanımış,sabırla yudumlamış, ama kimseye yansıtmamış bir hanımefendi idi.
Allah rahmet eylesin,şimdi aramızda değil,bu fani dünyadan,zamanı gelen herkez gibi aniden,amcamın sevgili hanımı olan yengemde,dareyn saadetine göçüp gitti,evinde misafir bulunduğun her an ilgisini ve ikramını hiçbir zaman ihmal etmemişti,Allah’ın rahmeti üzerine olsun.
Bu düşünceler yumağı ile,telefon etmek için postaneye gittim,telefon numarasını yazdırdım ve her kez gibi sıraya girip beklemeye başladım.
Bir müddet sonra, sıram gelmiş olmalı ki ismim çağrıldı,hemen telefona yöneldim,alo dedim karşımda bir bayan sesi; o an şaşırdım.
Ben Osman Cilasun beyi aramıştım,yok mu kendisi dedim,efendim kim arıyor acaba, burada kendisi deyince,rahatlamış bir eda ile,ben Kayseriden Mustafa Cilasun dedim.
Efendim bir saniye hemen bağlıyorum, ve ben yutkunurken Osman ağabey alo Mustafa dedi.
Ağabey nasılsınız inşallah iyisinizdir, diyerek hatırını sordum,teşekkür etti ve ne yaptığımı merak ettiğini söyledi, kısaca izah ettim,iş aradığımı anlattım.
Mustafa Bursa ya gelmek ister misin,oradaki fabrikamıza senin gibi Meslek lisesi mezunlarına ihtiyacımız var,sonra senin geleceğin için planlarım söz konusu, ne dersin deyince,tabi neden olmasın gelirim ağabey dedim.
Haydi öyleyse durma bir arabaya atla, şu adrese hemen gel bekliyorum,peki görüşmek üzere diyerek, telefonu kapattık.
Ben aslında evimizin bir oğlu olduğum için,annemle,babamla fakir hanemizde kalarak, altı yıl Ankara da kaldığım çileli günlerimde,hasret dolu yüreğimle Kayseriyi yeni bulmuş,kavuşmuştum.
O yüzden, buradan ayrılmak istemiyordum,zira geleli henüz üç yıl olmuştu. Huzur buluyordum,memleketimden şu an işsiz kalsam bile.
Erciyes dağının haşmetli duruşu,baktığım an içime serinlik sunuşu,Ali dağının, sakin ve mahzun oluşu,Yılanlı dağın,ürperten yalın yokuşu,Erkilet’in,tepe noktada ki kulenin konuşu, her zaman benim huzur ve sırlarımın sığınağı olmuşlardır.
Fakat çare kalmamıştı artık pekiyi demiştik,bir kere üstelikte işsizdik, annem,canım babam üzülmüştü,boş ver gitme biz sensiz ne yapacağız, demişlerdi, fakat başka bir alternatif yoktu.
Hazırlığımı yaptım,gurbete alışıktım,ne çileler çekmiştim,hayat mücadelesi verdiğim yıllarda,ekmek parası kazanmak uğruna.
Sabırla yudumladığım,haksızlığı,zulmü bir tecrübe olarak sineme kalın harflerle yazmıştım bin kere.
Valizim bana bakıyordu haydi durma artık vedalaş diyordu.
Babam ve annemle vedalaşıp terminale vardım,etrafa şöyle bir baktım, yüreğimin derinliklerinden gelen bir ah ki, hışımla salıverdim,durmadım ve otobüse doğru adımladım.
Sormadım bile kimseye, efkarlıydım, tahmin ederek araca daldım,koltuk sıra numaramı aradım,cam kenarı olduğunu anladım,yol arkadaşımdan müsaade alarak, yerimi aldım.
Teypte bir şarkı çalıyordu,sanki ritmik melodisi ve mısraları yolculara yüreğimi tercüme ediyordu.
Bakıyordum camdan dışarıya,dalıyordum hiç bir şey fark etmiyordum,tabi görevlinin biletinize baka bilir miyim diyene kadar.
Uzattım bileti,teşekkür etti verdi,bende anlamadım niçin bilete bakması gerekti.
Nihayet otobüs kaptanı, hayırlı yolculuklar dileyerek, aracı hareket ettirdi.
İlerliyordu araç, o zaman trafik ışığı, felan pek yoktu,hızlanıyordu.
İçim gidiyordu,sonbahar mevsimiydi sanki, Kayseri gözümde yaprak,yaprak bir,bir dökülüyordu,yapacağım hiçbir şey yoktu.
Sıkıcı olduğu kadar, yorucu yolculuktan sonra nihayet, Bursa ya gelince kurtulmuş olduk.
Beni karşılamaya gelen bey, Sabri isminde gözlüklü, biraz tarama özürlü, ince uzun boylu, kumral,füme renginde takım elbiseli,gözleri çakı gibi sanki, uyanık olduğu her halinden besbelli.
Merhabalaşıp tanıştık, o da benim gibi Kayseri’liymiş,bunu duymam bile beni teselli etmeye yetti.
Özel aracına bindik,biraz yol aldıktan sonra,selametle evine geldik.
Maşallah konuşmaya hasret kalmış gibi,evveliyatından başlayıp,şu anki iştigalini bir solukta anlatıverdi.
Oda çok macera yaşamış,uzun yolda kaptanlık yapmış,haksızlığa dayanamamış, trafik polisleri ile kavga yapmış, o günkü gazetelere sür manşetlik haber olmuş, dolayısıyla kaptanlıktan kovulmuş.
İş ararken amcazadem Osman bey elinden tutup,Bursa da yeni devraldığı fabrikaya çok az bir hisse vererek, sahiplensin diye yönetici yapmış.
Osman ağabey sürekli İstanbul’da kaldığından,Sabri bey oranın tek sorumlusu ve karar vereni olmuş.
Erkenden kahvaltı yaptık,Bursa’nın pilot sanayi bölgesindeki, İteks a.ş.ünvanlı fabrikaya vardık, oradaki personelle tanıştık,tokalaştık,idareci arkadaşlarla biraz konuştuk.
Refakatçi oldular,bölüm ve kısımları göstererek,işin oluşum ve ahengini bir solukta önüme koydular.
Daha önce geleceğimi duymuşlar,patronun amcasının oğlu olduğumu öğrenmişler,gıyabımda müessese müdürü olarak görmek istediklerinin kararına vermişler.
Bunu benim yüzüme karşı söylediler ama zorlandılar,zira çok belirsizlikler vardı.
İşi tamamıyla öğrenip,tespit ve tayin eden olamayınca, piyon olmaktan başka seçenek kalmaz,ben bunun bilincindeydim ve taltifle oyuna gelmeyecek kadar,insan psikolojisini özümlemiştim.
Hayatıma nakış güzelliğinde işlenen ve iliklerime kadar nüfus eden, hiç silemediğim ve sürekli üzerimde taşıdığım,tecrübe olarak kalan silinmeyen izler, benim mihengim, yoldaşım olmuşlardı.
Fabrikada,iki vardiya olarak çalışılacak,sürekli mesaiye kalınacak,yüklü siparişler olduğundan,iplik balyaları hazırlanıp teslim edilecek, gerekirse fabrikaya takviye işçi alınacak,kararına varılarak ilgililer uyarıldı.
Öyle bir iş vardı ki heyecanlanıyordum,annem,babam ve Kayserim güzel memleketim nerede kaldı, inanın çalışırken unutuyordum.
Yatsı namazımı zor kılıyor, uzandığım yerde uyuya kalıyordum,fakat yorulmuyor,keyif alıyor ve özellikle hoşlanıyordum, Allah işsiz kalanların yardımcısı olsun çünkü o psikoloji çekilir,tahammül edilir gibi dert değil.
Yirmi dört saat fabrikada kalıyor yetiştiğim her işe koşmaya çalışıyordum.
Fakat zaman öyle hızlı akıyordu ki, yapacağımız işleri yetiştiremiyor, yeni oluşumlar ve sıkıntılar durmuyor devam ederek geliyordu.
İşin yoğunluğu beni öylesine içine almış ve sarmıştı ki, tam beş ay geçmiş olduğunu her nasılsa pek fark edemedim.
İlk önce vardiya amiri oldum,mahiyetimde elli beş kişi çalışıyor,on iki saat mesaiye kalınıyor ve beş kazan mal (iplik) boyaya hazırlanıyordu.
İthal boyalar son derece hassas bir şekilde tarafımdan tartılıyor,asit’i katılıyor en uygun biçimde karıştırılıyor ve kazan içinde belirli bir sıcaklığa getirilmiş,hazır bekleyen suya katılarak,kazanın kapağı kapatılıyor,kelepçeler takılararak,vanalar açılıyordu.
Yüz derece ısıya kadar kaynatılıp,ipliğin boyayı çekmesi dolayısıyla kıv****** gelmesi bekleniyor ve bir müddet sonra kazanın kapağı açılarak,soğuması bekleniyordu.
En ufak bir yanlışlık yapılırsa, defo ve abraş meydana gelir, yapılan tüm çalışmalar heba olur, iş verenin suratı asılır ve abraşlı mal hiçbir işe yaramadığından bir kenara konarak bekletilirdi, daha sonra değerlendirmek üzere.
Böyle durumlarda suçlu aranır,fakat maalesef bir türlü bulunamazdı.
Çünkü iplik boyama işlerinde, on beş yıllık tecrübesi olan, kendini bulunmaz bir bursa kumaşı olarak sunmayı başarmış bir insan var karşımda.
Ve çok kıymetli, değişemez olduğunun zehabına kapılarak, her zaman içebilen, kazancını dost edindiği kadınlarla yaşayan ve bundan hiç bir vakit gocunmayan bir insan.
Bu gayri meşru yaşantısını, siyah bir şavrole taksiyi seçerek zenginleştiren ve bu araçla gece,gündüz gezmeyi marifet sayan bir insan.
İşleri bir alt kademede bulunan görevlilere havale ederek kaybolan, meşhur Mehmet ustamız vardı ve benim karşı vardiyamın amiriydi bu insan.
Neredesin diye sorulunca sürekli mazeret ileri sürebilen, oldukça kurnaz olan, kalender görümünde,babacan tavırlı olmayı becerebilen bu insan.
Ufak boyu, yeşil gözlü, hafif göbekli, biraz tarama özürlü, bir insan.
Çalışanların Mehmet ustanın her işlediği haltı bildiği halde, maalesef çaresizlik içinde sessiz kalmalarına hala şaşarım.
Şaşkın bakışlarla suçu üstlenmek zorunda kalmaları, aksi bir davranış durumda, anında işten çıkarılma korkusunu yaşayarak sigorta adına sabrettikleri, meşhur Mehmet usta ve ekibiydi.
Sürekli onun vardiyasında,bir iki kazan mal defolu çıkar,oda kendini kurtarmak adına çalışanları suçlar,onlara sürekli fırça atar,böyle giderse hepsini kovalayıp yeniden kadro kuracağını söyleyerek,
Zavallı işçileri sindirir,vardiya dönüp gece mesaisine kaldığı zaman,odasına çekilerek alemine dalardı.
Ben bunların hepsini tespit ediyor,fakat seslenmiyor,sabrediyordum,zira benim işim bunlarla uğraşmak değildi.
Kendi vardiyamda sosyal yapının şartı olarak gördüğüm,iş verimliliğinin mutlaka artması adına telakki ettiğim, arkadaşlık ve muhabbet rüzgarının esmesini temin adına, sürekli yenilikler yapıyordum.
Çalışma ortamını, herkesin benimsediği,güven duyduğu,huzur bulduğu,saygı ve sevginin önemsendiği,herkesin mutlaka dinlendiği,bir ortam esenliğine götürüyor ve yoğun bir şekilde koşturuyordum.
Bayan arkadaşların sayısı, yirmi kişiye yakındı,her birinin ayrı derdi var,çoğunun bağrı yanıktı.
Hayat mücadelesinin verildiği bir ortamda,kaderlerindeki fırtınanın, onları kum taneleri gibi çok faklı yerlere savurmuş olduğunu öğreniyorum.
Hüzün,kaygı,her zaman bol idi,ümit ise oldukça azdı, fakat çok kıymetliydi,ufukta belirdiği zaman, bakan gözler kiminse, ışıl ışıl canlanır, yanardı.
Hayırdır inşallah, bugün daha iyisin dendiği vakit,bir anda,gönül rahatlığında, heyecanının refakatinde,soluk,soluğa anlatırlardı.
Paylaşırdık,elimizden gelen katkıyı,esirgemez yapardık,umursamaz olamazdık, çünkü kaynaşmış,zor olanı başarmıştık,bir aile ortamı esenliğinde,sıcak ve samimi birer dostlar olmuştuk.
Böyle çalışma ortamlarında,başarısızlık,barınamaz,mekan tutamazdı,çünkü husumet yoktu,karalama,kaypaklık ve özellikle yalan hiç kıymet bulamıyordu.
Ön yargı ile beslenmek,arkadan çekiştirmek kabul görmüyordu,dinlemeden mahkum etmenin, haksızlık olduğu bilinci yerleşmişti bir kez.
Böylece insanlara şırınga edilen;
Toplumsal hastalıklara,geçit yoktu,hepimiz birimiz,birimiz hepimiz için, seferber olmuştuk,kenetlenmiş bir bütünlüğe giden yola, gönül koymuştuk.
Çalışanların geneli, vasıfsız olduğu için,kısa zamanda tarafımdan yetiştiriliyor, vasıf kazanması sağlanıyordu.
Onun geleceğini de bir anlamda,düşünmek zorundaydım.
Yeter ki,harbi,mert,dürüstlükten taviz vermeyen,şahsiyet bütünlüğünde ufku saf, yalak ve salak olmasın.
Bu ilkeler benim olmazsa,olmaz şartlarımdı.
Sinemde oluşmuş ve oturmuş değişmez kanaatimdi!
İnsanlar yaşadıkları sürece,mutlaka hata,yanlış veya suç işleyebilirler, bunlar mümkün olan fiillerdi,nihayetinde insan değil mi!
Haiz oldukları şartları ve sosyal dokuyu, araştırıp sorgulamadan bu oluşum ve açılımları analiz etmeden,insanları mahkum etmeye kalkarsak,bir anlamda zulmetmiş sayılırız.
Ve işte o zaman; temelden hatayı bizler yapmış oluyoruz.
Çünkü; temel konularda tercihleri fertlere bırakmıyoruz, önlerine koyduğumuz tercihi yapmaya, bilakis bizler zorluyoruz.
İnsanların inisiyatif hakkını,bilerek gasp ediyoruz,dolayısıyla belki farkında bile olmadan, asıl yanlışı bizler yapıyoruz.
Şu anda bizleri yargılayacak, bir kimse çıkamıyor, zira güçün bu gün, bizlerde bulunuyor olması yeterli görünüyor!
Zavallının zaten mecali kalmamış ki, haykırsın haksızlığı var gücüyle.
Yine onlara durmadan,sizler ne bilirsiniz,düşünemezsiniz bile,sadece söyleneni yaparsınız demiyor muyuz çoğu vakit.
Her zaman kendi akıl ve zanlarımızı ön plana çıkartarak,onlarda akletme,tahkik etme,imkanını tanımadan tahayyül diye bir şey bırakıyor muyuz.
Bunları bizlere yaptıran her ne olursa olsun,sermaye,politika,makam veya şerrimizden korkulan zulmümüzdür.
İster kabul edelim veya etmeyelim azgın bir nefis için ne fark edecek.
Eğer hakkıyla düşünürsek,bunların pek çoğunu,aynı şartlara haiz olarak elde etmemişizdir.
Mutlaka çok önemli desteğimiz,veya desiselerimiz mevcuttur.
Yok eğer hak ederek gelmiş isek,enaniyetimiz veya farkında olmadığımız tekebbürümüz, bunları bizlere yaptırmaktadır.
Çünkü; halkın kucakladığı, her müspet tavrın arkasında,objektif ahlak,şeffaf yönetim ve mutlaka hakkaniyet vardır.
Bu hareket sosyal bir gerçektir,bunu fark ederek göremeyenler,ne hazindir ki; zavallılar, ve terapiye ihtiyacı olan, biçarelerdir.
Fabrikanın bir bölümünde,mescit olarak ayrılan,küçük,kare biçiminde olan,mesai dahilinde her türlü gürültüyü cömertçe içine alan,koyu yeşil halı ser döşeli, odaya bir somya yerleştirip,burayı lojman niyetiyle kullanmak zorunda kalıyordum.
Güya hedefimiz fabrikadaki her faaliyeti öğrenmek ve özümsemekti!
Fakat kaldığım yer,dinlendiğim mekan beni sıkıyor, daha çok yoruyordu,kendimi dinlemem mümkün görünmüyordu.
Kimseye söylemiyor,sabrediyordum, istiyordum ki, amcazadem, tespitini yapsın, bir gün yerimde yatsın,benim hissiyatımı anlasın ve çözüm arasın.
Bir akşam benim gece vardiyamda geldi, saat 02.45 e kadar çalıştı,aynı bir işçi konumunda,röleleri taşıyor,istif yapıyor,makina’nın başına geçiyor,ipleri sarıyordu.
İlgisizdi,son derece yoğun olduğu gözleniyordu,zihni kaldığı mekanda değil,başka ufuklarda dolaşıyordu.
Yorulmuş olmalı ki,işlerden sıyrıldı,bana doğru yaklaştı Mustafa senin yattığın yer müsait mi,yatmayı düşünüyorum,ne dersin dedi.
Tabi müsait buyurun gidelim diyerek,refakat ettim,yatağı açtım,yardımcı olacağım bir şey var mı,diye sordum,teşekkür etti sabah görüşür,konuşuruz seni epeydir dinlemiyorum,bu fırsatı bulmuş oluruz dedi.
Dolayısıyla bende hayırlı ******* dileyerek ayrılmak zorunda kaldım.
Sabah Osman ağabeyin isteği üzere,saat 06.30 da uyandırdım,dinlenmiş görünüyordu,işlerin nasıl gittiğini sordu,gayet güzel geçti,bir vukuatımız olmadı dedim.
Fakat benim nasıl olduğumu,neler düşündüğümü sormasını bekliyordum merakla, maalesef beklentim boşa çıktı sormadı.
Fakat Mustafa şu ana kadar gösterdiğin başarı, herkesi şaşırttığı gibi beni de oldukça sevindirdi.
Sabri bey her fırsatta seni överek,gurur duyduğunu söylüyor,işleri tamamıyla deruhte ettiğini anlatıyor.
Mehmet usta bile zorlandığı vakit,sana koşuyormuş, amcamın oğlu olarak, bana bu duyguları yaşattığın için, sana teşekkür ederim,bir sıkıntın olduğu zaman hiç çekinme,beklerim diyerek tokalaştı ve
İstanbul’a hareket etmek için aracın gaz pedalına bastı ve uzaklaştı.
Ben yine sırlarımla baş başa kalmıştım,tespit ettiğim onca problemleri,içime gömerek,zamana sabırla havale etmiştim.
Bir gece uyuyamamıştım,saat 04.35 civarı ab dest almak niyetiyle kalktım, lâvaboya doğru yönelip adımlıyordum.
Boyaların bulunduğu yer, önemli olduğu için,idareci haricinde kimse giremezdi,üçer gram karıştırılsa,renk değişik çıkar,bir çok maddi zarar olurdu.
Çok farklı sesler geliyordu,irkildim emin olmak için silkindim ve yeniden kulak kesildim,acayip seslerin devam ettiğini fark ettim.
Teklifsiz kapıyı açtım,baktım ki ne göreyim şaşırdım kaldım,tabi biraz bocaladım, gözlerimi açtım,sonra hiddetimi şu sözlerle sıraladım.
Eğer sizi bir daha böyle, uygunsuz biçimde görürsem,kimseye söylemem önce ben sizi kitlerim,açılamazsınız diyerek konuşmaya devam ettim.
Bunu böyle bilin dedikten sonra,orayı terk etmelerini söyleyerek,hışımla gözlerine baktım,onları silkelememek için kendimi zor zaptettim,
Başları öne eğik şekilde kaybolup gittiler,meşhur Mehmet usta ve evli olduğu halde,namustan arınmış bulunan ve maalesef burada çalışan güya yetkili bayan.
Çalışan bayanlar içinde,Bursa hürriyet mahallesini iskan tutmuş Bulgar ve Romen göçmen vatandaşlar çoğunluktaydı.
Çalışanların genelini oluşturan onlardı ve bu insanların yapıları,adetleri oldukça farklıydı, mesela; bayanlar,erkeklerle güreşmekten sakınmıyorlar, gayet doğal diyorlardı.
Mehmet ustada sağ olsun bunu fırsat bilerek hiç sıkılmıyor ve çok rahat bir şekilde değerlendiriyordu.
Terfi etmek isteyen,rahat işi benimseyen,izine ihtiyaç duyan, Mehmet ustanın vardiyasında,kime gidecekti elbette ve üstelik tek yetkili olan Mehmet ustaya, o ne derse onaylanır,mesele çıkmazdı.
Ama Mehmet usta sürekli,hata yapar,beş kazan iplikten en az iki kazanı abraşlı(bozuk) çıkar,hayrola neden verim sürekli düşüyor, diye sorulunca bazen,
Elektrik kurumunu,bazen sigortanın attığını,eh mazeret bitmez ya Mehmet ustada,bazen de motor arıza yaptı der çıkardı.
Acaba doğrumu söylüyor demezler,tamam usta canın sağ olsun, hafta sonu acısını çıkartırız diyerek,zavallı garibanları karşılıksız olarak çalıştırırlardı.
Elemanların hafta sonu,dinlenmeleri,en doğal ihtiyaçlarını gidermeleri,aile fertleriyle bir gün dahi olsa,
Bir araya gelmeleri,dertleşmeleri onlara sorulmadan, başkalarının hataları yüzünden, hafta sonu tatillerinden haksızca mahrum edilerek, çalıştırılmaları beni kahrediyordu.
Tabi iş veren temsilcisi Sabri beyin işine geldiği için, problem çıkmıyordu.
Fakat iş veren kim.! asıl patron hangisi! çalışanlar tarafından pek bilinmiyordu.
İstanbul da ikamet eden,oradaki pazarı genişleten,sürekli siparişleri artıran amcazadem Osman bey,haftada bir gün zor geliyordu.
Diğer azınlıkta olan hisse sahipleri,nadiren gelirler,hafta sonu araçlarını temizlerler,asıl işleri olan fabrikalarına giderler,hoş geldikleri zaman, Bursa sporun transferini konuşurlardı.
Dolayısıyla asıl patron, Sabri bey olarak bilinmekteydi,zira; çoğu zaman bizimle birlikteydi.
Sabri bey Mehmet ustaya o kadar güveniyordu ki,üzerine toz kondurmuyordu her nedense birkaç kez yokladım,atmosfer zemini müsait değildi ve hemen konuyu değiştirerek vazgeçtim.
Çünkü Sabri bey,meşrep ve mantık olarak Mehmet ustaya daha yakındı.
Mehmet usta işine,iş verenine saygı duysa,iş ahlakı ve disiplinine haiz olsa, Sabri beyden çekinse,boyahanenin içinde,gece yarısı ve o saatte,
Kendi vardiyasında,bayan elemanların başıyla,üstelik kapıyı dahi kilitlemeden,en mahrem pozisyonda,haramın doruğunda,
İdareci sorumluluğunda bu kadar pervasız olabilir miydi,mümkün değil dedim kendime ve daha boyutlu düşünmeye başladım.
Sürekli içime atıyor,sabrediyordum,çalışma şevkim kırılıyor,kuytu,serin ve sakin mekanlar arıyordum,
Sinemde beni kuşatan sırlarımı,sigaramı yakarak, hasret kalmışçasına nefes çekiyor,dumanları ile mehtaba pas atıyor,hicranımı paylaşıyordum.
Cumartesi günü yoğunluğu bitirmiş,mutat olduğu üzere çalışıyorduk,saat 11.15 civarındaydı,ipek kozalarını temizletiyor, Pazartesi için hazırlık yaptırıyordum.
Elektriklerin kesildiğini fark ettim,elemanlara temizlik yaptırmak niyetiyle, talimat verecektim ki,
Sabri bey hızlı bir şekilde, elemanların yanına yaklaşarak,el,kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyordu,ben uzaktaydım fakat, fark ediyordum.
Anlattıkları her neyse, elemanların lehine olmadığı kesindi,çünkü Sabri beyin suratı asıktı,hayırdır inşallah diyerek yanlarına yaklaştım.
Sabri bey bana yönelerek,sizi bulamadığım için,elemanlara söylemek durumunda kaldım deyince,alakasız ve manalı olduğunu anladım.
Hemen beni nerede aradınız,her zaman buradaydım dedim, ve arkasından, neyse önemli değil, sizi dinliyorum diyerek,meramını merak ettim.
Mustafa bey, biliyorsunuz ki elektrikler yok,o nedenle çalışan arkadaşlar,Pazar günü gelecekler ve bugünkü açığı telafi edecekler dedi.
Teklifi çok mantıksız,manasız ve haksızdı,üstelik benim sorumlu olduğum elemanlarımdı.
Sabri beye kafamı kaldırdım,gözlerine manalı bir şekilde baktım ve ağzımı açtım,
Sabri bey, Allah aşkına saat kaç, bakar mısınız,mesai bitimine kırk dakika var,böyle bir talebi siz nasıl yaparsınız.
Elektriğin kesilmesinin elemanlarla ne ilgisi var,kul da Allah ta insana bunu sorar,sonra maksadınız nedir anlayamadım,bizim hafta içinden sarkan işimiz yok.
Bak Mustafa bey,sizin gelmenize gerek yok,ben Mehmet ustayı getirtirim,bunları çalıştırırım deyince.
Hakir bir ifade şekli vardı,asabım bozuldu,bu insanlardan ben mesulüm,sizin iş verenlerden biri olmanız,
Yanlış veya haksız davranmanızı gerektirmez, böyle hareket keyfiyetini de hiç bir zaman size vermez.
Eğer bu insanlara sahip çıkmaz,devamlı haksızlık yaparsak,insan olma onurunu, bizler nasıl savunur,koruruz,rahat bir biçimde insanların, karşısına nasıl çıkar konuşuruz dedim.
Ve elemanlara dönerek arkadaşlar,mesai bitmiştir,hazırlık yapabilirsiniz diye,komut verdim.
Sabri beye yönelerek, yapacak başka bir şey yok, kusura kalma, ama sen yinede istersen, Mehmet ustayı ve ekibini çağıra bilirsin, dedim ve oradan ayrıldım.
Belki bu denli keskin davranmazdım,fakat kocası askerde olan, sigortalı olarak çalıştığını sanan,gariban bayanın dramını yaşamasaydım.
Öyle hazin ki, gece vardiyasında mesai yapıyoruz, ben makineleri geziyorum, kazanı kontrol ediyorum, genel iş takibini yapıyordum.
Saat takriben 23.15 civarıydı.
Kısım ikiye geçtim,bobinleri saran, bayan elemana baktım,sabit bakıyordu, bir anda kaskatı kesildi,
Gözleri fal taşı gibi açıldı,ağzından köpükler saçıldı,adeta bir robot gibi yere çakıldı,öyle şaşırdım ki sormayın.
Hayatımda o ana kadar böyle bir olayla hiç karşılaşmamıştım, aptallaştım, hemen yanına yaklaştım, elemanlara, seslendim geldiler, ellerinden gelen ne varsa, ortaya serdiler, maharetlerini gösterdiler.
Yakın arkadaşlarından biri,arkadaşlar telâşlanmayın,zaten belliydi,zavallı ne çekmişti,bunu bir Allah, birde ben bilirim deyince, daha çok şaşırdım, hemen orada kendi kendime hayıflandım,haberimiz yok,ama neler var dünyada diye.
Bayan arkadaş,bir müddet sonra ayıldı,kendine geldi,sara hastası olduğunu belittiler,şimdi geçer dediler,
Fakat olsun biz yine de seni, bir hastaneye gönderelim de kontrol edilirsin,durumunun tespiti yapılır, olmaz mı deyince,
Faydası olmaz acil servisinde ilgi az,izin verirseniz şimdi gidip dinleneyim,yarın nöroloji doktoruna giderim dedi.
Bende tamam, sen durumunu bizden daha iyi bilirsin,diyerek şoföre talimat verdim,evine bırakmasını tembihledim.
Şoför yanıma yaklaştı,kulağıma eğildi,efenim,size söyleyemiyor,ama sigortası hala yapılmadı, personel müdürü oyalayıp duruyor, her maaşında üstelik ücreti kesiliyor deyince;
Beynime kan toplandı,gözlerimin önü karardı,boğazım kurudu,kulaklarım kızardı,ateş yüz hatlarımı sardı.
Allah kahretsin böyle varlığı; Yarabbi senin uygun görmediğin,kullarına tavsiye etmediğin,lanetlediğin,
Kul hakkını gasp ederek,bunu marifet sayarak,aldananlardan eyleme,diye kalbi hislerimle duamı yaptım.
Personel kaleminden,bayanın durumunu kontrol ettim ki,içler acısı yedi aydır çalışıyor,ama sigortası yapılmıyor,
Neden diye sorunca da, iş talebinde bulunanlar pek çok,çalışmak istemiyor mu,hiç nazlandırma hemen kapıya koy,çıkart demesinlermi.
Bak Mehmet, usta elemanlarının çoğunu yeniledi,sizde aynısını yapın diyerek, tavsiyede bulundular akıl da neleri.
O zaman tepemden sıcak sular bir hışımda indi. Biraz bocalamaya başladım,bende mi gariplik var,idareciler de mi terslik var,diyerek mırıldanmaktan kendimi alamadım.
Sosyal barış,iş ahlakı,dürüstlük,adalet mevhumları nerede kaldı,öyle ya para kazanmak en büyük sanattı,toplumsal temel öğeler, kilere kaldırılmış,menfaat ve yalaklık her tarafı sarmıştı sanki.
Nerede kaldı mükellefiyet, bu kadar yozlaşma, nasıl izah edilir,bütün bunların sebebi ne olabilir diye düşündüm,daha çok dertlendim.
Fakat; tiksinmiştim,soğumuş,buz kesilmiştim,hakkımda en hayırlısı ne ise Allah tan onu samimiyetimle istedim.
Kanaatim odur ki;
Tespit ettiğim,şahit olduğum,zulme,haksızlığa,gaspa gücümün yettiğince müdahale etmezsem,
Kendime,kişiliğime,kul olabilme bilincime, saygı duyamam,ses çıkartmaz,seyirci kalırsam,mutlaka katkım olduğuna inanırım. Dolayısıyla kayıtsız kalıp, seyirci olamam.
Günler ilerledikçe, geldiğim ilk günlerdeki heyecanımı,hevesimi, ümitlerimi ve şevkimi bulamıyorum, sıkıntılı, buruk, amcazademe karşı donuk,bir şekilde fire vermeden çalışıyordum.
Kazandan ipleri çıkarttık,sulardan arınmasını bekliyorduk,boş durmayım diye,ikinci kazanın iplerini,kontrol etmeye başlamıştım ve dalgındım.
Belimi iki kollarıyla kavrayıp, kendine doğru çekerek,dili ve dudaklarıyla el ense eden, bakire hislerimi bir anda galeyana getiren ve inanılmaz şekilde heyecanlandırdı.
İçime hasret kalınmış bir arzu salan kişiye,dönüp baktığımda yüzü alev gibi yanan,gözlerini kapatarak kendini bana sunan,Ferize isminde bir kız.
(devamı nakşeden izler 4 te)

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:11 AM
Nakşeden İzler (Anı roman 4)

Allah kalbimi bilir ya, kendimi çok zor zaptettim,fakat kendimden de geçtim o an,itiraf etmeliyim, şükürler olsun ki hemen toparlandım.
Ferize ne yapıyorsun,nasıl böyle davranırsın,oluyor mu bu yaptığın,çok şaşırdım inan ki,senden hiç beklemezdim,haydi hemen işinin başına dön diyebildim.
Ben sizi geldiğiniz günden belli,gece,gündüz düşünüyor, aklımdan çıkartamıyorum, kendimi sana adıyorum, sensizlikten kahroluyorum,
Fakat bunu sana bir türlü anlatamadım,burada kimseler yokken senin olmaya hazırım demesin mi.
Tabi bu sözler beni ihya ediyor,hoşuma gidiyordu,ama birazda şaşırtıyordu çünkü, ben cezbedecek bir güzelliğe haiz değildim,
Kızların ilgisini çekecek,tavırlardan uzaktım,konuştuğum her bir bayanla ölçülü ilişkiler kurardım,işin yoğunluğundan ve özellikle tüm hücrelerime kadar deruhte ettiğim,
Dürüstlük ve namus mevhumu, başka duygulara,kapı aralamaz,dolayısıyla fırsat oluşturmazdım,bunları bir anda aklımdan geçirdim ve orayı terk ettim.
Oldukça dikkatimi çekmiş,ilgimi uyandırmıştı,düşünmediğim duygulara bir anda salmıştı,bir odağa kilitlemişti sanki beni.
Bir anda içimde ki burukluk,hüzün,keder ve dertler kaybolup gitti,onun yerini heyecan, arzular ve takip aldı.
Bayanlara daha çok dikkat ettim ve fark etmediğim tespitleri yaptım,bana ilgisi olan bir Ferize değilmiş,
Sema ve ayrıca Hatice de varmış,onlara dikkat ettim,sanki mübarekler bulunmaz bir insanmışım gibi veya erkeklerin olmadığı mekan da, bir ben varmışım gibi, kendilerini zatıma sunmaya hazırlar.
Bir gariplik olmalıydı,hepsi de birbirinden güzel,saygılı ve edalı kızlardı,bu kadar cömert olarak kendilerini bana sunmamalıydılar.
Çünkü onların duygularını okşayacak,ne bir bakışım nede bir romantik imgelerim vardı.
Biraz yaşlı,nur yüzlü,ab destli Hava teyzemiz vardı,sağ olsun beni çok sayar ve severdi,hayır öğütlü,yumuşak dilli,her işin ehli bir hanımefendiydi.
Yanına doğru yaklaştım,tebessüm ediyordu,sanki duygularımı anlamış gibi,sizi üzüyorlar,yoruyorlar değil mi,diyerek devam etti.
Onlar çoktan beri, sana vurgunlar oğlum,bazen kendi aralarında dahi,kavga yapıyorlar,bizler biliyoruz fakat, senden yüz bulamıyorlar,mahallede dahi seni konuşuyorlar.
Bak Hava teyze,sen olgun ve tecrübelisin,merak ediyorum bunlar bende ne buluyorlar,sen benim tavırlarımda, bunları ümitlendirecek, bir emare görüyor musun,Allah aşkına söyle de bende bileyim.
Hayır oğlum katiyen,sen helal süt emmişin,fırsatçı,değilsin,yiğitsin,başarıl ı bir idarecisin,sen gelmeden burada huzur,güven diye bir şey yoktu,kimin kime gücü yeterse, istediğini zorda olsa alırdı.
Usta diye sahiplendiğimiz,ağabey dediğimiz bir çok insandan görmediğimiz, zulüm ve kötülük kalmadı,bunlar hat safhadaydı.
İşten çıkarılma korkusu hepimizi sarmış,çaresiz kalmıştık,evimize bizler bakıyoruz, her bir ihtiyacı kadın halimizle gidermeye çalışıyoruz.
İşte sen böyle bir zamanda,Hızır gibi geldin,herkese haddini bildirdin,kendini esirgemedin,bunlara insanlığı öğrettin,karşılığında iş harici, başka istekte bulunmadın.
Böyle yiğitleri kim kaçırmak ister,kim ondan uzak kalmak ister. Gönül güzelliğinin üstünde, başka güzellik kalıcı olabilir mi.
Boşa dememişler her halde; (güvenme zenginliğine bir kıvılcım yeter, güvenme güzelliğine bir sivilci yeter.) diye.
İşte oğul,bunlar sende, sadece güzellik değil,daha güzelini buluyorlar,Allah işini,gücünü asan etsin,önüne kolaylıklar sersin diye dua etti.
Bende teşekkür ederek,alacağım dersi,deruhte etmiş bir öğrenci edası ile oradan ayrıldım.
Fakat duygularım kabarmış,beynime taarruz ediyordu,hep karşıma çıkıyor,beni buluyordu.
Onları görmediğim zaman,gözlerim arıyordu,tebessüm ederek sineme,yıllarca frenlediğim hislerim, durmuyordu,gece rüyama giriyor, benimle oluyordu.
Baktım ki durum,zahiren haz veriyor tatlı, fakat neticesi çok meşakkatli, geçici zevkler her zaman tehlikeliydi.
İnsan hayatında silinmeyen kalıcı bir iz bırakırdı,bulaşmamalıydım.
Karar verdim,gün aşırı oruç tutuyordum,hislerime gem vurmak için,sakal bıraktım,yaşlı ve itici görünmek için,grup içinden ayrılmıyor,onlara fırsat vermiyordum.
Daha çok ibadete yöneliyor,Yusuf a.s.mın hayatını özümsüyordum.
Günlerden perşembeydi,mesaiye kalıyorduk,yemek fabrikasından yemekler gelmeyince,oldukça acıktık çalışanlar gözüme bakıyorlardı.
Fabrikada benden başka hiçbir idareci yoktu,yüklü malı İstanbul’a teslim etmek ve bir iki gün kalmak için gitmişlerdi.
Yemek haneye defalarca telefon ettik,cevap verecek kimse çıkmıyordu,işletme fakültesinde okuyan,aynı zamanda yanımızda çalışan Ferhat isminde,
Karakter sahibi elemana,araca bin ilerdeki bakkaldan yiyecek olarak,çalışanlara yetecek kadar,bir şeyler alda gel dedim ve dikkatli olmasını söyledim.
Çalışarak Ferhat’ın gelmesini bekliyorduk,telefona çağrıldım,ahizeyi alarak alo dedim,Ferhat’tı sesi kısılıyor mahcuptu,gelirken su birikintisinden hızlı geçmiş,aracın bujileri ıslanmış ve orada kalmış,
Tamam Ferhat üzülme, bekle geliyorum ben diyerek, telefonu kapattım,hemen bir halat aldım, hızlı bir şekilde hedefe varmak üzere, fabrikadan ayrıldım.
Hava biraz yağışlıydı,sil geçler faal çalışmıyordu,200 Docta kalas gibi bir arabaydı,mübarekte hiç estetik yok, bu araçları sürenler sanki farklı insanlardı.
Nihayet personelimizin servisini yapan fort minibüsü ve içinde oturan Ferhat’ı gördüm,yaklaşarak önüne durdum,araçtan indim geçmiş olsun dedim ve ne yapabiliriz diye düşündüm.
Personel yemek bekliyordu,yağmur yağıyordu,aracı çekmekten başka bir çözüm görünmüyordu.
Ferhat’a hangisini sürersin,nasıl olsa ikimizin de şoförlüğü var, ama ehliyetimiz yok,tercihini sen yap dedim.
Ferhat’ta,çekilmesi gereken aracı tercih etti,dikkat et sinyallerden gözünü ayırma diyerek tembihledim.
Problem olursa kornayı çalmayı unutma sakın dedim.
Aracı çekerken çalıştırmak mümkündü, fakat Ferhat bundan çok çekiniyordu.
Çekmeye başladık, gayet güzel gidiyorduk,
Fabrikanın önüne yaklaştığımızda Ferhat küt diye, arkadan çarptı,hemen frene bastım,stop ederek araçtan atladım,
Baktım ki fort minibüsün önü,kaputu,panjurları,marş dinamosu,maf olmuş ve içinden çıkılmaz bir hal almıştı.
Ferhat’ın gözüne baktım mahzunlaşmış,kızarmıştı,dişlerimi sıktım, donup kaldım. Bu servis personel taşıyacak,elimiz ayağımız olacak,şimdi ne olacak diye hayıflandım.
Allah’ım sen kerimsin,merhametlisin,zorda kalanın imdadına yetişirsin,acze düştük,naçar kaldık Rabbimiz olarak sana el açtık, sen bizlere genişlik ve imkan ver diye içimden dua yaptım.
Tamam Ferhat yardım ette,şu erzakları taşıyalım,elemanlar yemeklerini yerken,bizler de çözüm arayalım,haydi fazla üzülme,dedim fakat Ferhat daha çok matlaşıyor,karamsarlığa doğru gidiyordu.
Ferhat sana diyorum,ne düşünüyorsun deyince,Ferhat derince bir nefes alarak,tamamda ağabey,duyulunca benim işime son vermezler mi, ne olacak benim halim, dedi.
Aldığım parayla hem okumaya çalışıyorum,hem de annemlere bakmak zorundayım demez mi.
Bak güzel kardeşim, yaratan, yoktan var eden, bu güzel kainatı halk eden, rızkı veren Allah olduğunu bilmeliyiz.
En güzel sevgiliye neden yönelmiyorsun,çözümü onu anarak düşünmüyorsun.
Hamd olsun Allah’a, bak aklıma bir fikir geldi,şöyle yapabiliriz deyince,nasıl dedi sevinerek, ben seninle yer değiştirmiş olurum, dolayısıyla çarpan, ben olurum dedim,
Mümkün değil kabul edemem,zaten bizler için ne kadar,gayret gösterdiğini,kendini heder ettiğini bilerek, nasıl böyle bir şeyi kabul ederim.
Ferhat beni yorma,ben yaşlı bir insanım,sana sormadan,söz hakkı vermeden,gitmen için talimat veren benim,yemeğin gelmeme sorunu bizim,dolayısıyla sen,kendi inisiyatifini kullanarak tercih yapmış değilsin.
Lütfen kendini daha fazla üzerek,beni de çıkmaza sokma,ehliyetin olmadığı halde,ses çıkarmadan talimatıma uyman, benim için çok yeterli bir sebeptir diyerek,araçları orada bırakıp,fabrikaya daldık.
Elemanlar yemeklerini yerken,odama geçerek telefona sarıldım,sanayide böyle geç saate, açık bir dükkan buluruyuz belki, diye çare arıyordum.
Fakat ne mümkün,cevap veren bulamıyordum,ama yılmıyor, komşu fabrikaları arayarak,emek harcıyordum.
Maalesef telefonla netice alamadık,doç kamyonete atlayarak,sanayiye doğru yol alıyorduk,bir ümitti bizim ki açık bir dükkan bulur muyuz diye.
Üç saatten fazla bütün sokakları taradık,aramadık bir yer bırakmadık,aradık.
Takatsiz kaldık,fabrikaya dönmek için karar aldık,geçici bir servisle personeli evlerine dağıttık,ben yine orda fabrikada,sessizliğin en cömert ortamında, tüm dertlerimle baş başa kalmıştım.
Bekliyordum Mehmet ustanın büyük bir keyifle,bana bakacağını,patrona katkı yaparak anlatacağını,Sabri beyin inanacağını,onlar için bulunmaz fırsattı bu, onlara sormadan karar vermiştim çünki.
Durumu Ferhat’a söylediğim şekilde,üstlenerek,ben yaptım diyerek,nasıl olduğunu izah ettim,Sabri bey Allah var,anlayışlı davrandı,sebep olan yemekhane ile işleri kopardı.
Fakat böyle kolay geçiştirilmeyeceğine dair kuşkularım vardı.
Kuşkularımda haklı olduğum gün gibi ortaya çıktı,sağ olsunlar boş durmamışlar, İstanbul’da bulunan Osman beye, hemen sıcak haberi havale etmişler.
Doğruya iş sorumluluğu değil miydi,elbette iş vereni bilgilendirecekti.!
İki gün sonra,oldukça yoğun bir iş ortamında, Osman beyin geldiğini haber verdiler.
Uzaktan gördüm,fabrikayı geziyorlardı,yanında ikide misafiri vardı,oraya doğru yöneldim hoş geldiniz diyerek,o an yapılmakta olan işlerden bilgi verdim.
Misafirlerle tanıştık,kaynatası ve kayın biraderiymiş,memnun olduğumu ifade ederek,tokalaştık. Osman bey,aracı çarpanın şoför olduğunu zannediyormuş,zaten gözüm tutmuyordu dedi.
Bu durumda sessiz kalamazdım,çünkü haksızlık yapılıyordu, kazayı yapan şoför değil,bendim ve hemen Osman beye olayı izah ettim.
Hiç beklemediğim kadar,misafirlerinin yanında,sen nasıl araç sürersin,ehliyetin var mı ki,nasıl böyle düşüncesiz davrana bilirsin deyince,öyle bir şok oldum ki.
Ağzıma gelen,boğazımda düğümlenen, yeter artık be,seni de,fabrikanızı da,aracınızı da Allah yargılasın,benden buraya kadar diyerek,terk edip gitmekti.
O an kaynatası müdahale etti,sen ne yapıyorsun,böyle yapılır mı diyerek araya girdi,fakat benden tüm ümitlerim ve çalışma heveslerim,damarlarından kan boşalır gibi çekilip gitti.
Oradan ayrıldım,kazan dairesine kendimi zor attım,epey bir görünmedim,aramışlar hiç fark etmedim.
Sakinleşmek niyetiyle ab dest aldım,iki rekat namaz kıldım,hissettiğim duygularımı sakladım,kimseye anlatmadım.
Yüreğimde ki hüznümü,maksadımı Allah biliyordu, rahatlamıştım,ona açıldım,telaffuz etmeden,göz yaşlarımla dert yandım.
Fabrikada işler azalmıştı,gün geçtikçe iade mallar oluyordu,personel çıkartılıyordu,Allah’tan iade edilen malların hepsi de bizimle ilgili değil,Mehmet ustanın bölümündeydi.
Fabrika ortakları sık sık bir araya geliyor,hararetli konuşmalar yapıyorlardı. Ben kendimi işe vermiş,konuşmamayı,sessizliği tercih etmiştim.
Eski,şen,şakrak,moral dağıtan,ümitsizlere kucak açan, Mustafa’nın gönlü, fabrikayı terk etmiş,sadece fiziği kalmıştı sanki.
Kazan su ile doldurulmuş,boya hazırlanıyordu,kontrol ettim tamamdı, karıştırıldı,asit ilave edildi,ipler kazana sarkıtılacaktı ki,Mehmet usta beni çağırıyordu.
Mustafa bey,Osman bey sizi odasında bekliyor,hayırdır dedim,inan ki bilmiyorum diye cevap verdi. Odasına vardım,buyurun beni çağırmışınız dinliyorum dedim.
Bak Mustafa son zamanlar da, hakkında iyi şeyler duymuyorum,Sabri bey her halde Mustafa bey, tarikata girdi,kendini sürekli ibadete verdi,çalışanlar içinde kötü örnek oluşturuyor,diyor.
Bir anda şaşırdım kaldım,ne söyleye bilirdim.!
Benim amcazadem olacak,beni dinleyip bir gün halimi,düşüncelerimi sormayacak,başkalarının kanaatine göre yargılayacak,olacak şey gibi değil,nasıl iyimser olabilirim.
Hiç ilgisi yok söylenenlerin,fakat merak ediyorum,hiç bir işi aksattım mı,bir gün olsun defolu mal çıkarttım mı?
Vardiyamda bir sorun yaşandı mı,bunu siz hiç merak ettiniz mi,onlara sordunuz mu,mahiyetimde çalışan elemanların verimliliği,
Sekiz aydır hiç aksamadan ve artarak devam ediyor, neden tarafınızdan şimdiye kadar fark edilmedi,kendinize bunu sordunuz mu?
Bura da nelerin döndüğünü siz hiç fark ettiniz mi,benim bir yıldır,yirmi dört saatim burada geçiyor,bunun ne demek olduğunu, aklınızdan geçirdiniz mi,bunu hiç düşündünüz mü?
Bırakın akraba olmayı,bir insan olarak hakkım olan,sevgi ve muhabbeti esirgediniz,oysa ki yıllarca hasret kalmıştım ve o nedenle buraya gelmiştim,siz bu olguları,düşünerek, hiç değer verdiniz mi?
Yirmi iki yaşında ve fabrikada, yalnız olan bir gencim,hiç sosyal yaşantım,doğal ihtiyacım, olamaz mı,bunu kendinize şimdiye kadar hiç sordunuz mu?
Bir yıldır çalışıyorum,üç aylık sigortalı görünüyorum,bunu da maalesef yıl sonunda öğreniyorum, Mehmet ustanın, iki katı hizmet veriyorum,üçte biri oranında maaş alıyorum,
Bu ne anlama geliyor,siz biliyor musunuz,işinizden fırsat bularak,merak ettiniz mi,yoksa bu, sizin işiniz değil miydi?
Onu dahi alırken ne kadar zorlanıyorum,sabaha kadar bomboş fabrikada,sanki gece bekçiliği yapıyorum,hafta sonların da,bir gün dahi ayrılamıyordum,siz hiç düşündünüz mü bunu, ne demek olduğunu biliyor musunuz?
Allah aşkına siz,işinizden başka olgulara, değer vererek, hiç düşündünüz mü, şimdiye kadar,tespit ettiğim ve sinemde biriktirdiğim ne varsa,
Bilmediklerine şahit olduğum,tüm sırlarımı,yanılgılarını bir solukta,hışımla haykıracaktım,fakat yapamadım!
Çünkü sevgili babam ve şahit olduğum yardımları gözümün önüne geldi,o an yutkundum,adeta boğazıma düğümlendi, söyleyeceklerim,kafamı önüme eğdim,hiçbir şey söyleyemedim.
Ve kapıyı çektim,efkarımın doruğun da odama geçtim,valizimi hazırladım.
Akşam saat 20.30 da,kimseyle vedalaşmadan, nasıl vedalaşa bilirdim ki, onlara ne söyleyecektim,
Amcamın oğlu, Osman beyi mi, şikayet edecektim,hiç ilgim olmayan, asılsız zanlar yüzünden mi diyecektim,gizleyemezdim.
Onlarla hukukum, dürüstlüğe dayanıyordu,harbiliğe dayanıyordu,bu vazgeçilmez mevhumların, vatanı olmazdı, bunu öğrenmişlerdi, biliyorlardı.
Cebimde ne kadar para var,miktarını bilmeden, oto stop yaparak, terminale geldim,o kadar kalabalıktı ki,fakat ben yalnızdım, hüzünlerimin eşliğinde,yalnızlığımın ıssız derinliğine dalarak, sabaha kadar bekledim.
Sitem,hicran,keder ne derseniz kilitlendim,otobüsün gelmesini bekledim,zira benim her halimi anlayan, güzel kentim Kayserime,kavuşacaktım,gıyabında dahi düşünsem mütevazilik kuşatmıştı onu.
Ama çok,pek çok hüzünlüydüm,sanki kendi içimde çözümsüzdüm. Kuytu bir mekan buldum, gecenin kuşatan sessizliğinde,mehtaba baktım daldım.
İçim alev alev yanıyor, fakat açamıyorum,sanki öyle bir yük ki,kaçamıyorum,deniyordum,dertleniyordum ama saçamıyorum,yoruldum inan ki artık, bakamıyorum.
Öyle bir ruh halim vardı ki, o an, kasvet kuşatmış,teslim almıştı beni bir an.
Tefekkür ikliminde çare aradım, ve içimden geldiği gibi, hiç sansür uygulamadan, kelimeleri ufkumda sıraladım.
Gönlümün mehtabımda adımlarken,ışıksız kaldım,soldum soludum,pür dikkat mecalle aczime sordum,hani ne oldu enaniyetim,keyfiyetim,diye.
Öyle daldım ki, dağları aştım, meftun oldum kendimden geçtim, şelale gibi aktım, denizleri seçtim, varlığımla kendimi tefekkür ederken.
Durmuyordum, seyrediyordum, gizemlerin barınağı olan *******i!
Dünya ekseninde semazen olmuş, Huda her yarattığına gerçeği sormuş, akdedip sabredenler, su yüzünde saman olmuş, etmeyenler ise sefalet ve zillette boğulmuş.
Beni yaratıp donatan,en ulvi duyguları mücehhez kılan,her zaman bağışlayan,Rahman ve Rahim olan,Yaratan Rabbim’e sığındım,sinemi istila eden burukluğumla ona ellerimi açtım.
Ey Allah’ım, biliyorum ki imtihan ediyorsun,fakat sen beni, benden daha iyi bilirsin, kimseye bilerek kötülük yapmadığımı,gözümü kör edecek hırsımın olmadığını,kalbimde hasedin hiç barınmadığını,
Helalinden kazanayım istedim,bunun için hiç vakit gözetmedim, üşenmedim, isyan etmedim, gücümün üzerinde gayret gösterdim ve her zaman sana hamd ettim.
Sinemi bu kadar, harap edecek ne yaptım,yüreğimde kopan fırtınalara,zihnimi felç eden dalgalara, artık göğüs geremiyorum.
Yüküm ağır geliyor sabredemiyorum,takatim kalmadı artık yoruluyorum,sana sığınıyorum,çözümün sende olduğunu biliyorum,öyle inanıyorum,
Beni hiç zorda bırakmadın, lütufta bulundun,hep umudum oldun, ben yine sana geldim, kapına sığındım,bana gönül rahatlığı ver,çözüm bulmam için bir vesile göster, diyerek ellerimin içiyle yüzümü mesettim.
Silkinmiştim,meramımı maksuduma havale etmiştim,rahatlamıştım,bir cengaver gibi hayatta beni bekleyen,yeni imkanlara ümitle kucak açmıştım,yeis’ten arınıp, istikbale yeniden kapı aralamıştım.
Bursa da geçirdiğim bir yıl boyunca,bir çok dost kazanmıştım,hayırlı ve güzel hizmetler yapmıştım, gariban insanların sığınağı olmuştum.
Bu insanlara, hayata daha farklı pencereden bakma ufkunu, kazandırmıştım, bunlar benim için çok yeterli sebeplerdi.
Fakat,babama,anneme Bursa dan böyle habersiz, alel acele niçin döndüğümü, nasıl izah edip,anlatacaktım.
Zihnimden bu içinden çıkılmaz,keşmekeşliği bir türlü atamıyordum,bu düşünceler eşliğinde yol alıyordum.
Değişik senaryolar hazırlayıp,sil baştan yapıyordum,bedenen çalışmaktan çok daha fazla yoruluyordum,sinemdeki dalgalar eşliğinde düşüncelere dalıyordum.
Uyuya kalmışım, öyle derin ki;
Gözlerimi açtığımda,her kez otobüsten inmiş, sadece ben kalmıştım.
Fakat; zihnimdeki fırtınalar durulmuş, kuş gibi hafiflemiştim,ufkum açılmış, hem de, karnım açıkmış olarak kendimdeydim, bu ne büyük bir nimet, şükürler olsun.
Bu kadar rahatlayınca, nasıl hamd etmem, yüce Allah’a,hem de hemen, ab dest aldım,çimenlerin üzerinde, iki rekât namaz kıldım.
Okyanusun azametli dalgalarının ortasında alabora olmaktan kurtulmuş,karaya, sahilin o eşsiz güzelliğine, bir anda kucak açmıştım.
Böyle fırtınalara maruz kalarak, birebir yaşayanların, beni daha iyi anlayacaklarını zannediyorum.
Fakat yinede herkesin, farklı bile olsa, böyle duyguların benzerlerini yaşadıklarına, veya bir gün yaşayacaklarına inanıyorum.
Evimize geldim,annem ve babamın anlayıp,ikna olacakları biçimde, sizlere, memleketime dayanamadım, kabilinden ifadelerde bulundum ve böylece Bursa hatırama noktayı koydum.
Birkaç gün dinlendim,dost arkadaşım Mehmet Muçhan sağ olsun, beni hiç yalnız bırakmadı,bir yıllık özlemimizi,bir nebzede olsa gidermiştik.
Meğerse daha yeni, kendini toparlıyormuş.
Hastalanmış,günlerce hasta yatağında yatmış,İstanbul dan Prof.Dr.Ayhan Songar’a, Ankara dan Dr. Emin Acar’a giderek günlerce çare aramış.
Mehmet’in annesi Fatma hanım teyze,onun olmadığı bir zamanda, sesini kısarak,ah Mustafa bilsen neler çektik diye başını sallayarak,aynı paniği yeniden yaşıyormuş gibi anlatıyordu.
Kendi gönlünde çaresiz kalmış,etrafına bakınmış,kendinden başkada yanan yokmuş, ne yapsın zavallı kadın, dalyan gibi oğlu gözünün önünde, gün geçtikçe kötüleşiyor, harap oluyormuş.
Öyle ki, kim bir tavsiyede bulunsa,vakit geçirmeden uygulamaya koyuluyormuş, çoğunu da Mehmet ten saklayarak yapıyormuş,sıkıca da tembihliyor beni,
Aman ne olur, sakın ola ki Mehmet’e söyleme emi diye tembihliyordu.
Onunla geçmiş olsun çok çileler çekmişiniz,merak etme teyzeciğim inanın ki, söylemem kimseye dedim ve mu sade alarak oradan ayrıldım.
Şu satırları yazdığım an ve zaman itibarı ile tam yirmi üç yıl geçmişti,ben hala sizlerden başka kimseye de, söylememiştim bu sırrımı,artık sakıncası olmadığına inanıyorum.
Günler geçiyor,zaman mevhumu kendi ölçeğinde, sormadan,bizatihi alacaklı gibi,derinden, hissettirmeden bir şeyler alıp götürüyordu bizlerden.
Tasavvuf ve tarikat söylemi nereye gitsek karşımıza çıkıyordu,sanki o günlerde gündemi o oluşturuyordu.
Mehmet durmuyor beni sürekli zorluyordu,ben senin kadar kararlı ve cesaretli değilim,önce tarikata sen gir,sonrada ben gireyim diyordu.
Fakat anlaşılamayanlar haddinden fazla çoktu, içine girenler Allah ve Peygamberden çok şeyhlerinden ve kerametlerinden bahsediyorlardı.
Onunla da yetinmeyip mürşitlerinin kutbu cihan veya gavs olduklarını söyleyerek, onlara makam tayin etmeyi ihmal etmiyorlardı.
Akıl,mantık zaviyesinden, sorgulamaya fırsat vermiyorlar ve içine girip yaşamayınca anlayamazsın diyorlardı.
Denize düşüp’te, yüzmeyi bilemeyen bir insanın, haleti ruhuyesi ne ise,bende o günlerde, gönlümün derinliklerinde, öyleydim.
Siyasi arenada, İslâm’i söylemde,dikkatimizi çeken, o günkü koşullarda, bizlere cazip gelen,
Tüm mazlumların,saf,samimi,manevi duyarlılığı olan,dar gelirli insanların,çıkış kapısı olarak gördükleri,
Bir amaç,hedef olarak ileri sürdükleri,kendilerinin, diğer partilerden üstün ve farklı olduklarını,ilan ettikleri,
Bizlere yabancı olan parlâmento,yasama,yürütme ve yargı organlarını, daha yakından tanıtarak ve öğreterek,
Ufkumuzda olmayan, hiçbir zaman tasavvur etmediğimiz, devleti tanıma ve sahiplenme olgusunu kazandırmışlar,
Kısıtlı olan televizyonlardan takip ederek,tavrımızı ve katkımızı netleştirmeye çalışıyorduk, bunlar bizlerden isteniyordu.
İlk defa bir parti binasına gittim.
Yusuf Bozkurt tan sonra il başkanı olan, Kenan Mutlu ve yönetim kurulu üyeleri ile, kiçikapı da ki o eski, millet caddesinin arkasından girilen,mütevazı binada tanıştığım,
Ve o gün, bu insanların çoğunda gözlemlediğim,mütereddit halin,yani zihninde teşekkül eden,
Fakat zaman içinde, çözüleceğine inanılan, rahatlıkla herkese sorulamayan,tefrika girmesinden korkulan,soru ve ünlem işaretlerinin olduğudur.
Artık bende,çevremin oluşturduğu koşullar nedeniyle, arkadaşım Mehmet’in bitmeyen ısrarı nedeniyle,
Ve içimde ki, bir çok mevhumun barınağı olarak,meçhule doğru,daha iyi bir kul olmak düşüncesiyle, yok sandığım,
Fakat belki de kendimi avuttuğum,enaniyet ve tekebbür virüslerinden,arınmak heva ve heveslerimi, daha iyi disipline etmek niyetiyle,kararımı vermiştim.
Girecektim artık, kararlıydım, tanıdığım herkesin, kurtuluş yolu olarak gördüğü ve gösterdiği,
İlahiyatlısından,mühendisine,doktorundan,öğr etmenine,
İş adamından,yayıncısına kadar,tanıdığım her kesin, tavsiye ettiği,
Ve fakat benim için, iks kümelerinden oluşan,denklemi düşünürken, kendime sürekli sorduğum,
Bu insanların,tahkiki,araştırması yok muydu,elbette vardı,akıl ve mantık açısından noksan değillerdi,öyleyse kandırılmış olamazlardı.
Benim bu insanlardan, daha kapsamlı bir araştırama yapmadığıma göre, ve dolayısıyla bunlardan, çok daha akıllı olmadığım kanaatiyle, tereddütlü davranmanın bir gereği ve manası yoktu.
Beni davet ettikleri yol,yalanlara, entrikalara, fırsatçılara,yalakalara ve her türlü mel’a netin işlendiği mekanlara,kapı aralamıyordu.
İnsanı tek başına sadece kendiyle müteşekkil, serbestiye ti, ve keyfiyetini vermiyordu.
Halife veya şeyh denen zat, müridin kalbinden geçen her şeyi bildiğini ve o bakımdan,
Çok dikkat edilmesi gerektiğini söylüyorlardı,yanına giderken kalbine sahip ol, tembihinde bulunmayı ihmal etmiyorlardı.
Anlatılanlar öyleydi, dolayısıyla benim gibi;
Yıllarca Allah demiş,Peygamber demiş,Kur’an demiş fakat; sadece taklit etmiş birini!
Doğurup dünyaya getirmiş,baba,anne olgusunu öğretmiş, yeme,içme, giyim, kuşam,yanlış,doğru öğretisinden ileriye gidememiş,
Ufkumu açmamış,bilgilerle donatmamış,hedef göstermemiş, ilke ve prensip konusunda duyarsız kalmış,bunlardan ellerinde olmayarak, bizleri mahrum bırakmış olan, canım annem ve sevgili babam.
Kime,nasıl,ne şekilde,hangi koşullarda,nereye kadar,hangi tavizlerle diye, hiç bir ölçü öğretilip,sorulmamıştı, şimdiye kadar!
Nasıl sorsunlar biçareler,onlara da babalarından, annelerinden miras kalmış,çünkü o yıllarda, her tarafı geçim sıkıntısı sarmış,
Harf inkılâbından dolayı herkes, bir çırpıda cahil kalmış,kim Allah’tan bahsediyorsa,gerici,yobaz sanılmış.
Gariban babam, kırk üç buçuk ay askerde kalmış,okumayı dahi öğrenememiş, fakat suçlu bulamamış,hiç kimseye bir şey soramamış,zira çoğu insan o yıllarda,aynı ahenkteymiş.
Geçinebilmenin en büyük dert olarak görüldüğü,aile ortamlarında şefkatin akıbetini bir düşünün, kim buluyor ki onu, hangi ölçülerle kime taksim etsin.
Benim en değerli varlığım olan annemi,sevgili babamı suçlamam,haddim değil,ama onlar gibi kimleri suçlayacağımdan ve nasıl hesap sorulacağından,habersiz ve de mahrum değilim.
Her şeye rağmen,hamd ederim Allah’a ki, Müslüman bir ailede ve İslam diyarında dünyaya gelmeyi, bizlere nasip etti.
Akidemiz,amellerimiz,taklitte olsa, gönlümüzde her zaman, hakikate kapı aralanmış,tahkike giden yolunda,taklitten geçtiğinin zeminini hazırlanmış.
Yalnızca bu dahi,şükretmek için,yeterli sebep değil mi.
Ya batıl olan dinlere iman edilen, bir aile ortamda dünyaya gelseydim, Müslüman kimliğinden uzak ve mahrum kalsaydım daha mı iyi idi.
Yine de,onlar sürekli;
Allah devlete ve Millete, zeval vermesin diye, dua ederlerdi.
Ben maalesef böyle dua edemiyordum.
Devlet denen olgu,halkının hizmetinde, emrinde ve bu görev bilincinde değil de, halkına tahakküm özentisinde olursa,
Devletin, devlet olabilme vasıflarına, haiz değilse ve bunları yerine getiremiyorsa,
(devamı nakşeden izler 5 te)

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:11 AM
Nakşeden İzler (Anı roman 5)

Halkının refahını ve mutluluğunu, artırmak yerine,onları sürekli perişanlığa, mahkum ediyorsa,
Adına Parlâmento denilen, ve bu milletin temsil yetkisi verdiği, millet vekillerinin bulunduğu mekan,her on yılda bir,tedavülden kaldırılıp,tasfiye ediliyorsa,
Bunu da, millet adına yaptık,milletin ve devletin bekası için diyorlarsa,temsil yetkisi olan nice mümtaz şahsiyetleri,hiç suçları olmadığı halde,mahkum ediyorlarsa,
Kendi kuvvet dengelerini, korumak ve kurtarmak adına,kanun çıkartıp,milletin ali menfaatlerini, hiçe sayıyorlarsa,
Milletten habersiz, kendi namı hesaplarına çalışan,kon tür gerilla,ergenekon veya batı çalışma gurubu gibi,
Milletinin aleyhinde ve milleti yönlendirme adına, parlâmentonun dahi çözemediği, bir oluşuma alet oluyorlarsa,
Bu milletin, devleti için her zaman, kendini feda etmiş ferlerinin, temel hak ve hürriyetleri, gözlerinin içine bakılarak, ellerinden alınıyorsa,
Bu mübarek millete, cihan devleti olma, bahtiyarlığını gösteren, ecdatlarımızı, hiçbir zaman gün yüzüne çıkarmaz ve arşivlere mahkûm ediliyorlarsa,
Ve bu milletin, en büyük arşivi, Bulgaristan’a kilo ile, hurda kağıt olarak satılıyorsa, bunu da devlet bizzat kendisi yapıyorsa,
Devletin,devlet olabilme şartlarından birisi olan,milletinin genelinin, en büyük kutsiyetlerini, Allah, Kur’an ve Peygamber bağlamında ki İslam ve prensiplerini,
Arapların dini sayarak, ve en büyük tehlike olarak, hedef gösterip, bu kutsal değerlere savaş açıyorlarsa;
İşte ben, böyle bir devlete, dua edemem,etmemde mümkünde değil,çünkü bu şekilde yapacağım bir dua,
Bu millete, zulüm etmem manasına gelir,böyle bir küstahlığı, nasıl yapabilirim,bu cesareti ve dalaleti, kendimde nasıl görebilirim.
Bu millete, huzuru çok görerek yozlaştıranlar, asimile yapanlar, maneviyattan uzaklaştırarak, maddeye mahkum edenlerin,
Yaptıkları her bir eylemin, maksatlı olduğu, bu millet tarafından pekala bilinmektedir.
Fakat bunlar, batıl ve şer cephesinde, yerlerini almış, az bir paha karşılığında, en önemli değerlerini satmış, gafil, ışıktan mahrum olmuş, piyon gibi kullanılan, posası çıktığı vakit, alaşağı edilen, biçarelerdir.
Şu anda, bu görevi icra edenler, yani onlarda, bir zamanlar, bu kutsiyetlere inanıyorlardı.
Fakat, makam, şan ve şöhret onların mabetleri, beslendikleri mekanlar da, maalesef kıbleleri oldu, bu zavallıların.
İşte ben, bu şuur ve idrak içerisinde, tüm çevreme, etki alanıma giren herkese ve emanetim de olan, sevgili neslime, yılmayacağım,
Ömrüm vefa ettiği sürece, bu gerçekleri onlara durmadan,haykıracağım.
Ki yeter artık, bu milletin yıllarca çektiği zulüm, artık canımıza tak dedi, belki şu anda, kuvvet dengeleri, müsait olduğundan, yükselen ateşi, kontrol altına aldıklarını, zannediyorlar.
Fakat; ateşin ne zaman yükseldiğini, fark edemeyecekleri, günlerde uzakta değil, sancılı doğum, şafakta görünüyor!
Toplumun tüm kesimlerinde, kıpırdanmalar, hak aramalar, meydanlara çıkmalar ve sosyal açılımlar durmuyor, ardı arkası kesilmiyor,devam ediyor,
Halkımızda, baş gösteren bu temayüller, protestolar ve ta ciğerlerinden gelen, isyan çığlıkları bitmek bilmiyor.
Tahakküm odakları, sürekli gündem değiştirmeye,yönlendirmeye, suni çözüm yollarını aramaya koyuldular.
Yalakları da boş durmuyorlar, bir yandan ellerindeki medya faktörünü kullanarak, millete korku pompalamaya devam ediyorlar.
Sakın ha, sesinizi yükseltmeyin, yoksa askerler gelir diyerek,sanki yaptıkları, tüm politik açmazları,askerler istedi bizlerde uyguladık!
Mantığından hareket ederek, milletimizin, peygamber ocağı diye sahip çıktığı, kendi efratlarını hedef göstererek, eğer bir suçlu varsa, orası da genel kurmay karargahıdır, diyorlardı.
Zavallıların, basiretleri kapanmış olmalı ki herhalde, milletimizin kimlerin, neden ve hangi maksada binaen, aldıkları kararları, ve yaptıkları uygulamaları, bilmediklerini zannediyorlar.
Oysa ki bu yüce millet, her bir oluşumu, yakinen takip ediyor.
Nasıl ki bir anne, evladının yaramazlıklarına, gelişme çağındadır diyerek, sabrediyor ve mühlet vererek affediyorsa,
Fakat, bu müsamahaya rağmen, çocuk haddini aşınca, annesinden ummadığı bir zamanda, nasıl elinin tersiyle, vurup devirdiğini, sevgi ve şefkatinden men ederek alaşağı ettiğini, buda yetmedi mi, istemeyerek beddua eylemine baş vuruyor.
Yaratanına yöneldiğini, her vatandaş, mutlaka biliyor.
O nedenle bu millet,kararını geç verir fakat tam verir, onu da yakinen biliyorlar.
Ben elbette, babamdan farklıydım ve farklı olmak zorundaydım,zira yaşadığım olaylar ve kazandığım tecrübeler bana, başka seçenek bırakmıyordu.
Kayıtsız kalamazdım, aman boş ver diyemezdim, bana ellemeyen yılan, bin yaşasın gafletine düşemezdim, dolayısıyla her şeyi Allah’a ve ahi ret gününe havale edemezdim.
Akıl, mantık ve idrakimi, başkalarına emanet veremezdim, insan olma vasfımı, düşünme melekemi, askıya alamazdım
Hülasa beşer olarak kalamazdım, yani doğan bir çocuğun, tek başına, hayatını idame ettirmesi ve yaşaması nasıl mümkün değilse,
Çocuğu doğuran annesi, bizzat kendini feda etmek pahasına, gözü gibi ona bakarak, koruması ve ayakta kalabilecek koşulları sağlamaya çalışması gibi,
Akıl, mantık ve idrakimi, başkalarına emanet veremezdim, insan olma vasfımı, düşünme melekemi, askıya alamazdım.
İnsan olmak ise, kimlik kazanmaya,kendini tanımaya, bulunduğu ortamı sorgulamaya, iyiyi ve kötüyü,doğruyu ve yanlışı algılamak.
Hakkı ve batılı, aklıyla elde ettiği bilgiler ışığında, mukayese yeteneğini geliştirmek, tercih etme hakkını kullanmak, bunlar gelişim süreciyle orantılı olan eylemlerdir dolaysıyla;
Kul olabilme bilincimi, yurttaşlık hakkımı, en iyi biçimiyle, kullanmalıydım, araştırıp, sorgulamalıydım.
Onun için,benim tarafımdan bilinmeyenlerin, bir muamma gibi görünenlerin, içine girerek deşifre etmeliyim.
Doğruları tespit ederek,yoldaş olmalıydım,yanlışlara da gücümün yettiği ölçüde, fren vazifesi yapmalıyım.
Herkes beşer olarak doğar, fakat her beşer, insan olamaz, insan olabilmeyi başarmak ve kazanmak zorundayız.
Yoksa aksi davranış, tembel kalış, kendini bulamamış, mükellef duygusuna haiz olmamış ve sürekli başka insanların desteğine ihtiyaç duymaları,
İleri yaşta bulunmaları dahi, bu insanların beşer olmaktan kurtulmaları anl****** gelmez. Çünkü insanı insan yapan değerler, mutlaka ön planda olmalıdır.
Ve bu maksatlar doğrultusunda, tarikat olgusunu da, keşfetmeliydim.
Öyle de yaptım, bir arkadaşımın vesilesiyle, kumaş toptancısı olan hacı Ender beyin refakatiyle.
Cami kebir civarında bulunan, selamet apartmanının üçüncü katının kuzeyin deki kapının ziline bastık, biraz bekledik ve nihayet kapı aralandı, içeriye buyur edilerek, zatı muhteremin huzuruna geldik.
Sağ olsun hoş geldiniz diyerek, hatırımızı aldı,nereli ve kimlerden olduğumun, kısa bir malûmatını alarak, istihare rüyamı nasıl gördüğümü anlatmamı istedi.
Bende nasıl gördüğümü,olduğu gibi anlattım,dinledi ve karar vermiş olmalı ki; şöyle temkinlerde bulundular.
Teheccüt, yani gecenin bir vaktinde, kılınan namazı, hassaten kılmamı ve belirli vakitlerde, falan sayı kadar, tespih çekmemi,varsa kaza namazım,
Vakit namazlarından önce, veya sonra bir günlük, kılmamı, haftalık sohbetlere kendi oturduğum semt olan, Yenimahalle katılmamı söyledi ve hayırlı olsun dileklerinde bulundular, kapıda bekleyenleri düşünerek,müsaade istedik ve bizleri sağ olsunlar kapıya kadar uğurladılar.
İçimden Allah razı olsun bumuymuş tarikat! Diyerek rahatladığımı anladım.
Meğer girmek, ne kadar kolaymış,ben zaten söylediklerinin çoğunu,yıllarca yapıyordum, ibadete yabancı değildim.
Kulluk, bilincimi geliştirmek, yıllarca taklit ettiğim, fakat; teferruatına inemediğim, ibadet ve ta atimin, şuuruna ermek ve her şeyi hakkıyla yapmak, hedefindeydim.
Arkadaşım Mehmet ve Yakup’la karar verdik, sabah namazına, meydan camisine gidecektik.
Seherin o alaca karanlığında, mütevazı bir muhabbet ortamında, sanki kenetlenmiştik, aynı hedefteydik ve nihayet mekâna gelmiştik.
Meydan Camisi, çok büyük değil,fakat içine girince, derin sessizliği barındıran, ayrıca huzurlu ve feyiz olduğu hemen gözleniyor.
Mehmet ilâhiyatlı olduğundan, aramızda en bilgili oydu, mihrapların bir peygamber makamı olduğunu,
Bilen ve bunun şuurunda olan, hocaların arkasında namaz kılmayı, tercih ve tayinini o belirliyordu, bizler de memnuniyetle icabet ediyorduk.
Birkaç gün aynı camide, sabah namazını kıldık, feyiz aldık ve hayırlar dileyerek, camiden ayrılıp giderken, kendi aramızda sohbet ediyorduk, Mehmet bu caminin, imamlığını yapan hocanın,
Yahyalı’lı olduğunu, Mükremin hafız diye bilindiğini, ehli takva bir kişi olduğunu, hafızlık konusunda muhkemlik sıfatı bulunduğunu,
Çok muhterem ve muhabbetli bir insan olduğunu söyleyerek, bir ara, sizleri tanıştırıp sohbet ederiz inşallah dedi.
Bizler de, madem ki bu kadar muhterem bir insan, neden şimdiye kadar hiç tanıştırmadın, diyerek latife yapmıştık.
Mehmet’te fırsat bulamadım, merak etmeyin, hocamızın ellerinden öperiz, bir gün inşallah, diyerek mevzuyu kapattık.
Arada bir de olsa, yunus emre camisine gidiyorduk, fakat meydan camisinden aldığımız, huzuru her zaman,arıyorduk.
Bu camide de, yine hafız olan, müezzinlik görevini yapan, mütevazı ve iyi bir insan olarak tanıdığımız arkadaş,
Yunus emre camisi imamının, şerrinden daima korkan,hacı Ömer Kafa isimli, yaşlı olmasına rağmen, ilâhiyat fakültesi son sınıfında okuyan, güzel bir arkadaşımız vardı.
Şahsıma latife olsun diye, baş imam derdi,niçin böyle taltif ediyorsun, hocam dediğimizde,
Ben, senin kadar, cami hocasının hatalarını, yüzüne söylesem, senin kadar dirayetli olabilsem, başkada bir şey istemem, ama mümkün değil ben söyleyemem diyerek devam etti konuşmasına.
Sen hiç çekinmeden, direk yüzüne söylüyorsun, ben bir denemeye kalksam, bu camide beni mümkün değil durdurmaz.
Allah bilir ya, senden de çok çekiniyor, bunu bilesin deyince, arkadaşım Mehmet hemen atılarak, bu kardeşimden kim çekinmez ki, haddine mi düşmüş diye söyleyince, katılarak cami içindeki, hocanın mevkiinde gülmüştük.
Nihayet meydan camisinin müezzinlik kadrosunda olan, ve fakat hafız olması nedeni ile imamlık yapan, Mehmet’in övgüyle bahsettiği, hoca efendiyle yine, bir sabah namazından sonra, tanışma fırsatı bulduk.
Yahyalılı Hafız Mükremin hoca, on yıldır aynı camide görev yapıyormuş, oldukça uzun boylu, iri cüsseli, heybetli, orta kilolu, kına rengine benzer sakalı vardı.
Mat, oldukça ciddi birini beklerken, enteresandır ki, o heybet ve cüsseye rağmen, mütevazı olduğu her halinden anlaşılan, sevecen bir insan.
Bizleri, gözlerinin içi gülerek, sarılıp kucaklayan,ısrarla böyle olmaz diyerek, alıp Derviş bakkala götüren, orada bizlere kendi elleriyle seçerek tarttığı Üzümleri, yedirerek ikram eden,
Ve Allah için, her zaman beklerim, sizler gibi, yüreği Hak sevgisiyle yanan yiğitler, bizler, için iftihar vesilesi, diyerek sizleri;
Geleceğimizin, teminatı olarak görüyorum,sizlerle ne kadar, öğünsek azdır, temennisiyle, bizleri dualarla uğurladı, işte böyle mübarek bir insan.
Sen gel de şaşma, taaccüp etme, aralarında bin metre olmayan, biri camiden kaçıran ve müezzinini yıldıran bir hoca,
Bir diğeri ise, insanın gönlünü alan, imamlık mesleğinin saygınlığını artıran, cemaatin şevkini kamçılayan, oldukça mütevazı olan, bizlerde kalıcı izler bırakan, muhterem bir hoca,
Oysaki; yıllarca bu meydan camisinden, mahrum kalmama, vesile olan, çocukluk anılarımı buğulayan, her ezan duyduğumda, bu buruk acıyı hatırlatan,
Müsamaha ve şefkatten nasibini alamamış, bir hoca yüzünden yaşadığım, on yedi yıl içimde sakladığım, o hazin olayı, hocayı ve camiyi, sinemi yıllarca yakan anımı ve sırrımı,
Bu kez, aynı mekanda tanıdığım, Hafız Mükremin hocayı, tanıyarak, kalpten muhabbet duyarak,yırtıp atıyor,
Ve yıllarca hasret kaldığım, cami sevgimin, yeniden filizlenip, yeşerdiğini hissediyordum.
Bunu da Allah razı olsun ki, muhterem hocam, Hafız Mükremin efendi sağlıyordu.
Sen gel de, bir insan olarak,böyle bir hocayı sayıp, sevme, gıyabında hayırla yad etme ve her zaman arkasında namaz kılayım diye sabırla bekleme.
Mükremin hocamla samimi olmuştuk, dertleşiyor, güncel olayları konuşuyorduk, manidardır ki aynı hedefe doğru yol alıyorduk.
Gelişmelerden bizleri, mahrum etmeyin, haberdar edin ki, bilelim bizlerde, elimizden ne geliyorsa, çabuk davranıp seferber edelim,diyordu.
Mehmet’le millet caddesinde, bir iş için koşturuyorduk. Yeni mahallede oturan, Şaban ağabey diye bilinen ve baharat işleriyle uğraşan, zatı muhteremle karşılaştık.
Hal hatırdan sonra, Mehmet sitem dolu bir ifadeyle, biz sizden neler beklerken, siz ne yapıyorsunuz,
Allah aşkına Şaban ağabey deyince, bende merak ettim, acaba ne oldu ki, Mehmet hiç şahit olmadığım,böyle bir tavır sergiledi.
Şaban bey hayırdır, niçin böyle kahırlı konuşuyorsun, deyince, ağabey nasıl konuşmam,daha ne olacak,
Benim canım gibi sevdiğim, çok değer verdiğim, her şeyine kefil olduğum, Mustafa kardeşim,Bursa dan geldi ve iki haftadır boş, münasip bir iş araştırıyor.
Böyle muttaki bir insanın, nasıl boş kalmasına, fırsat verilir, hala anlaya bilmiş değilim, deyince.
Elhamdülillah, bende başka bir şey mi oldu, diye merak ettim, tamam o iş olmuş bil, yarın arkadaşımız gelsin, hemen işe başlasın demez mi.
Ben, hiç beklemediğim bir anda geliştiği için, hem çok şaşırmıştım, hem de, bir o kadar sevinmiştim.
Çok memnun olmuştum, böyle hayırlı dostlara, sahip olduğum için Allah’a, şükretmiştim.
Baharat ve paketleme şirketinde, çalışmaya başlamıştım, güzel gidiyordu, arkadaşlarla kaynaşmıştık.
Çalışanların çoğu, üç, dört kişi hariç, battal gazi ve Cafer bey mahallesinden, servis yapılarak getirilen, anneleri ve on yaşın üzerindeki çocuklardı.
İşin özetini yapacak olursak, Mersinden getirilen çimento torbaları ebat’ın da olan, karbonatlar, un torbalarına benzer pirinç unları,susam torbaları vesaire,
Bu malzemeler elenerek,çeşitli ebatlarda,ambalajlanarak,paketleniyor ve muhtelif vilayetlere pazarlanıyordu.
Kara biber, tarçın değirmen makinesinde, öğütülüyor, aynı sistem uygulanıyor, istenilen ölçüde paketleniyordu.
Benim görevim, satış mümessiliydi, fakat yapmadığımız işte yoktu,gayret göstererek, samimi bir şekilde çalışıyorduk, mal sevkıyatı ve pazarlamak için, sıkça şehir dışına çıkıyordum.
Niğde, bor, Kırıkkale, Ankara pazarlarında, Bedfort dingilli kamyonla, sevkıyatı yapıyor, Parti genel merkezine uğruyor, bazen de Erbakan hocayla görüşüp,dönüp geliyorduk.
Sivas,Malatya,Tokat,zile,Samsun pazarlarında, aynı işlemleri tekrarlıyorduk.
Adana, Mersin, Ankara, Samsun en fazla pazarlama yaptığımız illerdi.
Şehir dışına çıktığımız vakit, orta sınıf otellerde kalırdık,Şaban bey, her sabah namazından sonra, tespihini çekerken uyanırdım,
Kollarımızda, sırtımızda malları, ikinci, bazen üçüncü katlara çıkartırdık ki, nasıl olsa gücümüz yetiyor ve Şaban bey boş yere hamala para vermesin diye.
Ama, Allah var, takatsiz kalır, hış diye yığılırdık. Bilhassa yazın insanlıktan çıkar,dilimiz dışarı sarkardı.
Fakat, hiç önemli değildi, çünkü huzurumuz vardı,zaman zamanda ibadet için,fırsat bulamaz, aksamalar yapardık, diğer vakit namazlarında, telafi etmeye çalışırdık.
O yıllarda, iş yeri düven önünde, bodrumdaydı,Akıncılar derneği de, iş yerinin üzerinde üçüncü kattaydı.
Dernekle, fırsat buldukça, yakinen ilgilenir, elimizden ne geliyorsa, esirgemezdik.
Bildiri dağıtmak, sesimizi duyurmak, varlığımızı ispatlamak, kim tayin ederse, tereddüt etmeden, hedefe koşardık, görevi ifa etmenin huzuruyla döner, yeni projeler peşinde koşardık.
Fakat genelde sahipsizdik, heyecanlı gençler, hedef göstersen, gözlerini kırpmadan giderlerdi, ama bu böyle olmamalıydı,çünkü;
Hedef tespiti, strateji, lojistik donanım, bilgi birikimi, hiçbir zaman, olması gereken, düzeyde olmadı, ütopyamızdaki tasavvurlarla besleniyor, evlerimizden iaşeler getiriyorduk.
Bunca fedakarlığa rağmen, terbiyemiz gereği, öne çıkmıyor, heveslilerini dinliyorduk, dinlerken de sürekli içinden çıkılamaz, tezatları aynı anda yaşıyorduk.
Güzel sesli bir insan Kur’an okuduğunda her çileyi unutuyor, yeniden doluyorduk.
Çünkü özlemimiz Asrı sadetti, sürekli o günlerin, çileli sancılarını, çekilen sıkıntılarını,sabredilerek Allah’tan istenen,
Fetih müjdesini, gasp ve zulümlerini hatırlıyor ve yaşarcasına anıyorduk, bizlerin çektikleri bu sıkıntılar, ashabın gördüğü, zulüm ve meşakkat yanında hiç kalıyordu.
Ben fırsat buldukça,şehirde kaldıkça, tespit ettiğim, yeni öğrendiğim ne varsa Hafız Mükremin Hocama anlatıyor ve onunla paylaşıyordum.
O zaman akıncılar derneğinde tanıdığım, yeni Almanya dan gelmiş, gözü kara,fakat,ölçüsüz olan,
Sürekli bir olayın içinde bulunmamız şartmış gibi, panik yapan, kumral, mavi gözlü, biraz ukala, asi tavırlı olan, bu gencin adı Mehmet Kabaktı.
Böyle gençlere sabretmek ve seyretmek durumunda kalıyorduk çünkü, derneği bunlar mekan tutmuşlardı,geçim sıkıntısı, maişiyet derdi yoktu bunların.
Kiminin babası halıcı,diğerinin ki ise hastane caddesinde toptancıydı, ara,sıra bizim gibi gelen insanlar, nasıl söz sahibi olurdu.
Özlemimiz saadet asrıydı,kıyafetimiz de,dökümlü bir şalvar, şalvarın üzerine dökülmüş, yakasız bir gömlek, kafamda papak ve Bursa da bıraktığım sakal, oluşturuyordu.
Sinemde barındırdığım, o kadar çok soru vardı ki, çözemediğim fakat, mutlaka sormam gereken, ama kime, nasıl soracaktım.
Herkes ayrı bir maslahat gösteriyordu, sorunun içinden çıkamadığı zaman, mürşidine gönderme yapıyordu.
Akla, mantığa uymayan, yer, zaman mevhumu tanımayan, izahını dahi yapamayan,alameti farikalardan, bahsediyor, kalben inanmamızı istiyor, belki de farkında olmadan kendini avutuyorlardı.
Arkadaşım Mehmet’e soruyordum, vallahi bende, anlamaya zorlanıyorum, sabredelim diyordu.
Bu içimi kemiren sorularımı sorarak, mantıklı bir cevap alamayınca sohbetlerde, sıkıcı geliyordu.
Enteresandır ki, soru dahi soramıyordum, çünkü sadece adap risalesi diye, bir kitap okutuyorlardı, devamlı.
Zira yanlış anlaşılmak, hat safhadaydı o günlerde,korkuyordum, arkadaşlarım zanda bulunacaklar diye.
Evet tefekkürü mevt diye, rabıta diye, bir olgu bilmiyordum, daha sonra bunları kelime olarak öğrendim.
Fakat ölümü düşünmek, o kadar basit ve kolay mıydı, yolu, yordamı, bu kadar sığ mıydı.
Son nefesimi vermeden, o ana kadar bütün yaşantım, neye, hangi ölçüye göre şekillendi, mihengim var mıydı veya nasıl olmalıydı.
Ruhlar aleminde bulunurken, verdiğimiz söze iman ettiğimiz, evet Yarabbi sen bizim Rabbimiz sin, ahdine ne kadar ve hangi koşullarda sadık kalabildim.
Bunların muhasebesini yapmadan, kulluk bilincini kazanmadan, taklitten kurtulup, tahkike ermeden, günü birlik bir hayatın, sefasını veya cefasını nasıl çekerim.
Çaresiz kalıp, hastalandığımız da, yatağa uzanıp yatarken, her türlü beşeri isteklerimin açılımlarını sağladığım bu yatağı,
Gün evveli, mecalsiz kalmadan, cazibe merkezi olduğumuz zaman,son nefesimizin mekanı olarak, hiç düşüne bildik mi?
Allah’ın ve sevgili resulünün ve ashabının, müçtehit imamların, tavsiye ve telkinlerine, duyarsız kaldım, en önemli referans ve müstakim olan bu yolu, yol pusulası olarak, telakki etmedim.
Hayatımı idame ettiğim sosyal yapı, beni bana bırakmadı, sürükleyip bu hale getirdi, eşim, dostum, çevrem, hep benim gibi yaşıyorlardı diye söylenmem!
Çok canlı ve diriydim, istek ve heveslerim bitmek bilmiyordu, ona yetişeyim, tatmin edeyim derken, kendimi ansızın yatakta buluverdim birden, diyerek figan etmem!
Bunca yıl ve farkında olmadan yaşadığım ömrüm, ansızın nasıl geçmiş anlayamadım ve şu an inanın şaşırdım kaldım, diye feryat etmem!
Şimdi ne düşüneceğimi dahi, bilememenin aczini yaşıyorum, evet bu dünyada işimiz bitti belli ki gidiyoruz, diye kederlenmem!
Ama nereye ve nasıl bir yere, gideceğim hakkında mütereddit olarak, tabuta kefenlenip konacağız, salaca ya konup arkamızdan gelenlere bakacağız, diyerek hayıflanmam!
Tabuttan çıkarılıp üç metre kefenle, bizi hasretle bekleyen ve asla reddetmeyen, sergisi topsak olan, meçhulde derinliği bulunan kabir’e bir çırpıda konacağız!
Ruhumuzun terk ettiği dünya ve nimetlerini, bir mühlet sonra da kefen ve etlerimiz çürüyerek, iskeletimizi bir ati olarak neslimize sunacağız!
Sorgu meleklerine ne diyeceğiz, bilemiyoruz haşyet ve taaccüple şaşırıp kalacağız, kabir alemi ve azabı neyse onu mutlaka göreceğiz ve öğreneceğiz!
Cehennem çukurlarından olan, bir çukura mı, yoksa cennet bahçelerinden bir bahçeye mi, kapı aralandığını amellerimiz ölçüsünde karar verilerek, mahşer gününü beklemek zorunda kalacağız!
Korku, panik, haşyet duygularını, en büyük azıkmış gibi, hep yanımızda bulacağız.
Ve bu duyguların, sadece dünyaya ait olmadığını, çok geçte olsa nihayet anlayacağız!
İmanımızı, amellerimizi, hayırlı evlat ve varsa hizmetlerimizi, çok arayacağız beklide bulamayacağız, fakat tükenmeyen bir ümitle sürekli arayıp duracağız.
Ölümün ne demek olduğunu, ancak o zaman idrak edeceğiz ve en müşahhas biçimiyle öyle anlayacağız ki, fakat bunu anlamakta bizlere bir kurtuluş sunmayacak.
İşte akıl ve izan sahipleri bu aşamaları yaşamadan, hiç vakit geçmeden ve mühlet varken, varlık ve kuvvetimiz, hatta en canlı hislerimiz, bizleri terk etmeden,
Düşünmek, idrak etmek ve bunun, en büyük sermaye olduğunu bilmek, şan, şöhret ve makamların insana asli yet kazandırmadığını deruhte etmek ve anlamak durumundayız.
Ölümü, asıl ve bu tespitlerden yola çıkarak düşünmeliyiz, yoksa ölmüş insanların durumunu, tahayyül etmek, ibret almak için belki uygundur!
Bizimde akıbetimizin, nihayetini bilmemek ve sadece tasavvur etmek ne demek!
Aklederek irdelemek ve bu tespitlerden sonra düşünmek gerek.
Gariptir belki, fakat anlayamadığım, taklide müteallik olgular benim için, bir çıkış yolu olarak, görünmüyordu.
Şu an yaşamakta olduğum ve aramakla yorulduğum, problemlere, çözümsüzlüklere, çare olacak bir tek alternatif sunamıyordu.
Maşallah, inşallah temennileri, gerekçesiz olduğu sürece, çözümün kendisi olmamalıdır!
Hayatı anlamlı kılmak adına yaşarken, mesnetsiz ve içi boş saplantılara kolayımıza geldiği için niçin bel bağlıyoruz?
Düşünün ki, rızkını arayan bir insan, çok az bir sermayeyle ve biraz da borçlanarak, akmaz, kokmaz kanaatiyle,
Sakin bir mahallenin, kuytu bir caddesinde, kira bedeli az olduğu için, bir dükkan tutarak, sermayeyi tuhafiye işine bağlıyor ve nasıl olsa Allah kerimdir niyetiyle, müşteri beklemeye başlıyor!
Geçimini, dükkan masrafını ve ödemek zorunda olduğu borçlarını, buraya gelecek müşterilerden ve kasaya girecek paradan yapacağını zannediyor.
Bu tevekkel insan, aynı zamanda namaz kılıyor, tespih çekiyor, dua ve zikir ediyor, hatta boş kaldıkça kitap bile okuyor, hiçbir kötülüğe dahi bulaşmıyor.
Size göre bu insan, ailesini geçindirir, borçlarını öder ve sermayesini muhafaza ederek, müşteri kitlesine ulaşması mümkün görünüyor mu?
Tabi ki mümkün efenim, rızkı veren Allah’tır, nereye gidersen git, rızkın seni bulacak demek, bizlere çözümü sunacak mı?
Peki öyleyse rızkı aramanın anlamı nerede kalacak?
O zaman demezler mi ki, sünnetullah ne olacak?
Eğer o saf, samimi ve tevekkel insan, piyasayı araştırmaz, pazarda kendine malını satacağı piyasayı bulamaz, müşteri kitlesine ulaşamaz ve rekabet ortamında, kuvvet dengesini oluşturamaz ise;
İşte bu insan, büyük bir şevkle başladığı, oldukça umutlandığı, kendi ve çocuklarının geleceği için, ufuk sandığı,
Gözü gibi baktığı dükkandan ve dolayısıyla Allah tan umduğunu bulamaz.
Ve bu nedenle, borçlarını dahi ödeyemez, sermayesinin ve emeğinin hakkının ne olduğunu bilemez.
Netice olarak bu insan, karamsarlığa düşer, borçların ödeyemeyince panik başlar ve maalesef evinde huzuru dahi kaçar.
Düzlüğe çıkmak ve sükuna kavuşmak için, çıkış aramaya başlar, fakat, alacaklı durmaz kapıya dayanır ve zili çalar, zavallı kaçacak yer arar fakat uğraşmaktan feleği şaşar, takatsiz kalır. Şevk, cesaret, sevinç ve ümit bu insanın gönül dünyasında alabora olmuştur.
Arkadaş çevresi, boş ver üzülme Allah kerimdir derler, büyük bir imtihandan geçtiğini söylerler, fakat maddi bağlamda başka bir alternatif sunamazlar.
Allah’ın hiç insanı, gücünün yetmeyeceği bir yüke, tabi tutması mümkün değilse ve bizzat yaratan tarafından bu bir vaat ise;
İnsanlarda, akıl, bilgi, tecrübe, istişare ve tespitlerden oluşan, kuvvet dengesini, azimetini ve iradesini, sabır ve sebatını bilerek düşünmeli, buna göre de hareket etmelidir.
Nasıl kendini tehlikeden koruyorsa, yani aslanın pençesinden, timsahın dişlerinden, piton yılanının boğmasından, denize düşmekten, sağlam dişini pense ile çekmekten, vagonun altına girerek,
Allah’ın izniyle kaldırırım diyerek, ahmaklığa düşmüyor ve kendini sürekli korumayı biliyorsa;
Hayatımızın bütününde böyle düşünmek ve olmak zorundayız, yoksa tedbirsizlik, tevekkellik ve ahmaklık Allah için, bir imtihan vesilesi olamaz.
İşte bu ve benzeri mantıkla hareket edilince;
Rabıta eyleminde, sürekli mürşidi düşünmek, bizlere ne kazandırıyor ve bizleri nereye doğru sürüklüyor diye sorabilmeliyiz!
(devamı nakşeden izler 6 da)

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:12 AM
Nakşeden İzler (Anı roman 6)

Bu dine inananların onca yaşadıkları zülüm ve çektikleri sıkıntılar, sadece bir imtihan vesilesi miydi, bunca zaman farkında olmadan bulaştığımız şirk illetinden, nasıl arınıp, kurtulacaktık, diye soramaz mıyız?
Ukba kelimesi, Dareyn kelimesi bizler için ne ifade ediyor, Allah’ın zatı ve subut’i sıfatlarını, niçin hakkıyla öğrenip ve idrak edemiyoruz?
Neden bunlara yabancı kalıyoruz, okumuyoruz, suya, yemeğe ve bir eşe duyduğumuz ihtiyacı, böylesi hayati konularda neden göstermiyoruz?
Oysa ki, bizlere bu hisleri veren cenabı Allah olduğunu biliyor ve bunu kabul ediyoruz, o zaman neden, onu tanımaktan korkuyoruz?
Peygamber efendimizi, hakkiyle tanıyor muyuz, Kuran’ı ahenkli bir şekilde okuyanın, kulağımıza gelen hoş ve güzel sesi haricimde, başka ne anlıyoruz?
Yer yüzünde en çok okunan kitabın, Kuranı kerim olduğunu biliyoruz.
Fakat hiç anlaşılmadan okunan kitabında kuranı kerim olduğunu bilmiyoruz.
Bu yüce kitabın anlaşılmamak üzere indiğini söyleyebilecek hiç kimse var mı?
Anlayanlar, ne yapıyor, neredeler, niçin sesleri çıkmıyor, niçin bunları konuşmuyoruz?
Kutbu cihan, gavsı azam diye makam tayin ettiğiniz, fakat hiçbir zaman, benim kendilerinden duymadığım,
Bu mübarek insanlar, onca zülüm ve tahripleri görmüyorlar mı, neden sürekli maslahat gözetiyorlar, şecaat askıya mı alındı, öyle bile olsa niçin,kimsenin haberi olmadı?
Yığınlarca insanlar, intisap edeli yıllar geçmiş, ama hala dar görüşlü, ufku kapalı, önünü göremeyen, fakat sorunları, başkalarına havale ederek,
Kurtulduğunu zannedenler, hat safhada, bunları Allah için benden başka gören kimse yok mu, bu kadar yozlaşma ve erozyon, ne zaman fark edilecek ve önlenecek?
Önderimiz, peygamber efendimizin, her şeyden ziyade, eğitim ve öğretime ne kadar çok önem verdiği malum, bu uğurdaki gayreti ve azmi, niçin dikkate alınmıyor?
Akıl, mantık sadece ticaret ve asvata da, acımasızca kendini gösteriyor, menfaat ve çıkarcılık maalesef fevkine çıkmış, ama hala birileri tarafından her nedense görülmüyor.
İyi niyetli, saf, dayanışma adına, cemaat ve ıhvan’ım,
Yani aynı yere intisaplı kardeşim diyerek, teslim olmak için gelen insanların, birileri tarafından aldatıldıklarını görmüyorlar, zira uğraş alanları tefekkür ve zikir!
Enteresandır ama, haremlik selamlık ve mahremiyet öyle anlaşılmaz bir hal almış ki, adeta tezatlar odağı olmuş.
O kadar farklı ve saklı ki, ilmihal kitaplarında dahi, konu olarak yerini alamayan, haremlik, selamlık bahsi, adeta yarışa çıkmış, koşu atları gibi.
Çok daha elzem ve bir o kadar öneme haiz olan, akaidi bilgileri sollamış, menzilde yerini almış, tesettür giyim diye bir de, yeni pazar oluşmuş!
Bizim, sizin, bacımız dediğimiz hanım kardeşlerimiz, bizlerden öyle kaçarlar ki, yüzlerini, gözlerini takva zannederek gizler kaçırırlar.
Ve hatta seslerini dahi öyle kısarak konuşurlar ki; adeta o an melek zannedersiniz mübarekleri.
El, yüz ve gözlerin ve hatta sesin haram olmadığı bir din anlayışını bunlar ne hale getiriyorlar, bilinç nerede kalıyor diye sormak lazım.
Fakat aynı hanımlar, pazardan mutfak masrafını ve kapıdan geçen seyyar satıcı ile pazarlığı veya sütçü ile gayet rahat şekilde ve hiç çekinmeden konuşuyorlar.
İhtiyaçları her neyse onu alıyorlar, bir mağazaya gittiklerinde, çarşı, pazar gezdiklerinde,oldukça rahatlar.
Aynı hanımlar resmi kurumlar dediğimiz, mekanlara gittiklerinde ise, merak ve şaşkınlık hat safhada oluyor, çünkü sosyal açılımlar öğretilmemiş, bilmiyorlar ki?
Neden bunlar hiç düşünülmez, geleceğin annelerine kalıcı çözümler üretilemez, her halde çıkmaz sokakta değiliz?
Bu insanlara, yön verenler, hedef tayin edenler, maslahat gözetenler, refahlarından taviz vermeyenler, her zaman tazim ve saygıyı hak ettiğini sananlardır.
Ey beyefendiler neredesiniz, nelerle uğraşıyorsunuz, insanların teveccühleri, çocuklarından esirgedikleri hediyeleri,sizleri çok mu meşgul ediyor,diye soramam mı?
Devletin tahakkümünden bıkmış, adı milli eğitim denen kurum adeta İslam’a savaş açmış, peygamber ocağı denen kışlada, mümin erat dışlanmış, millet adeta sahipsiz bırakılmış,
Kuran’a, peygambere İslam’a susamış, yıllarca hasır altı ettiği ne kadar ezilmişliği varsa, gözleri kapalı olarak, daldıkça dalmış.
Ve böyle çaresizlik içinde, aczi yetini sorgularken, ufukta oldukça sakin görünen ve gönül enginliğinde serinleten,fevkalade huzur veren bir limana çıktığında yaratana teşekkür ederek şöyle bir düşünmüş.
Ümmeti olduğu ve yıllarca özlem duyduğu sevgili peygamber efendimiz, her zaman kendi nefsini değil, ümmetinin kurtuluşunu ve huzurunu tercih eden, onun için her şeyini vakfeden ve her zaman çözüm üreten, özeli bulunmayan bir insan.
Asliye tinden ve aidiyetinden, taviz vermeyen, teklif edilen dünya ve nimetlerini reddeden, toplumunun her zaman sosyal dengelerini gözeten,
Her zaman zenginlerle değil, mazlumlarla olan, varlığını suffe sakinleriyle paylaşan, her bir sorunda baş vurulan, çözüm mercii olan,
Rahmet peygamberi olarak gönderilen, hepimizin yüreğini fetheden, şefaat cimiz olacağını müjdeleyen, aleyhi selatü vesselam efendimiz.
Önderimiz, hiç tereddüt etmeden, uğruna başımızı koyacağımız, o kutlu insanın, kainatın sonuna kadar, mesajının silinemeyeceği efendimizin, asrıydı.
Fakat o kutlu insanların, yaşadığı saadet asrını, iyice, anlayamadan, özümsemeden, kıyas etmeden, sosyal dengeleri düşünmeden, duyulduğu gibi yaşamaya kalkarsak,hatalarımız, maslahatlarımız gün yüzüne çıkarak sırtarır.
İşte çözümsüzlüğe, keşmekeşliğe, bulanık suda avlanmaya, o zaman kapı aralamış oluruz, o nedenle Allah’ın veli kulları, gecenin karanlığında ki bir yıldız gibi, cazip, çekici ve celbeden olurlar.
Gecenin o kuşatan esrarında, yıldızlar bizler için ne kadar muamma ise, hedefinden sapmadan, fire vermeden vuslata koşuyorsa, Allah’ın veli kulları da, ancak o kadar berrak ve şeffaf, olmak durumundadır.
Olduğunca, züht ve takvayı kuşanarak, dünya ve nimetlerine boğulmadan, efradının felahını temin ederek, en güzel şekliyle Allah resulünün, ilkelerine azimet dekliğinde yaşayarak hal ehli bulunan bir kimlikte, olmak zorunluluğu vardır.
Bu ölçü ve mihengi, kuşanmış olan, muttaki insanları, dareyn saadetine bir muştu sunan, Allahın hanif kullarını, Allah ve resulünün dostları olarak elbette aramalıyız, bağlanmalıyız, nasihat ve tavsiyelerine uymalıyız.
Fakat böyle güzide ve müstesna insanları bulana kadar, hiç boş durmadan, ve hatta yorulmadan Cenabı Hakkın lütfettiği, tüm enerjimizi ve asli hislerimizi,
Aklımızı, mantığımızı ve vicdanımızı, duygularımıza teslim etmeden, onun emrine vermeden, gerçeğe koşmalıyız.
Bu hedefte olmadığımız an, akıl ve mantığımızı askıya aldığımız zaman, öyle sorunlar çıkar ki, içinden çıkabilmek gayri kabil.
İşte o zaman neden bu hanım bacılar neden bizlerden kaçıyorlar, hiç konuşmuyorlar ve bir hoş geldiniz dahi demiyorlar, diye merak ediyorum.
Bacımız, namusumuz, diyerek onu baş tacı yapmışız, bu insanlar, tasada, sevinçte ve başlarına bir iş geldiğinde, bizim dışımızda, kimlerin kapısını çalacaklar, seyyar satıcının veya sütçünün değil herhalde.
Bir kerecik ağabey nasılsınız deseler, kız çocuklarımız köşe, bucak kaçmayarak, amca nasılsınız diyerek konuşsalar, kardeşlerim ne yapıyorlar diyerek, hatırlarını sorsalar, eksilirler mi, niçin onlara bu adabı öğretemiyoruz?
Her halde haram işlemiş olmazlar, kız çocuklarını bu eylemleri yapmaktan, sakındıran ne olabilir, hangi düşünce onları bu eylemden mahrum bırakabilir?
Kainatın sahibi, evrensel mesajın membaı ve onun sözcüsü olan peygamber, böyle oluşuma hiç rahmet eder mi, sorarım sizlere?
Sinemde çok daha huzur bulmam, mutmain olmam gerekirken, neden böyle perişanlığa talip olayım, neden bunlarla uğraşayım.
Yinede buna rağmen diyorum ki;
İnsan olarak yaratılmış olmanın hazzını, tarif etmek neredeyse mümkün görünmemektir.
Yaratan Rab, o kadar müteşekkil ve muazzam tanzim etmiş ki, bu oluşuma nereden ve nasıl bakarsak bakalım, bu harikulade eseri seyrettikçe, seyredeni adeta sukutu hayale uğratıyor.
Bu güzelliği keşfetmek, yaratılan gözüyle ne kadar mümkün, olmaktadır!
Bu aleme anlam kazandıran şaheseri, hangi ölçülerle tespit ederek, yaratanın azametini idrak edeceğiz!
Bu azamet ve haşmet karşısında, kul olabilmenin şuuruna nasıl varacağız?
Bunun idrakin tezahürü olarak, yaratana sevgi ve saygı ölçüsü nasıl olacak?
İnsanlar ilişkilerinin genelinde, kıymet, değer vurgusunu, saygı ve sevgi olgusunu yönlendirirken, kalb, beyin, nefs netliğini, çoğu kez sağlayamıyorlar!
Bu keşmekeşliği yaşantımızın bütününde niçin çözümleyemiyoruz?
İnsana fevkaladeliği kazandıran akıl, mantık, neden irtifa kaybediyor?
İlmin kaynağına ulaşmamız kesin bir çözüm olacak mı?
Duyguların geleneksel tabandaki terbiye metodu neden yozlaştı, yoksa yine nefis mi diyeceksiniz, başka sebep olamaz mı?
Ruhunu hangi an vereceğini bilemeyen o muazzam insana neler oluyor, sefalet ve zilleti niçin tercih eder hale geldiler?
Ölçü mihenk, tekabül ve terakki karşısında, kendini yenileyeme dimi?
Rehberin Kur’an olduğu kesin, önderin peygamber olduğu kesin, fakat yorumlayanlarında insan olduklarını unutmayalım!
Şura, meclis işlevini hakkıyla yerine getire biliyor mu, getiriyorsa evrensel bir dinin müntesiplerinin durumu neden içler acısı bir durumda?
Mahkum kim, yargıç kim, malayanilik nereye kadar devam edecek?
Hiç masrafı olmadığı halde sevgide, şefkatte bizleri cimriliğe iten güç nedir,buna karşı mukavemet hazırlığı neden yapılmıyor?
Bu hasletlerin bulunmadığı bir gönülde, kişi kendisiyle barışık olabilir mi?
Ebeveynimize gösterdiğimiz saygı ve hoş görüyü unutmayalım.
Evladı ayalimize karşılıksız sunduğumuz tahammül,sabır ve şefkatin membaı gönlümüzden kendiliğinden zuhur ediyor olması şaşırtıcı değil mi?
İşte insan ve insanlık bu güzel hasletlere, ne yazık ki, hasret bırakılıyor!
Bizler ve mükellef olduğuna inanan her kez, hiç durmadan ve yılmadan, gülü koklarcasına ve dikenine tahammül ederek, insanlara yaklaşmak zorundadır.
Kuşun yavrusunu sevmenin hassasiyetiyle konulara ve sorunlara çözüm arayarak, sunabilmeyi başarmalıyız.
Kendimizi, kişiliğimizi, katiyen ön plana çıkarmadan ve tevazuu elden bırakmadan kazanımlarımızı, ukbaya matuf yatırımlara dönüştürmeliyiz.
Letafetlerin ve izzetin manasının, sadece dünyaya ait olmadığı bilincini, mutlaka deruhte edebilmeliyiz.
Madem ki imtihan dünyası, işte o zaman sorunların psikolojik açılımlarını, yüce beyanı ve peygamber tefsirini net bir şekilde öğrenerek yaşamalıyız.
Ayrıca itminan olmuş bir gönlün sahibi olarak, aczi yetimizi ve şükrümüzü her halükarda ihmal etmeden sunabilmeliyiz ve bunu mutlaka başarmalıyız.
Neden bu soruları birilerine sormayalım ve bunların çözüm yollarını dondurarak, çözüm aramayalım ve niçin bu konuları konuşmayalım.
Oysa ki; zeka insana merak etmesi ve bilmediklerini öğrenmesi için verilmiştir, bir vazo olarak durması kimlerin işine yarar bir düşünelim!
Eğer her fert, kendi şahsına münhasır olarak, sorgulanacaksa, sadece, kendi aklından sorumlu tutulacaksa, mahşer gününde yaptıklarıyla haşrolacaksa,
Neden anlayamadıklarımdan mahrum kalayım, niçin kendi mantığımı, tespitlerimi, ferasetimi, askıya alarak, başkalarına havale edeyim.
Şayet bunları istemek, hata ve bir suç ise, onu da dinleyerek anlamaya çalışırım, sabrederim, boynumu eğer ve çeker giderim.
Fakat; sorarım hakkım olarak, neden suç sayılıyor bu haklı gerekçeler? İnsanların indi görüşleri, ön yargıları ve zanlarıyla yargılamalarına, niçin tahammül etmek zorunda kalayım.
Sabrım kalmadı artık, bu konuları anlayarak idrak eden, bir çözüm sunabilen ve mayası sevgi olan mücadeleden hiç kaçmayan yürekli yiğitler ararım.
Bizzat yaşadığım ve şahit olduğum, hayali sukuta uğradığım, o kadar çok asılsız, zan, iftira, dedikodu ve kişinin gıyabında konuşarak gıybet yapan insanlara, tanık ve şahit oldum ki, oldukça şaşırdım kaldım!
İnanın böyle ortamlarda, çoğu zaman şeytanı unuttum ve insanların şerrinden Allah’a sığındım.
Benim böyle bir kanaate, varmama vesile olanlar, daha yaşıyorlar, hayattalar, terki dünya edenler varsa Allah taksiratlarını affetsin.
Ben aciz bir kulum, bunu biliyorum ve buna rağmen Allah deyince;
Kainatı yaratan ve donatarak insanların hizmetine sunan, her türlü kötülükleri, haber vererek uyaran,
Müjdeci ve uyarıcı gönderen, gaflette olan geçmiş milletlerin, akıbetlerini hikaye eden, doğru yolu gösteren ve Kur’an gibi yüce bir kitabı vah yeden,
Bizzat yarattığı her şeyi, ibret olsun diye, ayetler gönderen, asıl dünyamızın, cennet olduğunu müjdeleyen, eşrefi mahlukat diye bizleri şereflendiren,
Yanılgılarımız da bizleri uyaran, bizlere rahmet peygamberi lütfeden, aklımızın aczi yetini ortaya seren, enaniyet, tekebbür ve şirki yerle bir eden,
Bizlere her zaman mühlet veren, hayatımızın devamı için rızk bahşeden, ne zaman son bulacağı, belli olmayan bir hayatın, ip uçlarını veren,
Azametini ve gazabını zamanla gösteren ve bu yaşam mühletinin, imtihan olduğunu bildiren, böyle yüce bir Rab olan Allah’a, niçin kayıtsız kalırız ve sürekli kendimizi aldatırız.
Akıllı olduğunu zanneden bunca insanlar, bir türlü demezler ki, bu nasıl bir akıl ki sahibini, geçici olan ve belirli bir sınırda kalan, dünya ve zevklerine mahkum ediyor.
Belki dersiniz, Allah bizim için gaip olduğundan, biraz duyarsız kalabiliyoruz.
Hepimiz biliyoruz ki, neye baktığımız önemli değil.
Neden baktığımız ve ne aradığımız, niçin aradığımız önemli!
Bilmekteyiz ki, akıl ve izan sahipleri, neden baktıklarını ve ne aradıklarını zaten biliyorlar.
Fakat bizler, kime ve niçin iman ettik, inandık dediğimiz, değerleri hakkıyla niçin bilmiyor ve tanıyor muyuz?
Evet ben, kulluk bilincimin idrakindeyim,diyen hanif kullara;
Sözümüz elbette yok, böyle muttaki insanlara, Allah hizmetlerini asan eylesin diye dua ederiz.
Fakat; benim gibi aciz bulunan ve bu nedenle kıvrananlara sorarız! Gaip olmayan;
Allah’ın bir kulu olan sabi çocuk, adet olduğu üzere süt annesine verilmiş, alan olmamış, sahipsiz kalmış,
Fakir fakat, gönlü cömert olan, Halime isminde bir kadına kalmış, oda sahiplenmiş, süt annesi olmuş,
Şeyma isminde, bir süt kardeşi kazanmış yetim, öksüz, yavrucak, nihayet inanmayan amcasının himayesine geçmiş,
Şefkate susamış, putperestlerden eminlik sıfatı kazanmış, bir insanın yaşaya bileceği, bütün çileleri yaşamış,
Ama sebat gösterip sabretmiş, tebessümü yüzünden hiç eksik etmemiş, başı dertte olan birini gördüğü zaman, kayıtsız kalmamış, sahip çıkarak, onun gönlünü kazanmış,
Hayatında bir kerecik olsun, zevke, sefaya dalmamış, kimseyi aldatmamış, böyle de yaşanıla bilineceğini, açık ve seçik herkese göstermiş,
Topumun en seçkinlerinden, tacir ve oldukça mal varlığı olan, saygı ile anılan, herkesin gönlünü asaletiyle dolduran,
Ancak bir hanımefendi olan, dul, gönlü açık, şefkat pınarlarından, sevgi fışkıran, sürekli hakkı arayan, yüreği onun için yanan, annelerin annesini seçmiş ve tek vücut olmuş,onunla kenetlenmiş.
Yirmi beş yaşında, Allah’ın kendine lütfettiği, tüm beşeri duyguları, en güzel haliyle, müreffeh bir şekilde yaşamış,
Kervan ticaretinden, çok olumlu emareler almış, bunu da sevgili zevcesiyle, saklamamış, her zaman paylaşmış, ona her şeyi anlatmış, ona gönlünün derinliklerini açmış ve hiç çekinmemiş.
Kendini, kimliğini sorgulamak ve yaşadığı karanlık ortama çare olmak maksadıyla, yüksek tepelere, o muhteşem sessiz derinliğe, Hira dağına çekilip, kendine yön verene yöneliyormuş.
Ve bulunduğu,hayatını idame ettiği ortam, kör düğüm olmuş, sosyal dengeler bozulmuş, zulüm,gasp haddini açmış,safahat ve zillet tavana vurmuş,
Çare aramış ve boş durmamış, çare aramış, sade ve yüreği yanan insanlarla, Hulfulfudul cemiyetini kurmuş,
Gaye olarak, tüm mazlumların, şehir’e misafir olarak gelenlerin, can ve mal emniyetini korumak, gerektiğinde bu zulmü yapan, zalimleri cezalandırmak,
Maksat caydırıcı olmak ve yaşadığı hayata bir anlam katmak,
Zalimlerin gözleri kararmış, fuhuş artık doğallaşmış, kuvvetin veya paran var mı, o zaman canımın istediği her şey meşrudur, kanaati yaygınlaşmış,
Geleceğin sevgili anne adayları, babaları tarafından kandırılarak, ıssız sahalarda avutularak ve çukurlar kazılarak, vahşetin doruğunu çıkarak, kız çocuklarının çığlıkları kulak zarlarını yırtarak ve acı içinde çırpınışlarına gözler kapatılarak,
Feryatlarını duymayarak, acımasızca gözlerine bakılarak, canlı ve bir o kadarda diri olarak, öldürülüyor ve toprağa canlı bir şekilde, gömülüyordu.
O dönemde kız çocukları, bir utanç vesilesi olarak görülüyor ve ailesinde, aşağılanmak kanaatini uyandırıyordu.
Bu kadar sapık, bir o kadar karanlık, hak, hukuk, adalet yok, sanki arşive kalkmış, gelenekler adına, Lat, Menat, Uzza adında, helvalardan putlar yapılırmış ve her türlü hadsizlik, kaynağını ondan alırmış.
Nefsin ne kadar çok hadsiz ve hudutsuz istekleri varmış meğer, onu panayırlarda sergiliyorlarmış, şeytan görünmüyormuş, zira zafere ulaşmış, zaten geneli şeytandan farksızlaşmış.
İnsana has, saygı, sevgi, vicdan, edep ve haya hissiyatı, maalesef sadece kölelere kalmış.
Şarap içmek, put yapmak,en büyük marifet sayılırmış,
İşte zulmün, en revaçta olduğu bir dönemde; o emin sıfatlı insan!
Yüreğini, ortaya koyarak ve hiç bir kimseden çekinmeyerek, ilke ve hedefleri istikametinde, yılmadan, yorulmadan, pislik ve kötülüğe ortak olmadan, putların önünde eğilip, diz çökmeden, gönül havuzunu oluşturuyordu.
En nihayeti sadece bir kuldu, bu insan fakat, kutlu günlerin haberini veren, azmin ve umudun meşalesini yakan, her geçen gün, etrafında halka oluşturan,
Çoğu gariban, ezilmiş, hakları ellerinden alınmış, gasp ehli, zalimler tarafından dışlanmış ve sahipsiz kalmış fertlerden oluşuyordu.
Hilmi, vakarı, azimeti, ruhsatı, dirayeti ve ihsanı, azık olarak kuşanmış, bir uyarıcıya ve müdafaacıya, yıllarca hasret kalmışlar, çölde suya değil de, böyle bir lidere susamışlar.
Yine geleceğin muştusu olan, o emin insan, Hıra dağında ki, inziva mekanını seçmişti.
Kaygılıydı, sessizliğin o kuytu derinliğini niçin burayı seçiyordu, karanlığın o zinde kasvetinde aradığı ne olabilirdi?
Gök yüzünde ki bulutlar, neden başkasını değil de, sadece onu takip ediyordu ve güneşin haşmetli sıcağından koruyorlardı.
Sevgili, biricik sırdaşı, asalet timsali, güzel eşinin, rahip olan dayısından duydukları, tesadüfü olamazdı,sabretmeleri gerekiyordu, her şeyde mutlaka bir hayır vardı.
Fakat bunları anlayacak olanlar, akıl ve izanlarını, nefislerinin emrine sunmamış, sefalet ve zillete bulaşmamış, yaşamları boyunca net, berrak ve harbi kalmış,
Her an asli yetini sorgulamış, mazlumların yanında yerlerini almış ve zalimlere karşı göğüslerini siper etmiş bulunan sayılı insanlardı.
Böyle insanların, toplumun seçilmiş fertlerinden olmaları son derece doğaldır.
O dönemlerde, insanı, insan yapan değerlere haiz olmak ve bunları yozlaştırmadan yaşamak, erdemli olmayı başarmak, toplumun saygınlığını kazanmak adına, oldukça önemli ve yeterli sebeplerdir.
Bir milletin değer yargıları, asimilasyona tabi bırakılmadıkları sürece, insani değer mevhumlarını muhafaza ediyor kanaatini baz alır isek,
Vizyon sahibi, dürüst, halkına seçenekler sunan ve onlar için kendini feda eden, ama her zaman halktan biri olarak kalmayı başaran liderler;
Her zaman millete mal olmuşlar ve halkının sesi, soluğu olarak sinesinde yerlerini almışlardır.
Bu güzide insanlar, tarih sayfalarına, hiçbir zaman silinemeyen, kalıcı bir iz bırakmayı başarabilmişlerdir.
İşte bu emin insan, insan olarak ve daha peygamber olmadan, içinde bulunduğu cemiyete ve sonra ki nesillere, fevkalade güzel örnek olmuştur.
Fakat bizler, henüz kendimizi tanımadık ki, hakkıyla o emin insanı nereden tanıyalım der isek;
Kendimizi deşifre etmemiz bu kadar zor olmasa gerek, zira yaşadığımız sürece, eşimize, çocuklarımıza, işimize ve özellikle nefsimize verdiğimiz önem kadar,
Kendimize zaman ayırarak, fiillerimizi sorgulayıp, muhasebe yapmaz isek, inanın ve emim olunuz ki,sadece kendimizi değil, bizleri referans kabul eden herkesi, aynı anda zillete götürürüz.
Madem ki, özellikle kendimizi ihmal ederek, düşünmek istemiyoruz, tercihimiz bu, o zaman emanetimizde olan eşimizin, çocuklarımızın ne suçları var, diye sormayalım mı, kendimize?
Onlara ben bakıyorum, bir lokma ekmek dahi, yemeye fırsat bulamıyorum, aç, açık kalmasınlar diye, gece gündüz çalışıyorum, diyerek kendimizi avutuyor ve kandırıyorsak, o zaman demezler mi insana,
Bu hezeyanların, iblisin vesvesesinden, başka bir şey olmadığını, bunu kendimizin dahi bildiğini! çünkü;
Allah’ın Rahman ve Rahim olan sıfatını,rızkların taksimini,tek sende olmayan ve her insanda bulunan akıl nimetini verdiğini,
Allah’ın çeşitli vesilelerle, kullarına verdiği rızkların, sadece bizden mi kaynaklandığını zannediyoruz!
Ve ne hikmetse artık böyle inanmaya başlıyoruz, bu kadar tekebbürü içinde barındıran, absürt olan inanış biçimleri bizim için mantıklı geliyor, Allah için düşünelim ve samimiyetle kendimize bir soralım!
Kendimize zaman ayırarak, heves ve keyfiyetin dışında, bütün içtenliğimizle düşünerek, gerçek gücümüzün ölçüsünün ne olduğunu, hiç merak ettik mi, bir gün deneyerek kendimize sorduk mu?
Hareket ve kuvvetin gerçek sahibi kim diye?
Hareket ve kuvvetin asıl sahibi olan, yüce Allah’ı sürekli ihmal ediyoruz ve buna devam ediyoruz.
Ne zaman hakkıyla ona yönelerek, gaflet ve dalaletten ve hatta kendimize ve efradımıza olan hıyanetten kurtulacağız?
Emanetimizde bulunan insanların, yemek, giymek gibi doğal ve fıtri ihtiyaçları olduğu kadar, kendinin, kim olduğunu, kime ait olduğunu, neye, hangi şekilde ve nasıl inanması gerektiğini,
İnançlarının gereğini öğrenerek, tercihini yapmaya, asli hüviyet’ini tanımaya, belki daha çok ihtiyacı vardır, bunları neden düşünmüyoruz diye soramaz mıyım?
Elbette ki, sahiplenme duygusunu veren Yüce Allah’ımıza, sonsuz hamt ederim,
İnsan olmayı ve yaşama biçimini öğreten Peygamberimize, selatü selam ederim,
Benim dünyaya gelmeme vesile olan, sevgili babam ve anneme, şükranlarımı sunarım.
Üzerimizde, bir dirhem dahi emeği olan herkese, teşekkürü her zaman bir borç bilirim ve onlara her zaman dua ederim.
İnsanların teveccüh gösterdikleri, akın ettikleri, böyle bir yola girmem ve bilmediklerimi öğrenmem, asıldı.
En azından müşahhas bir şekilde, tespit yapmam, dolayısıyla, zanda bulunmadan, yaşadıklarımı olduğu gibi yansıtmam, benim için büyük bir kazançtı.
İftira atmak, karalamak, çarpıtmak, kimlerin asli işi olduğu bellidir, hesap gününü düşünerek, bunu idrak edemeyen ve bu manada hayatına yön veremeyenlere sadece dua ederiz.
Allah hidayet versin, feraset sahibi kılsın, gerçekleri görmelerini sağlasın deriz.
Aynı baharat işinde, bazen iç piyasalara, sair zamanlarda şehir dışına sürekli giderek, siparişleri teslim ediyor ve pazar payımızı artırıyorduk.
Şaban bey sağ olsun, bazen müesseseye ait kırmızı fort bir minibüsle, bizleri Yahyalının kavacık mevkiinde bulunan, Hacı Hasan efendi dergahı diye bilinen, mekana götürdü ve ne hikmetse her zaman kalabalık ziyaretçi grupları mevcuttu.
Enteresandır belki fakat, mekanın kuşatan ikliminde, sessizliğin ön plana çıkması ve bunu edep sayması, oldukça farklı geldi bana.
Gizli ve özel sırlara çözüm sunması, yeşil yapraklı meyve ağaçların geleceğe ümit aşılaması ve o anda canlı, tefekkür keyfiyeti sunması, benim ufkumda çağrışımlar yaptı.
Henüz içeriye girmeden bir huzur kuşatmıştı benliğimi, adeta beni bir başka, diyarlara ve daha önce tanımadığım, mekanlara götürmüştü.
Duygularım galeyana gelmiş, feyiz ikliminde, gönlümün derinliğinde, şevk, heyecan, merak hepsi birden ve hiç beklemeden, hissiyat beni aniden ihata etmişti.
Sıra ile odaya pür dikkat alınıyorduk, oradan çıkanların yüzleri kızarmış, gözleri mahzunlaşmış, ayrılmanın hüznü, her tarafını sarmış bir ruh hali ile, başları öne eğik vaziyette, adeta şarj olmuş bir yürek serinliğinde bulunuyorlardı!
Yüzlerinden eksilmeyen tebessümle, bulunanlarla tokalaşarak, mutlaka en kısa zamanda, yeniden geleceğim, temennisinde bulunuyorlar ve Allah’a emanet olun dualarıyla müsaade alarak gidiyorlardı.
İçeriye girdik, etrafa baktık, insanlar halka olmuş bir vaziyette zatı muhteremin önünde ve dizlerinin üstünde oturuyorlardı.
Zatı muhteremin üzerinde, adeta kefeni andıran, beyaz ve uzun bir elbise, onun üzerine uygun bir yelek giyilmiş, başında özenle işlenmiş bir takke bulunuyordu.
Oldukça beyaz olan bir yüz siması ve yanaklarında beliren tebessüm, kuşatıcı oluyordu.
Canlılığı nişanesi olan sevinç, kendini hiç gizlemiyor, aşikar olarak gösteriyordu.
Güzele güzellik katan ve bir bütünü tamamlayan, ağarmış seyrek sakalı vardı.
Bu durum hayat ve memat denkliğinde bizleri tefekküre zorluyordu.
Yaşadığı dünyada, mahşerin haşyetini taşıyan, yüz hatları mevcuttu.
Allah’ın bir lütuf olarak verdiği tebessüm de cimrilik yapmıyordu.
Dalga, dalga her tarafa yayılıyor ve mecliste bulunanları rahatlatıyordu.
Sohbet vurguları bizleri adeta, yaşanılan mekandan çıkartıyordu.
Ukbanın derinliğine doğru yol aldırıyordu.
Peygambere tabi olmayı en büyük fazilet görüyordu.
Sahip olunan değeri, fevkalade bularak bizlere bu mirası tanıtıyordu.
Peygamber efendimizi o kadar çok özümsemiş ki.
Sanki o anı, onunla birlikte yaşayarak terennüm ediyordu.
Ve bizleri hissiyatın zirvesine çıkartıyordu.
Allah’ın cennetine girmek gaye değil, diyordu.
Cemalini görmenin asıl olduğunu vurguluyordu.
Hak rızasının önemini, insana hizmetin maksadını izah ediyordu.
Piri fani ölçeğine uygun bir hali, bulunuyordu.
Bedeninde fazla kiloları barındırmıyordu.
Sohbet ederken devamlı ağzı kuruyordu.
Gözlerinden biraz rahatsızlığı vardı.
(devamı nakşeden izler 7 de)

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:12 AM
Nakşeden İzler (Anı roman 7)

Gözlük takıyordu, şeker hastalığını, bir lütuf sayıyordu.
Derdi kim verdi ki, kime şikayet edelim diyordu.
Güzel ve kıraatine uygun okunan Kur’an ayetlerini dinleyince, çok etkileniyordu ve gözlerinden yaş boşalıyordu.
Bu mübarek insan, okunan ayetin hemen bitiminde.
Ayetin nüzul sebebini ve anlamını açıklıyordu.
Ve böylece dinleyenleri aydınlatıyordu.
Var mı bana suali bulunan diyerek.
Misafirlere bir söz hakkı tanıyordu.
İnsanın kafasına takılan, müphem bir şey kalmasın istordu.
Şayet kalırsa, kuşku, zan ve ön yargı mantığa galebe çalar buyuruyordu.
İşte böyle bir Allah’ın kuluyla, tanışmam,
Benim için en büyük bahtiyarlık olmuştu.
Beni etkisi altına almış ve kuşatmıştı.
Zatını görmeden dahi, sinemdeki daralmalara kapı aralamıştı.
Züht ve takva konusunda duyarlı olan bu insan.
Ve insanlar tarafından teveccüh gösterilen bu insan.
Bu insanda, nasıl bir farklılık vardı ki, beni bu kadar etkiledi,diye kendime sormadan edemiyordum.
O insanı görmeden, mezarlığı en mahrem haliyle yaşadım bir an.
Çeşitli meyvelerin, bulunduğu bahçe dünyanın idi.
Ama ben burada bilmediğim cenneti anmıştım.
Peygamber ve onun sevgili Rabbine yakın olmam.
Rehber olan Kuran’ı ve inmesine vesile olan insanları,
Huzur ve emin olmanın, sevincini bizzat yaşadım ve gördüm.
Yaşadığım güzelliklerde bunlar gizlidir, işte hikmetleri de budur.
Haktan geldik ve yine ona döneceğiz diyerek buharlaşmayan,
Amellerimizin kurtuluş reçetemiz olacağını idrak ederek, infak yapmalıyız.
Dünya ve nimetlerinin kimin olduğunu bilerek, tekebbürden uzak durmalıyız.
Kur’an ve inmesine vesile olan peygamberini, nefsimizden ziyade sevmeliyiz.
Onun ümmeti için bıraktıklarını vuslat pusulası olarak görmeliyiz.
Tüm bunlara rağmen Allah ve resulüne yabancı kalıyor isek.
Nefsimizin hazin ve trajikomik durumunun,
Kimseyi de şefaatçi yapmayacağını mutlaka bilmeliyiz.
Allah hayırlısını versin, her neyse içim rahattı.
Artık bu sevincimi paylaşmalıydım, içim içime sığmıyordu.
Yaşadıklarımı makul ölçülerde sevdiklerime anlatmalıydım.
Sevgili annem ve babamla paylaşamazdım.
Zira onların bu konuları anlayacak durumları bulunmuyordu.
Kolay değildi sülalemizde bir ben, bu manada beş vakit namazı eda ediyor ve kıyafetimi dahi farklı giyerek takva uygunluğu arıyordum.
Genç yaşımda sakal bırakmıştım.
İslami söylemleri, sinemde bir muştu gibi saklıyordum.
Geleceğin meşalesini umutla yakarak, bu meşaleyi onurla taşımaya gayret gösteriyordum.
Anneannem, dayılarım ve teyzem, sol yelpazesinde bulunan insanlardı.
Cami, hoca veya hafız deyimleri onlar için çok bir şey ifade etmeyen, içi boş kelimelerdi. Benim durumuma oldukça hayret eder ve şaşarlardı.
Benim hangi süreçlerden, geçtiğim ve bu yolu neden seçtiğim, onların ilgi alanlarına girmiyordu.
Anneannemiz annemin öz annesi değildi.
Annem dünyaya geldikten 5 gün sonra annesi vefat etmiş ve ne yazık ki, daha yaşına dahi girmeden yetim kalmış.
Büyükbaba dediğimiz annemin babası bir müddet beklemiş, baktı ki olmuyor, yine evlenmiş.
Fakat hanımı 3 yıl sonra yine ölmüş.
Bir zaman sonra, şimdiki anneanne dediğimiz hanımını almış.
Analık olduğu için midir, nedir bilemiyorum!
Bu kadın anneme zülüm adına ne biliyorsa hiç esirgememiş.
Bir çocuğa karşı, bu kadar acımasız olmak ve yetim çocuğu sevgiden mahrum bırakmak, niçin gerekliydi, bilmek isterdim doğrusu.
Bunlardan birisi ve diğerlerinden büyük olan;
Mustafa dayım bir gün, bugünkü gibi iyi hatırlıyorum ve henüz 4-5 yaşında bulunuyordum, öğleden sonra idi.
Annem dış kapının önünde dizi bükülü otururken, dayım annemin yanı başında ayakta durarak, sert ve kızgın bir şekilde anneme kızıyordu.
Ben çok üzülüyordum fakat bir şeyde yapamıyordum.
Dayım anneme istemiş olduğu kolonyayı almadı diye, annemin dizine öyle vuruyordu ki, bir bilseniz, için kan ağladı.
O an dayıma olan kızgınlığım ve şahit olduğum olay, hala aklıma geldikçe hayıflanıyorum, ve ne kadar çok üzüldüğümü anlıyorum.
Anneme vurduğu ve kızdığı için, sinemde mahkum ettiğim dayım, kibirli, kimseyle konuşmayan havacı astsubay olan bir kişiydi.
Oysa ki; o yaşadığım olaya kadar,dayım bizlere hiç şefkat göstermese dahi, asker olduğu için ona gıpta ediyordum ve böyle bir dayım var diye seviniyordum.
Zeki dayım ise; kara takım kabilinden sayılan, Mustafa dayımın tam zıttı bir kişiliğe sahip, mütereddit hali eksik olmazdı.
Hanımı öğretmendi ve ondan son derece çekinirdi, fakat alçak gönüllü olması ve bizlerden sevgisini esirgememesi çok özeldi, oda asker ve karacı bir astsubaydı.
Benden bir yaş küçük teyzem, oldukça insancıl, her iki dayımdan farklı, biraz tok sözlü, Ankara adli tıpta görevli bir doktor olarak çalışıyordu.
Büyük ablam Ankara da, Çincin bağlarında, iskeletçi ustası olan beyi ile, kahırlı günler geçiriyordu.
Zira beyi beşer olmaktan kurtulamamış, işe gitmeyi istemediği için adeta sürünerek gidiyor ve acıdır ki, evinin ekonomik durumunu pek önemsemiyordu.
Akranlarının çok gerisinde kaldığının farkına dahi varamıyordu.
Ablamın göz nuru dökerek, el işleriyle kazandığı küçük paralarla idare etmeyi içine sindiren, ay içinde 2-3 hafta çalışan ve sonra kaytaran zavallı, fakat iyi niyetli bir insan diye tanıyabiliriz.
Küçük ablam Almanya da beyi ile çalışan, oldukça çile çekmiş, gençliğini bir gün olsun yaşayamamış, kahırla gününü geçiren, sevgiye susamış bir insandı.
Her iki ablamda, maalesef annemin mantıksız, plansız, acımasız ve manasız kararlarından dolayı, çok küçük yaşlarda talihsizce, seçeneksiz ve istemedikleri halde birer evlilik tecrübeleri olmuştu.
Şimdiki eşleri, bu durumları bilerek ve de isteyerek, ikinci evliliklerini yapmışlardı, yıllar geçti 30-35 yıl oldu, hala mutlu ve umutlu bir şekilde geçinip gidiyorlar.
Ben evimizin en küçüğü olduğum için, küçük ablamla üç yaş, büyük ablamla beş yaş farkımız vardı.
Çok küçük yaşlarda iken yaşadıkları bu talihsiz evlilikler, benim ruhumda çok derin yaralar bıraktı.
Şahit olmak zorunda bırakıldığım bu trajikomik olaylar, kanıma dokunuyordu, fakat seyretmek zorumda kalıyordum.
Karar veren annemdi, mağdur olanda ablamdı, sırf bu açmazlar, içimi dağlıyordu ve hiçbir şey yapamamanın acısını ne yazık ki,yıllarca içimde yaşadım.
İçimden annemi suçluyorum o an, yanımız da bulunmayan ve Ankara da yaşayan dayılarımdan dahi medet umuyordum.
Bu üzücü olaya birileri engel olsunlar diyerek etrafıma bakınıyordum fakat, nafileydi.
Bir taraftan annemi de düşünüyorum,fakat bir türlü suçlayamıyorum.
Çünkü henüz beş günlükken annesi ölmüş, iki analık elinde büyümüş, fakat neler çekmiş bir bilseniz, yazmaya kalksam, muazzam bir kitap olurdu.
Aklını kullanmamış, tecrübelerini mukayese etmemiş, dost ve ahbaplarını, neye göre seçeceğini bilememiş, biraz gözü pek, fakat zavallı olan, beşer olmaktan kendini kurtaramayan bir insan.
Sevgili babam, “dünya varmış, yar yokmuş bana ne” kabilinde olan, oldukça saf bulunan bir kişiliğe sahipti.
Caddeden karşıya geçmek için, bir kaldırımdan diğerine geçerken, en az beş defa araç geliyor mu diye bakıyordu.
Araç yoksa dahi karşıya, koşarak geçmeyi marifet sayarak, canının kıymetini biliyordu, fakat maalesef hanımına ve çocuklarına duyarsız kalıyordu.
Evin her türlü ihtiyacını ve yükünü, hanımına bırakan, kızdığı zaman gözü kararan, kendi halinde zararsızdı.
Bir ideali yoktu, hedefi bulunmuyordu, dedikodudan ve lüzumsuz sözlerden uzak kalırdı, beşer olmaktan kendini kurtaramamış iyi bir insandı.
Allah’tan akrabalar vesile olmuşlarda, Sümer bez fabrikasına girerek, iş bulmuşlar ve idarecilerin kurduğu kooperatiften nihayet bir ev sahibi olmuşuz.
Çok küçük yaşlarımda hatırlarım, babamın maaş alacağı zaman, Sümer’in kapısında beklerdik, bulamayınca babamı sabahçı kahvelerine gider arardık.
Yoksa mesai arkadaşları, kandırarak kötü olan yollara götürürler ve babam maaşı tüketmiş olarak, eli, avuçu bomboş halde eve gelirdi.
Daha hala sevgili babamın, beni bir gün kucağına alarak sevdiğini ve benimle ilgilendiğini, ve hatta kucağına alarak oğlum dediğini, maalesef hiç hatırlamıyorum.
Ben içimde hissettiğim, sevgi ve şefkat yokluğunu, babamı ve annemi daha çok severek, bilakis onlara bunu gösteriyordum, hatta birer çocuk gibi ilgilenerek, günlerimi geçiriyordum.
İşte o nedenle, Yahyalı kavacıkta yaşadığım güzellikleri ve sevincimi, bu insanlarla paylaşamazdım, zaten namaz dahi kılmıyorlardı.
Namaz dedim de; yakınlarıma yararlı olmak adına yaptıklarımı hatırladım.
Sevgili babama, anneme, ablalarıma namaz konusundaki, hassasiyeti ve önemini anlatarak, onların psikolojilerini bilmem sebebi ile çok zorlanmadım.
Bir Müslüman olarak, namaz kılmamak gibi bir lüksleri olmadığını ve başka bir kurtuluş yolu bulunmadığını izah ediyordum.
Zaten cehennemden bir ölçüde farksız olan, maneviyattan yoksun yaşantıları, daha fazla uzun süremezdi ve sürmemeliydi.
Bu konunun bir başka seçeneği yoktu, bu aşamadan sonra olmamalıydı, onlara bildiklerimi, dilimin döndüğünce anlattım ve olmazsa olmaz şartımı arz ettim!
Namazlarına başlamadıkları taktirde, onları terk edeceğimi, daha mı olmadı reddedeceğimi söylemek durumunda kaldım ve onlara bir mühlet verdim.
Rabbime sonsuz şükürler olsun ki, hepside namazlarına başladılar, Kur’an okumayı öğrendiler ve ben evlatları, kardeşleri olarak fevkalade huzur buldum, rahatladım ve o bu nedenle, en yakınlarıma karşı görevimi yaptığıma inanıyordum.
Yahyalı kavacık ziyaretimi ve orda yaşadıklarımı, arkadaşım Mehmet’e anlatarak, onunla hemhal oldum ve sevindim paylaştım. Mehmet te bende yaşamış gibi oldum, Allah senden razı olsun, diyerek sevincini izhar etti.
İşten servisle eve geliyordum, servis yeni mahalle meydanda durarak, burada inecekleri bekliyorduk.
Yorgundum, Mükremin hocayı, dolmuşun kapısını açarken fark ettim, bana yönelerek servisin yanına geldi.
Ve sevgilim ne diye inmiyorsun aşağıya, inan ki bak seni çok özledim ve asla bırakmam diyerek, kolumdan tuttu ve servis aracından aşağıya çekerek indirdi.
Sarılıp kucaklaştık, yine meşhur derviş bakkaldan bir karpuz alarak, hemen orada bulunan bir kasa üzerinde, keserek ikramda bulundu, çok ikram olmuştu sağ olsun, Allah geçmişlerine rahmet eylesin.
O an aklıma geldi ve Yahyalıda yaşadığım, unutulmaz hatıramı bir solukta sevgili Mükremin hocama da anlattım.
Dizlerime ellerini koyarak, o kadar şaşırmıştı ki, sanki rahmetlik babasını yeniden görmüş gibi sevinerek, anlatmaya devam etmemi arzuluyordu.
Meğer Hafız Mükremin hocam da, Hacı Hasan efendi diye bilinen ve benimde sohbetinden çok etkilendiğim zatı muhtereme intisaplıymış.
Bunu bilmiyordum ve o an öğrendim,fevkalade sevinmiştim.
Müsaade isteyerek, vedalaşıp ayrıldım, fakat yorgunluğumdan eser kalmamıştı, yeniden şarj olmuştum ve sükunete ulaşmıştım.
Bu kadar kısa bir zaman diliminde, bu kadar farklılaşmayı, nasıl ve ne şekilde izah edecektik.
Bizlere bu imkanları bahşeden, hiç ummadığımız anda vesile kılan Allah’a, nasıl şükretmeyelim ve niçin bundan mahrum kalalım.
Ankara’daki ablamın beyi, sürekli mektup yazıyor ve Kayseri’ye yerleşmek istiyordu, benden yardım ve destek bekliyordu.
Bende en yakınlarımın her zaman, etrafımda olmalarını isterdim, çünkü küçüklüğümde ve gücümün yetersiz olduğu zamanlarda, yardımcı olamadığım ablalarıma bir vefa borcumun olduğuna inanıyordum.
Dolayısıyla yanımda olurlarsa, gözüm arkamda kalmaz ve elimden ne geliyorsa, katiyen esirgemez yardımlarına koşardım.
Zira bacılarım her zaman, benim için son derece önemliydiler. Ama ne zaman ve nereye kadar, bu tespitlerinde çok iyi yapılması gerekmektedir.
İş verenimiz Şaban beyler, organize sanayi bölgesinden bir arsa almışlar ve oraya fabrika kurmayı planlıyorlardı. Sık sayılacak kadar, toplantılar yapıyorlar ve durmadan araştırıyorlardı.
Bizde mutat olan işimizi yapıyor, günlerimizi geçiriyorduk, iş yerine sadece Milli gazete geliyordu ve bende fırsat buldukça bu gazeteyi okuyordum.
Fakat çok istikrarsız ve belli olmayan vakitlerde geldiği için, okuma şevkimizi azaltıyordu.
Gazetenin temsilci olduğunu bildiğim, Zeki Yılmaz isminde ki kişiye, neden böyle aksamalar oluyor ve şikayetçi olduğumuz halde, hala aksamalar devam ediyor diye sorunca, gözlerime baktı ve bir ah diye soluk aldı.
Siz bu gazetenin nasıl ve hangi koşullarda, alınarak dağıtıldığını bir bilseniz, bizlere sadece dua edersiniz deyince, zaten merak etme onu yapıyoruz, dedim.
Fakat sorun nedir, diğer gazete aboneleri niçin böyle sorunlar yaşamıyor, diyerek Zeki Yılmaza sordum?
Bayilerde neden erken saatlerde bulunuyor, yoksa siz başka yerden mi alıyorsunuz gazeteyi, diye yeniden sordum.
Tabi ki biz, bir kısmını Hürriyet gazetesinin sahibi olduğu ve Kayseri de bulunan Burçak dağıtım bayisinden alıyoruz, dedi.
Abonelerden ücretleri toplayamayınca gazete bayisine ödeme yapamıyoruz, dolayısıyla Milli gazeteyi almak ve abonelere dağıtmak için bayiden o günün gazetesini alamıyoruz dedi. Bana oldukça garip gelen bu mazereti söyleyince.
Yinede içim yandı, fakat başkaca sorunların olacağını tahmin ediyordum.
Zira düşüne biliyor musunuz, bir esnaf şehri olan Kayseri de abone paraları toplanamayacak!
Ve bu nedenle son derece aktif olan bir gazete, dağıtılamayacak, öylemi diyerek yeniden sorunca?
Zeki Yılmaz efendi de, müsait olduğumda bir ara geleyim, sorunları teferruatlıca konuşuruz, diyerek ayrıldı.
Yalnız bu durumu içime sindiremedim, sinirlendim, nasıl böyle bir gazete, yüz elli aboneye dağıtılır ve desteklenmez ve sahipsiz kalır?
Bunların bir izahı olmalıydı, dolayısıyla Zeki Yılmaz efendi, gazete dağıtmaya geldikçe, samimiyeti artırdım ve problemin kaynağını tespit ettim.
Temsilci olan Zeki efendi, aynı zamanda kanepe, halı vs. pazarlayarak, ticaretle de uğraşıyormuş, her ne olduysa zarar etmiş.
Zeki Yılmaz paraya sıkışınca, daha önce müşterilerinden sattığı mala karşılık, onlardan teminat adına aldığı, ne kadar açık senet varsa, hepsini icraya koymuş.
Borçlarını ödemiş bulunan ve bir kısmını ödemeye devam eden, müşterilerin hiç birini ayırmamış, bunu hareketi anlayabilmek tabii ki mümkün değil.
Evlerine icra memuru giden bu insanlar,şaşırmışlar ve sinir küpü olmuşlar, bir insana güvenmişler, borçlarını ödedikleri halde senetleri dahi almamışlar, nereden bilsin bu insanlar, başlarına gelecek bu talihsiz olayı.
Asıl olan, sadece güven noktasında ki zannımız değildir.
Tedbiri asla güvenden ayrı düşünmeyerek, alınması gereken önlem ve olması gereken her şeydir.
Zira insandır bu, nefsine, iblise kapı araladı mı, çıkış yollarının kolay olduğunu, hiç durmazlar,telkin ederek hemen öğretirler.
Dolayısıyla aklını, mantığını, tecrübesini ve özellikle bilgisini bir kenara bırakarak, muğlakta kalmayı başarırlar ve ne yazık ki duygularının emrine girerler.
Netice ne itibariyle, güvenen ve maneviyatına önem veren, bir okur kitlesinin, dini nitelikte sayılabilecek, yayın organı durumundadır.
Bu milli gazeteyi, ahdine vefa göstermeyen, güvenilmeyen, topladığı abone paralarını şahsi borçlarına vererek, gazeteyi ipotek altına aldırmayı başarmış.
Devamlı kendine acındırarak, adam olma vasfını hoyratça harcayan, bir kimlik sahibi ve herkesten medet uman aciz bir vatandaş portresi.
İşte ben temsilcilik yapan Zeki Yılmazı tanıyarak, bu tespitleri yapmak durumunda kaldım ve bu kanaate vardım.
Böyle bir kişilik sahibi bulunan birey, bu gazetenin asla temsilcisi olamaz ve olmamalıdır dedim. Daha sonra ilgililerin maksatlarını ve düşüncelerini öğrendim.
Görüşebildiğim insanların geneli biliyoruz fakat, çaresiz kalıyoruz diyorlardı. Tabi ki bu gerekçeler de manasızdı, sabırla sineme çekildim ve çalışmaya devam ederek, sırlarıma havale ettim.
Organize sanayide kurulacak fabrikanın, temelleri atıldı, bir zaman sonra, beton atma işleri bitmişti ve duvarları örme vakti gelmişti.
Çalışan, elinden iş gelen elemanlar, servis kamyonunun arkasına briketi doldurarak, fabrikaya boşaltıyor ve böylece birkaç servis yapıyorduk, yani kısaca inşaat işleriyle daha çok uğraşıyorduk.
Ellerimiz derileri açıldı, yara oldu, yoruluyorduk, öğle yemeği olarak ta, hiç yağda pişmemiş, eti dahi bulunmayan,yani mideyi tutmayan sebze türlerini yiyorduk.
Mırıldananlar, hak arayanlar çoğalmıştı, bizler amele miyiz ki, bu işlerde çalıştırılıyoruz, o halde yevmiyemizi neden o hesaptan yapmıyorlar, diye haklı gerekçelerle soru soranlar ve bizleri cevap bulmakta yoranlar çoğalmıştı.
Çünkü bu müessesenin sahibi bulunan yönetici insan, vatandaşlar gibi İslâm’ı, sadece bir din olarak görmüyorlardı.
İslâm’ı bir hayat nizamı olarak değerlendirerek, bu düşünceden uzak bulunan insanların, kimlik sorunu olduğunu söylüyorlardı, bu nedenle farklı bir konumda bulunuyorlardı.
Fakat maalesef, iyi çalıştırmanın haricinde, çalışanların lehlerine tezahür edecek, müspet bir adım katiyen yoktu ve bulamıyorduk.
Bu bakımdan, diğer iş yerlerinden hiçbir farkı bulunmuyordu, ben artık arkadaşlara cevap bulmakta tıkanmıştım, bu sebeple sürekli şehir dışına çıkmak istiyordum.
Bunları kime anlatacaktım, nasıl izahat yapacaktım, İslam’ı kimlik olarak almış, belki dinimi daha iyi yaşarım düşüncesiyle, tarikata balıklama atlamış gibiydi.
İş yerinde çalışanların dertlerinden habersiz, zira oldukça ilgisiz bulunuyordu, çalışan elemanları eniştesi Ali Şahan beye, havale ederek yükü üzerinden atmış, ve küçük kardeşi Recep beyi, her şeyden sorumlu idareci yapmış görünüyordu.
Oldukça çalışkan, sabah erkenden kalkan, sürekli araştıran, insanları kırmaktan sakınan, sabrı kuşanan, iyi huylu, oldukça uyanık, ibadetine düşkün, kıyafetini yakıştıran, hafızasına güvenen ve bol hırsı olan, bir insandı Şaban ağabey.
Ablam, eniştem artık benden haber bekliyorlardı, onlara buradan bir ev tutarak, Ankara dan, Kayseri ye gelmelerini sağlayacaktık, enişte beye iş buldum, bekleniyordu fakat, çok zorlanıyordum kiralık ev yoktu.
Sabah namazından sonra Mükremin hocama, sevgili hocam, ablamgili Ankara dan getireceğiz, lakin acilen bir kiralık ev bulmamız gerekiyor, bize bu konuda yardımcı olursanız, büyük sıkıntıdan kurtarırsınız dedim.
Sağ olsun hocam da, ne demek, elimizden geleni esirgemeyiz, hemen eşe dosta haber vererek arayalım, ama çok acilse, bizim bir bodrum var birlikte bakalım deyince içimde çok rahatladı.
Çünkü her kiralık evi tutabilecek durumları yoktu.
Bodruma baktık fena değildi, hiç yoktan iyiydi ve idare eder gibi görünüyordu, yanız hocamın bizden bir ricası vardı.
Bu rica şu imiş: televizyon seyretmek tamamen yasak ve radyoyu da yüksek sesle dinlemek, mümkün değil diyordu.
Enişte beyle bu sorunları konuştum, bu koşullara rağmen şartları kabul etti ve kira bedeli karşılığında hocamın evini tuttuk.
Henüz iki gün dahi geçmeden, eşyalarını yükledikleri bir kamyonla, sabah erkenden çıkıp geldiler.
Sabah saat 05 ten sonra aceleyle hemen, iş kıyafetimi giyerek hızlı bir şekilde, Hafız Mükremin hocamın, oturduğu apartmanın önüne geldim.
Kiraya tuttuğumuz evin, anahtarını hocamlar dan alarak, eşyaların taşınmasına müsait hale getirecektim.
Apartmanın bahçe kapısı olan, metal dış kapıyı açarak ilerliyordum ki, karşıma aniden bir bayan çıktı. Çok kısa süren ve bir anlık diyeceğimiz karşılaşmada, bayanın dikkatimi çeken tarafları şöyleydi:
İnsana suhulet rahatlığını veren bir yüz ifadesiyle, üzerine yeşil ağarlıklı, beyaz ve füme renklerin desen halinde serpiştirildiği emprime kumaştan bir elbiseyi giymiş bulunuyordu.
Hiç görünmeyen saçlarını, renkli bir yazma ile kapamış, elbisenin etek uzunluğundan artan bölümü, pazen bir pijamayla tamamlamış görünüyordu.
Ayağına terlik giymiş, fakat çorap bulunmuyordu, böyle bir vaziyette, karşıma aniden çıkan aynı bayan.
Zayıf olmayan, yüzü kızaran, konuşmakta zorlanan bu güzel kızcağız, elindeki anahtarı uzatarak, hacı abi,evin anahtarını getirdim buyurun dedi.
Belki gariptir fakat o an, oldukça hoş bir his ılık, ılık içime aktı.
Peki bacımız teşekkür ederim diyerek, anahtarı elinden aldım ve geriye dönerek beni bekleyen çalışmalara koyuldum.
Eşyaları indirerek yerleştirmeye gayret ediyorduk,ablamlar aniden ve erkenden geldikleri için, kimseye de söyleyememiştik, dostlar nasıl yardıma gelinsinler.
Saat 10.00 civarıydı,annem soluk soluğa gelerek,beni bir kenara çekti, oğlum kızmazsan, sana bir şey söyleyeceğim dedi.
Tamam anne söyle kızmam dedim,
Söz ver demesin mi,ya anacığım her neyse haydi söyle,işimiz çok, bunu sende biliyorsun ve hala beni oyalıyorsun bak deyince bir solukta.
Bak oğlum, hocanın evindeki hanım kızla tanıştım ve hocanın kızı olduğunu öğrendiğim.
Çok beğendim bu kızı, kibar mı kibar, hanım hanımcık,cana çok yakın öyle tanıdım, sende bir şekilde gör, benim şimdiye kadar, hiçbir kıza böyle içim ısınmamıştı, ne olur beni kırma diyerek yalvarınca.
Anacığım belki yanılıyorsun, hocanın kızı falan değildir, belki gelinidir, kendini boş yere heveslenerek yorma.
Eğer hocanın kızı olsaydı, mutlaka benim duymam lazımdı,haydi ben duymadım diyelim, fakat en azından Mehmet duyardı,dedim.
Annem, benin kararlı ve kendimden emin tavrımı görünce, tereddüde düşerek,üzüntülü bir vaziyette yanımdan ayrıldı, ben yeniden işlere daldım.
Belki kırk beş dakika sonra,annem yeniden,yukarı kattan hızlı indiği için, nefes nefese büyük bir sevinçle,yine yanıma geldi ve oğlum inan ki bak, hocanın kızıymış, gelini değilmiş,tekrar tekrar sordum aynısını söyledi bana dedi.
Baktım ısrarlı ve çok kararlı,nereden biliyorsun,nasıl tanıyorsun,bu tespitleri ne zaman yaptın deyince.
Evladım siz eşyaları indirirken, beni evlerine davet ettiler,bende olur diyerek yukarıya çıktım, hocayı göremedim, neredeyse yok, ailesiyle tanıştım.
Mutfakta sizlere kahvaltı hazırlamak için,kızartma yapan hanım kızla, usulca konuştum,bizzat ona sorarak,hocanın kızı olduğunu öğrendim.
Hocanın evinde bekar üç kızı varmış, bir de tanıdığım kızın, küçüğü olan oğlu varmış, toplam sekiz kardeşlermiş, ağabeyleri ve üç ablası evliymiş,diye söyleyince.
Şaşkınlık annemden bana geçti,tamam anacığım iyice,eksiksiz neyin ne olduğunu iyice öğrenelim ve daha sonra karar verelim dedim.
Ama emin ol anne,bana söylediklerin doğru çıkarsa ve geçineceğine inanıyorsan benim hocamın kızını görmeme gerek bile yok dedim.
Böyle bir insanın kızını, gözlerim kapalı olarak ve büyük bir huzurla kabul ederim, sen merakta kalma olur mu diyerek ayrıca tembihledim.
Allah razı olsun kısa bir zamanda çok güzel hazırlık yapmışlar, fevkalade bir sofra hazırlamışlar.
Üzerine kıyma serpilmiş, biberlerle süslenmiş, domateslerle diriliği sağlanmış, patateslerle donatılmış enfes bir kızartma, yanında yumurtalar haşlanmış, peynir ve çeşitli nevalelerde cabası.
Bu sofranın hazırlanış biçimi dahi, mutmain olmama,huzur bulmama yeterli bir sebepti, zira bayanların, hanımefendi olma istidatları, her bir eylemlerinde ve özellikle hizmetlerinde en bariz şekilde kendini gösterirdi.
Zarafet,estetik,dizayn ve mükemmeliyeti sağlayan faktörler, eğitim alınmadan ve düşünülmeden bir araya gelmeleri mümkün değildi.
Bizler ise düşünen insanlara hasret kalmıştık.
Çünkü toplumda mantıklı ve anlamlı yaşamanın eksikliği, o kadar fazla gözleniyordu ki, manasızlık ve malay anilik, alelâdelik ve tembellik, sanki at başı, yarışına çıkmışlardı.
Ben henüz askerliğimi yapmadan, kesinlikle evlenmeyi düşünmüyordum,şartlarım elvermiyordu ve kanaatim bu yöndeydi.
Fakat öyle enteresan ki, şimdi farkında bile olmadan, evliliği düşünmeye ve hayalini kurmaya başlamıştım.
Evet annemin söyledikleri aynen doğruymuş,hocamın kızıymış o nedenle, fazla söze gerek yoktu, kararımı vermiştim ve anneme dedim ki;
Anacığım hiç çekinme artık önün açık,benim kızı görmediğime tasalanma sen, gönlüm huzurlu,içimde hiçbir kaygım yok emin ol dedim.
Hocam gibi bir insanın kızına talip olmam ve bu yönde kısmetimin çıkması, oldukça manidardır.
Özürlü dahi olsa kabulümdür, yeter ki yaptığı her bir şeyi Allah rızası için yapsın ve her yaptığının bilincinde, farkında ve şuurunda olsun, bundan daha fazla ne isteyebilirim diyerek devam ettim.
Sen hangi vakit, uygun görürsen, hocamın kızına talibim, damatlığına aday olduğumu, tez zamanda söyleyin,diyerek müsterih olduğumu ifade ettim.
Benim ve annem açısından bir mesele kalmamıştı ve artık karar verilmişti,hocalara dünürcü gidilecekti.
Baharat sevkıyatı için, Adana istikametine gidecektim.
(devamı nakşeden izler 8 de)

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:12 AM
Nakşeden İzler (Anı roman 8)

Hazırlıklarımızı yaptık, sabah erkenden yola çıkacaktık, anneme gelişmeler nasıl, hocamla konuştunuz mu, kızın tavrı hangi yöndeymiş,konuşa bildiniz mi dedim.
Annem evet oğlum, hocayla konuştuk dedi, ama annem üzgündü, peki sonuç ne oldu, anlat dinleyelim dedim.
Kız konuşurken dinliyor, tebessüm ediyor, çekip gitmiyor, onun için gönlü var sanıyorum, fakat o evde her şey hocadan bitermiş, hoca ne derse, aynen uygulanırmış dedi.
Tamam zaten öyle olması gerekmiyor mu,peki babası ne diyor deyince,hoca diyor ki, kızımı verecek olsam Mustafa dan daha iyisine verecek değilim.
Daha yeni oğlumun düğününü yaptık, çok borçlandım,yeni bir borçlanmaya giremem, o nedenle henüz kızımızı vermeyi düşünmüyoruz.
İki, üç sene sonrası içinde bir şey söylemem doğru olmaz, dolayısıyla size kati söz veremem diyerek mevzuyu kapatıyor,dedi.
Tamam anacığım mesele anlaşıldı,hocam haklı,bir müddet sonra bir daha yoklama yaparsınız ve düşünme fırsatı bırakmadan, asıl dünürcü olursunuz.
İnanıyorum ki o zaman, bu hayırlı mesele çözüme kavuşmuş olur dedim.
Ve hemen arkasından ekledim, anne tasalanma artık bu işi olmuş bil, böyle hayırlı sonuçlanacağına yürekten inanıyorum, dedim. İçim oldukça ferahlamıştı, bu vaziyette şehir dışına, Adana ya gidebilirdim.
Nitekim öylede yaptım, işin yoğunluğuna kendimi bıraktım, zamana dahi bakmadım, çünkü yorulmuyordum, iş bitiyor fakat ben, çalışmak istiyordum, tüm hücrelerim, en canlı vaziyette, teyakkuza geçmişlerdi.
Bütün kaslarıma, bitmez bir kuvvet gelmiş, gönlüm ferahlamış, içimde kıpırdanmalar başlamış ve yıllarca baskı altına aldığım, çırpınan hislerime kapı aralanmıştı, onun sevinciyle olsa bile.
Sinem, meltem rüzgarının okşayan, esintisinin serinliğinde, yirmi üç yıl boyunca, gönlümün en ücra köşesinde ve bitmeyen bir umutla beklediğim.
Erkek, eş, efendi ve baba olmanın, anlamını kazandıran ve onsuz olan hayatı manasız kılan, faktörlerin temsilcisini bulmuştu.
Bir anda, canlı, diri, dinamik potansiyel enerjiyi, mantık, plan ve stratejik ilkeler doğrultusunda,
Sevk ve idare etmek, yönetmek, dolayısıyla geçiş planı dahilinde, üretim yapmak, üretilen ürünün maliyet hesabını ve meydana geliş sürecini, aşamaları, zorlukları, irdeleyerek değerinin anlaşılması sağlanacak,
Ve o anlamda, üzerinde titizlikle durularak, yıpranma, yozlaşma etkileri hesaplanarak, ön tedbirlerin alınması ve gerektiğinde, koruma yöntemlerinin geliştirilmesi planlanacaktı.
Çalışırken, otururken, yemek yerken durmuyor, bunları düşünüyordum, geleceğimi, aldığım sorumluluğu ve yükümün önem ve rüknünü idrak ediyordum.
Bana böyle kısa zamanda,duygular bütününü, bir buket gibi sunan,Cenabı Hakka nasıl hamd etmezdim.
Adana da çok aşırı sıcak vardı, terlemiştim sokağın köşesinde, seyyar olarak satış yapan, terleyenleri soğutan ve vişne renginde bir içecek olan, çok insanın sıraya girerek aldığı, bu içeceği;
Bir solukta, boğazından aşağıya indirdiği ve benimde merakımı celbettiği, içmek hissimin belirdiği bir anda, yaklaştım, baktım, sakinleşince ortalık, seyyar satıcıya seslenerek birader bir bardakta bana ver dedim.
Vişne suyu olduğuna inandığım, içeceği aldım, içimin yanan hararetini, normale getirmek niyetiyle,hemen içmek için aralıksız yudumladım.
Fakat bir anda şaşırdım kaldım, bir bardağa baktım ve bir de satan adama, durumu anlamaya çalıştım, fakat ne mümkün anlamak, içinden çıkılmaz bir hal aldım.
Adama efendi, bu nasıl bir vişne suyu,hala anlamadım, deyince.
Seyyar satıcı, şaşkın bir vaziyette yüzüme baktı ve siz yabancı mısınız diyerek sorunca, daha çok meraklandım.
Adanalı olmadığımı nasıl anladı bu adam ve bu sorunun vişne suyuyla ne alakası bulunuyordu anlamadım.
Hayırdır neden sordun diyerek, yönelttiği sen yabancı mısın sorusuna,soruyla mukabelede bulundum.
Meğer benim, vişne suyu diye içtiğim, meşhur içeceğin,şalgam suyu olduğunu söylemesi beni daha çok sarstı ve aniden sanki haksızlığa uğramış bir kanaatle;
Kardeşim, o zaman neden söylemiyorsun, bunun şalgam suyu olduğunu, biz nerden bilelim bunun şalgam suyu olduğunu,diyerek çıkıştım.
Adam tamam ama, ben nereden bileyim, sizin Şalgam suyundan bihaber olduğunuzu, deyince daha da çok şaşırdım kaldım.
Ve o anki halime, öyle hayıflandım ki, kendi kendime ve içine düştüğüm açziyet unutulur gibi değildi.
Sıkılarak birader kusurumu bağışlayın dedim ve sessiz bir şekilde o mekanı, arkama dahi bakmadan terk ettim.
Adana ilinin bahsi geçtiğinde veya şalgam suyu yarenliğinde, her zaman bu anımı hatırlarım.
Tam yirmi yıl, şalgam suyu içmememe sebep olan, bu trajikomik olay, maalesef ön koşullu yargımın yanılgısını acıda olsa, silinmeyen bir iz olarak sinemde taşıdım.
Meşhur şalgam suyunu bu vesileyle tanımıştım.
Biraz acı, az tuzlu ve bünyesinde turp kokusunu barındıran dolayısıyla beni oldukça şaşırtan bu meşhur içecek, hafızamda acı bir tecrübe olarak kalacaktır.
Akşam olduğunda, Adana ilinde konaklama yeri olarak, pehlivan otelini seçmiştik. Otele yerleştik,geniş bir odası ve caddeye nazır geniş pencereleri bulunuyordu,biraz dinlendikten sonra ilk iş olarak;
Kayseri de ki gelişmeleri merak ettiğim için telefon açarak, en son durum hakkında bilgi aldım, müspet olarak seyrinde gidiyormuş,bu bakımdan rahatlamıştım.
İki gün sonra, otel personelinden haber geldi, dışarıya çıkmak yasaklandı dedi.Bizde ihtiyari olarak hayırdır yine ne oldu diyerek görevliye sorduk?
Çünkü olağan üstü hal uygulandığından,askerin hali hiç belli olmazdı, her zaman yaptırım gücü bulunduğundan,gerektiği zaman asla kaçınmaz ve hemen yetkilerini uygulardı.
Dolayısıyla bir yere bombamı atıldı veya baskın mı oldu,neler oldu ki iki,üç gün otelde mahsur kaldık.
Nihayet öğrendik ki, askerlerin on yılda bir alışkanlık haline getirdikleri meşhur ihtilalleri olan harekât, devreye konmuş, parlâmento lâğvedilmiş, siyasi partiler kapatılmış,liderlerine tutuklama talimatı çıkmış.
Önceden tespit edilen, her yere baskınlar düzenlenerek,zanlılar yakalanıyor ve televizyon vasıtasıyla millete güven pompalanıyordu.
Bu konularda vatandaştan,özellikle askerlere yardımcı olunması isteniyordu.
Ne enteresandır ki bir anda, vatanın her sathında ve her yerde silahlı eylemler bitmişti!
Zanlılar hemen tutuklanarak, hapishaneye konmuşlar fakat ihbarı delil telakki ederek suçlanan insanı falakaya yatırmak, tazyikli su sıkmak, askıya bağlamak, dizlerin arkasına beşe-on tahta koyarak ördek yürüyüşü yaptırmak en hafif sorgulama yöntemleri olduğu malum.
İşkenceye dayanamayıp itirafta bulunanlar ve suçu kabul etmek zorunda bırakılanlar her zaman olmuştur. Ne derlerdi: “kurunun yanında yaşta yanar”diye.
Askerler toplu temizlik yaptıklarından kendilerine göre malum suç odakları bulunmuş, terör ve anarşist olaylar bir anda kesilivermiştir. Dolayısıyla huzur ve sükun adeta askeri ihtilali bekliyormuş, zira hiç vakit kaybetmeden bulunması gereken biçimde yerlerini almışlardı.
Daha önce de olağan üstü hal vardı, devlet güvenlik mahkemeleri mevcuttu, böyle bölgelerde emir komuta zaten askerlerin elindeydi.
Neden o zamanlar askerler sessiz kalıyorlardı?
Neden her yerde baskınlar ve öldürmeler devam ediyordu?
Niçin bu olayların önü alınamıyordu ve nelerin oluşumu bekleniyordu?
Bir o kadar zulüm ve talana,gaspa,ayaklanmalara,göz yumuluyordu?
Suçsuz insanların harap olmalarına niçin sadece seyrediliyordu?
Toplumun güçsüz kalması ve panik yaşaması kimlerin işine yarıyordu?
İnsanların çaresizlik içinde bulunmaları ve birilerinden medet umması, hangi kurumların işine geliyordu?
Vatandaşların devletine karşı güven bunalımına düşmesi neden sağlanıyordu?
Parlamentoya ve milletin seçtiği vekillere karşı güvensizlik niçin sürekli pompalanıyordu?
Bunca yozlaştırılma ve huzursuzluk birilerinin meşru olmayan harekatlarına meşruiyet mi kazandırıyordu ve niçin özellikle bu ortam bekleniyordu.?
Askerler aynı görevde bulunuyorlar ve kendilerine göre vazifelerini ifa ediyorlardı.
Zaten mecliste bir anlamda, zımnen de olsa onlardan sürekli çekiniyorlardı.
Askerler ne istediler ki yerine getirilmiyordu, malum devlet bütçesinden en fazla payı dahi, yurt savunması dahilinde onlara ayrılıyordu!
Genel kurmay başkanı ve kuvvet komutanları, hangi bir vakit yürütmenin başı olan bir başbakan kadar, basın mensupları tarafından mercek altına alınarak, sorgulanıyor ve takip ediliyorlardı, hadlerine mi düşmüş, bu nasıl mümkün olur?
Türkiye’nin en önemli mevkileri ve şehir içindeki hayatiyet atfeden yerleri, bu insanlar istediler veya talep ediyorlar diye, en ivedi bir şekilde, mesai mevhumu gözetilmeden, bunlara tahsis edilmiyor mu?
Ve sosyal tesisler yapılarak, millette yasaklanarak, yüksek duvarlarla gizlenerek, yetmedi nöbetçiler dikilerek, toplumdan çok farklı ve kopuk, özerk bir statüye bürünerek, merak edilen olmayı başarmak ne büyük bir zafer!
Böylece kuvvet dengesini elde etmek ve her zaman, yön veren konumunu üstlenerek, uygun gördüğü bir zamanda, milletin yetki verdiği, ülkeyi yönet dediği, temsilcilerini, millete rağmen,önemsemeden alaşağı ederek, devletin başına geçmek! Ne büyük bir başarı!
Bu parti ve başkanlarını tedavülden kaldırarak, uygun gördüğü bir vakitte, meşruiyetini kuvvetlendirecek.
Anayasalar yaptırıp, bu eylemde bulunan komutanlara, yargı dokunamazlığı getirilerek, sivil inisiyatifi yozlaştırmak ve halkın gözünde küçültmeyi sağlamak!
Cihandaki sulhu, her zaman ön plan da tutacak!
Fakat yurtta ki sulhu dilediği gibi tasarruf ederek, her zaman yön verecek!
Böyle bir yapılaşmayı ve kurumsallaşmayı, dünyaya ne şekilde izah edeceğiz?
Bu sorunları merak etmeyelim mi, birilerine sormayalım mı,konuşmayalım mı?
Bu soruları kendime sorarak, sinemde çöreklenmiş, duyguları yudumluyordum. Otelin balkonuna çıktım, sessizlik hakimdi,ışıklar uzaktan buğulu görünüyorlardı,fakat ben kimseyi göremiyordum, birkaç araç dışında, birden aşağıdan gelen bir ses duydum.
Balkondan sarkarak, sesin geldiği yöne doğru odaklandım, ne göreyim, üç tekerlekli el arabasında, gecenin o karanlığında, az bir ışıkla görüle bilen, tatlıcıyı fark ettim. Hiç düşünmedim, kimseye sormadım, bir solukta alelacele tatlıcının yanına indim,çünkü kimsenin olmadığı bir zamanda sivil inisiyatifi görmek güzeldi.
Bir miktar para vererek, tatlı istedim ve aldım tatlıyı, tekrar aynı hızla yukarıya çıktım ve bir dilim ağzıma götürerek, damak zevkime baktım.
Tatlının tadı hiç içime sinmemişti, bizim tatlılara asla benzemiyordu, yemeyi içim kabul etmedi, dolayısıyla ödediğim para boşa gitmemeliydi.
Aynı hızla aşağıya indim, efendi bu nasıl bir tatlı, hiç beğenmedim, şiresi ne kadar koyu sanki bir ağda, bu tatlıyı geri al ve ödediğim parayı acele ver deyince, adam adeta yorgun, göz kapakları sünmüş, gecenin karanlığında büzülmüş olarak, bana bakmaya çalışıyordu!
Fakat beni uzaklarda arıyor gibi, bir şeyler mırıldanıyordu, lakin konuştukları hiç anlaşılmıyor, uzatma hadi seni bekliyorum, ödediğim ücreti, istiyorum diyerek meramımı tekrarladım.
Adam tatlıyı eline aldı fakat, bakıyordu tatlıya bir şeyler arıyordu, bir dilim eline aldı tam ağzına götürecekti ki.
Hızlı bir şekilde taksi yanaştı, arkada iki kadın, kolları açık, sacları dağınık, yüz, göz boyalı sanki birer kaçık, ceketi omuzlarında, göbeği sarkık, gömleğinden üç düğme açık, ağzında sigara, ayakkabının ökçesi basık, bir adam;
Daha tam yaklaşmadan, tatlıcı benden aldığı tatlıyı adama uzattı,adam hiç konuşmadan tatlıyı aldı, miktarını sormadan parayı uzattı.
Ve yine hızlı bir şekilde, araç gözden kaybolarak uzaklaştı, biz yine tatlıcıyla baş başa kalmıştık, fakat adam hiç durmadan, cebindeki parayı çıkarıp saydı ve bana paramı uzatarak meseleyi kapattı.
Rahatlamış bir edayla otele çıktım, keyiflenerek telefona sarıldım, memlekette bir gelişme var mı diyerek meraklandım.
Evet haberler hayırlıydı, hocam onaylamış yalnız,Yahyalı’lı Hacı Hasan efendiden, müsaade alınacakmış.
Bu müsaadeyi neden kendileri değil de, bizim almamız gerekti, hala da anlaya bilmiş değilim.
Önemli değil neyse, gereğini yaparız dedim, eniştelere söyle gitsinler, durum hakkında bilgilendirsinler, kararı öğrensinler ve meseleyi bitirip gelsinler, diyerek ekledim.
Adana ya gelmeden planlamıştım, kimlerin dünürcü gideceğini, Miktat Sevim hocam, Şaban beyin babası Hacı Mustafa emmi, yani yedi, sekiz kişilik bir ekip, dirayetli, tuttuğunu koparan ve aynı zamanda saygın olan insanlardı.
Hocamdan müspet sözünü alan ve şahsıma kefil olan, bu muhterem insanları, unutmak, dua etmemek, hizmetlerinde kusur etmek, ne mümkün Allah işlerini asan eylesin ve hayırlı kısmetler versin inşallah.
Sağ olsun enişte beyler gitmişler, izah etmişler, onlarda dinlenmişler ve bizim tarafımızdan bir sakıncası yok, demişler.
Ama asıl kararı, Mükremin hoca ve daha da önemlisi, kızımızın onay vermesi ve kanaatini annesine bildirmesi lazım demişler ve Allah hayırlı ve mübarek eylesin dualarıyla göndermişler.
Hocamlar da, bizimkilerde problem çıkmadığı için sevinmişler ve daha sonraki zamanlarda, nikah ve nişan gününü tespit etmek için ayrılmışlar.
Nihayet mütevazı bir programla nişan ve nikah işlemlerimde bitmişti, artık ben hayatımı birlikte ve müşterek olarak idame ettireceğim bir eş bulmuştum, fakat henüz eşimi tanıma ve görme fırsatı bulamamıştım.
Hiç unutamam ablamlar da oturuyordum, ablam Mustafa, nişanlını kapıda gördüm bakmak istersen deyince, mahcup bir tavırla acele pencereye fırladım, nişanlımı göreyim diye.
Fakat öyle bir fırlamıştım ki oturduğum yerden, hiç sormayın kafamı pencereye doğru uzatırken, endamıyla ayakta duruyordu.
Omuz hizasından ayaklarına doğru yan vaziyette iplerden bir şeyler alıyordu.
Ancak yüzünün yarısı görebiliyordum, oysa yüz simasını çok merak ediyordum.
Lakin yinede bu kadar bile görmem içime keyifli bir serinlik ve huzur veriyordu, böylece ilk defa nişanlımı görmüştüm.
Fakat bu arada paniğim ve şaşkınlığım peşinden geldi.
Pencere tavana yakın bulunduğundan, ancak kanepeye çıkarak dışarıyı görebiliyordum. Başımı tavana paralel beton kirişe nasıl çarptımsa, gözümün önü karardı, kirpiklerim yaşardı, enişte bey ve ablamın gülmesi de ayrıca beni sarstı, sessiz kaldım, etrafıma baktım, sevinemediğim için mevzuu kapattım.
Yıllarca yaşadığım sıkıntı ve çileler ceremesini göstermeye başlamıştı, iş yerinde dişlerimin ağrısından duramıyordum, aşırı şekilde sancı verdiğinden *******i uyuyamıyordum, bu yüzdende başımı kaldıramıyordum.
Müessese müdürü Ali Şahan bey, halimi görünce dayanamamış olacak ki bir kart vererek, diş doktoru Hasan Derindere isminde ki beye gitmemi önerdi, tamam dedim gittim doktor beyi buldum ve durumumun vahametini kendisine sundum.
Hasta koltuğuna doktorun söylemesi üzerine uzandım, dişlerimi muayene etti ve nihayet durumu izah etti.
Çürüyen dişim tabii apse yapmış, bir müddet ilaç kullanarak şişliğin inmesi ve intihabın kuruması gerekiyormuş, daha sonra dişim çekilmek üzere doktora yine gelecekmişim,doktor beyi dinledim, söylenenleri anladım ve uygulamak için ne gerekiyorsa hiç aksatmadan yaptım.
Tam bir hafta sonra, dünyamı zindan eden diş ağrılarımdan kurtulmak maksadıyla, doktorun yazdığı ilaçları kullanarak bitirmiştim ve yine doktora gelmiştim.
Dişlerimde ağzımda adeta kayboldu, ağrı sızı az kaldı fakat, doktor mağripten mal bulmuş gibi, dişlerimde bir çok eksiklik sıraladı ve mutlaka dişlerimin yapılmasını tavsiye ederek ayrıca bana danıştı.
Fakat benim bu konuda, bilgisiz olmam sebebiyle çaresiz kalıyordum, söylediklerinin doğruluğunu mukayese edecek bir başka doktor tanımıyordum. Çok acı çekmiştim, aynı acıyı tekrar yaşamamak için her ne gerekiyorsa durmayın lütfen başlayın ve dişlerime çeki düzen verin dedim.
Ama bu arada yapılan işlerin ücretini çok merak ediyordum ve nihayet dayanamadım doktora hesabımın ne olacağını sordum? Doktor gayet rahat bir şekilde önemli değil, gereken ikram neyse yaparız dedi, fakat yinede içim hiç rahat değildi.
Çünkü ben o vakte kadar doktora alışkın birisi değildim, hamdolsun turp gibiydim, tuttuğumu duramaz alaşağı ederdim.
O bakımdan bunların ücretleri nedir, kaça yaparlar hiç bilmezdim ve o nedenle de, haklı olarak bana kaça mal olacağını merak ederim, çünkü dar gelirli biriydim.
Doktor Hasan bey şişman olmayan, gözlüklü, hafif saçları ağarmış, nazik olmaya gayret eden, fakat bünyesinde gizli tuttuğu uyanıklığı deşifre eden, sürekli kalfasına mahkum bir insan gibi tavır sergileyen, borcumun ne olacağını bir türlü söylemeyen ve beni kuşkuya sevk eden, zorda olsa borcumu öğrendiğim bir zattı.
Epey bir zamandır ablama uğramıyordum, biraz sıkılmıştım, tabi bu arada merakımın da çekim kuvveti artmıştı, adeta teyakkuza geçen hislerim, başımın şiddetli ağrımasına rağmen,yinede ablama uğramamı bana icbar etti.
Müsaade alarak biraz sedire uzandım ve bu şekilde hasbi hal ettim, ablam mutfak kısmında biriyle konuşuyordu, kulağımı kabarttım, ahenkli hoş bir ses tonu, kulağımı okşadı.
Tahmin etmiştim bu konuşan nişanlımdı.
Kendisiyle hiç bir şekilde konuşmamış olsak bile, fevkalade içten, samimi, nazik, utangaç ve kendinden emin bir tarzda ifadelerini icra etmesi, oldukça dikkatimi çekmişti ve içimden sevinerek beğenmiştim.
Ablam rahatsız olduğumu söyleyince,sağ olsun kendiside halimi hatırımı sormayı ihmal etmedi ve onu benden esirgemedi, böylece anlamış oldum ki, duygu, çekince ve ödevi birbirine karıştırmayarak, gereğini ifa etti, müteşekkir kaldım.
O an elimde olmayarak canlanmıştım, adeta şifa bulmuştum, ağrıyı sızıyı hatırlamıyor o an unutmuştum, sineme akan bir sevinci ve huzuru hiç masrafsız buluvermiştim.
İşler yolunda gidiyordu, o günün şartlarında gündemi yıllarca uzak kaldığım İslami kaygılar oluşturuyordu.
Öyle ki ülkenin ve dünyanın masaya yatırarak araştırmaya aldığı Kuran ayetleri, bilinen ve bilinmeyen yönleriyle İslam ve Müslüman kimliği, birileri tarafından sürekli araştırılıyordu.
Amerika birleşik devletleri, süper bir güç olarak baş edemediği ve dünyanın gözü önünde hüsrana uğradığı illegal eylemleri sebebiyle madara olmuştu.
Bu eylemlerin mihrakını oluşturan odağı, tavizsiz kişiliğe haiz bulunan şecaat sahibi Müslümanları tespit ederek manipüle etmek en önemli bir görevdi.
Bu insanları koşturan, korkusuz kılan, şehit olayım diye sıraya girdiren ulvi sebebi ve inanç kararlılığını kendine göre bir şekilde mutlaka deşifre etmeliydi.
Canını ve mal varlığını gözlerini kırpmadan feda eden ve bu kimliği şereflerin en üstünü sayan, bu insanlara sebat etmeyi, şecaat ve sadakat göstermeyi, her varlıklarını tasattuk ettirmeyi öğreten, öğütleyen, sürükleyen ne olabilirdi, nasıl bir inançtı bu, hiç vakit kaybetmeden mutlaka bilinmeliydi.
O bakımdan bu nasıl bir güçtür diyerek, gece gündüz düşündüğü, bütçe ayırarak araştırdığı ve dolayısıyla neşter vurmak için uğraştığı en önemli argümanlardı.
Ayrıca bir daha asla bunlara fırsat tanımamak maksadıyla, ön tedbirleri alarak, içine düştüğü, aşağılayıcı ve dünya devletlerinin gözlerinin önünde kaybolan, itibarını ve saygınlığını yeniden kazanmak en büyük arzusuydu.
Hatta açık bir biçimde tehdit edenler ve benzerlerine emsal oluşturacak hangi unsurlar varsa tespit edilerek, ivedi olarak karargahlarının ve güçlerinin derhal ortadan kaldırılması sağlanacaktır, bu çalışmaları iş birlikçileri vasıtasıyla yaparak, halk tarafından suçlanmayı bir müddet öteleyebileceklerdir.
Her türlü İzemleri bir tarafa bırakarak, stratejik araştırma merkezini ve tüm potansiyel gücü bir tek hedefe odaklamak ve bu hedefi her halûklarda çökertmek.
Desise ve entrikalar üreten, sürekli işbirlikçi halkasını geliştiren, bu işbirlikçilerini o ülkelerin başına yönetici getiren, her an ve zaman içinde bu kuvvet dengesini elinde tutarak, itaati daimileştirenler…
Ülke içinde yaşanan ve işbirlikçileri tarafından yasaklanan, özellikle fertlerin can alıcı noktasından hareket ederek, insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayan ve bu amaçla toplumun nabzını kontrol edenler…
Dolaylı yoldan bu ülkeleri kınayan ve mazlum insanların güya hamisi kesilen ve bu amaçla kendine yapay olarak, taraftar edinen bir gizli savaş ve uğraşanlar…
Dünya para politikasını yönlendirerek, beyin göçleriyle elde ettiği teknolojik hakimiyeti, diledikleri gibi tasarruf ederler, o nedenle de maalesef acıdır ki.
İstedikleri ülkeyi, kendi elleriyle değil de, işbirlikçileri marifetiyle yönetirler, beğenmedikleri zaman değiştirirler ve özellikle sürekli bağımlı olmalarını sağlamak maksadıyla, kaos çıkartarak yokluğa mahkum ederler.
Çünkü refah düzeyine ulaşmış toplumlar, genellikle düşünen, sorgulayan, yön veren ve üreten konuma gelirler, o nedenle kendileri bakımından stratejik öneme haiz ülkelerde bu fırsatların oluşmasına hiçbir zaman izin vermezler.
İşte dünyanın gözünde aşağılanmış, bir süper gücün bunlara fırsat vermesi düşünülebilir mi.
Ülke insanlarının asimile olmasına, kültür yozlaşmasına, aidiyet sorununa kapı aralar, kendi ülkelerini hürriyetler diyarı olan bir mekan diye sunarak, böyle tanıtırlar.
Yazılı ve görsel medyayı, ablukasına almayı katiyen ihmal etmezler ve her ne istiyorsa, istediği mesajları, rahatlıkla verirler.
Geçim derdiyle yorgun düşmüş insanlara,körpe dimağlara,duygusallığın hakim olduğu arenalara,zevk ve eğlencelere daldırmak, baktırmak, ne gösteriyorsa onu düşündürmek, kesinlikle başka bir şey asla değil,böylece kavgasız bir şekilde hedefe ulaşmak.
Bütün dünya ülkesi insanlarının hayalini süsleyen, o ülkeye gitmekle gururlanan ve öğünen, ülkelerin beyin göçünü kendi geleceği için kaçınılmaz gören ve sürekli tespitler yaparak ve bu değerde bulunan insanlara, kapı aralayarak.
Kendi ülkesinde, hiçbir zaman elde edemeyeceği, imkanları sunarak, cazibesine dayanılmayacak hala getirirler.
İşte süper güce ulaşmanın temel mantığı, her zaman ve zeminde güçlü olmanın şartlarını irdelemek, bunu en iyi şekilde değerlendirmek ve bu fırsatları her halûklarda ve ne pahasına olursa olsun mutlaka muhafaza etmek.
Süper güçler koşullarını oluşturarak, dünya pastasından pay alacak ülkeleri belirlemek, ne kadar alacaklarını tespit ederek hadlerini bildirmek ve yetindirmek.
Dolayısıyla bu amaç ve uğurda, ittifaklar oluşturmak, bu bakımdan da her yaptığı sömürüye, zulme ve gaspa meşruiyet kazandırmak.
Yaptıkları ittifaklarla üye olacak ülkelerin, bağımlılığını artırmak ve masraflarını, dolayısıyla insan gücünü bu ülkelerden karşılamak.
Bu oluşuma veya teklife karşı gelen ülke liderlerini, yok ederek veya ajan ve işbirlikçileriyle ayaklanmaları tertipleyerek, güçten düşürerek bir anda ve hain ilan etmek.
Halkının gözünde mükemmel olan bu insanlar, maalesef hukuktan yoksun mahkemeler tarafından, suçlu bulunarak idam edilmelerini sağlamak, dolayısıyla bir daha buna cüret gösterecek olanları ilelebet yıldırmak.
Önlerini açmak adına ülke yönetimine kendilerine kronik bağımlı, pasifise olmuş, ilke ve hedeflerden yoksun, şeref ve haysiyetten arınmış fertler ve kukla liderler tayin etmek.
Mamafih bu ülkelerin, on yıllık dilimler halinde, kimler ve nasıl bir yönetimle idare edileceklerini hesaplayarak, oluşumları kaçınılmaz yapmak.
Ülke insanlarının tefekkür etmek, irdelemek, üretmek ve bir oluşum sürecine girmelerini önlemek nedeniyle, bazen toplum huzursuzluğu, bazen parlâmento erozyonu, bunlara göre asla kaçınılmazdır.
Çoğu zamanlar, bu insanların az bir paha karşılığında, arenalara toplanmaları amaçlanır, bu sebeple galeyana gelmeleri ve biriken potansiyel enerjilerini, kendilerinin tayin ettikleri mekanlarda tahliye etmeleri sağlanır.
Kronikleşmiş dertleriyle baş başa kalmaları ve mecalsiz, takatsiz bir şekilde bağırmalarına göz yumarak, şayet aşırıya giden olursa, karakolda bir ay kendine gelemeyecek biçimde, sorgulanıp tutuklanarak, perişanlığa düşürülür.
Daha olmadı mahkeme gününü bekleyerek, cezaevlerinin en olumsuz koşullarını solutarak, yaptığına, yapacağına bin pişman bir vaziyetle, sabrı yudumlayarak, henüz çıkmadan hürriyetti duygularında teneffüs ederek mahzunlaşır, bu insanlar.
Tabi ki aile fertlerinin durumu, devleti hiç alakadar etmez, bu sebeple de bir insanın haklı eylemi, bütün aile bireylerini kapsayarak onları da çileye mahkum eder.
Böyle badireler yaşamış bir insan, hiç kalkışır mı bağırmaya, eylem yapmaya, dertlerini anlatmaya, böylece aman efendim, bana değmeyen yılan bin yaşasın dedirtmek zorunda bırakırlar.
Yılanlar sahipleri tarafından terbiye edilir veya uyuşturulur, yani asli varlığına müdahale edilerek, etkisiz hale getirilir.
Bu nedenle, yılanı yılan yapan asıl vasfı ortadan kaldırılır ve o bakımdan bunu bilen bir insan asla yılandan korkmaz.
Ancak bilmeyenler için, hala korku unsuru olarak kalacaktır, korkutanlar değil de korkanlar, tavırsızlığı içlerine sindirenler.
Bu biçimde bir hayat yaşamayı, fazilet addedenler, yılanlardan daha korkunç ve zehirli olduklarının fakına,hiçbir zaman varamayacaklardır.
Yılanı korkunç ve ürkütücü yapan unsur aslîyeti ve aidiyetidir.
İşte yılanın asliyetini tahrip edenlerde, senin gibi insanlardır, sen bu insanlara fırsat verdiğin vakit!
Hayrın kadar şecaatin, yani cesaretinin ve sende bulunan cevherin, farkına varamaman ve bu idrake ulaşmaman için, sürekli seni uyutuyorlar, meşgul ediyorlar ve dolayısıyla böylece seni senden uzaklaştırıyorlar.
Fakat sen yılanla eş değerde olamazsın, zira sen yılana yön veren konumdasın, çünkü sen eşrefi mahlukatsın, yemeğe ihtiyaç duyduğun kadar, uyumaya, hava almaya, pisliklerden arınmaya kadar ne varsa tabii ihtiyaçların!
Bizzat onlar kadar karşılamaya, araştırmaya, bilgi sahibi olmaya, fikir ve çözüm üretmeye, öğrendiklerini uygulamaya, toplumla birlikte solumaya ve oluşumlara katkıda bulunmaya, asliye tini düşünerek seferber olmalısın, en azından buna aday olmalısın.
(devamı nakşeden izler 9 da)

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:13 AM
Nakşeden İzler (Anı roman 9)

Yoksa sen acze düşmüş, kendini unutmuş, tebaa olmaktan, sürüklenmekten, yok olmaktan kurtulamazsın, sen seninle birlikte yok olacaklara seyirci kalamazsın, buna hiçbir şekilde hakkın yoktur, kesinlikle bunu bilmelisin.
Tam altı ay nişanlı kaldık, böylece yanlışlar yapmadan birbirimizi tanımaya çalıştık, kayın pederim olan Mükremin hocam ve kayın validem hacca gitmişlerdi.
Büyük kayın biraderim olan ve aynı zamanda Bedir camisinde, imamlık yapan Ramazan hocamda, kayın pederimle birlikte aynı evi paylaşıyordu.
Son derece anlayışlı, tahammüllü bol olan, sevgi dolu, emeğini esirgemeyen evli ve bir çocuğu bulunan, güzel ve gür sesini her fırsatta cömertçe arzu edenlere sunan bir insandı.
Nişanlımın küçüğü ve benim küçük kayın biraderim olan Ali hocamda, İmam hatip lisesinde okuyan, çalışkan, duygusal, kanaatkar, futbolu çok seven, fakat bunu babasından gizleyen, başı yumuşak, itaatkar çok sevdiğimiz bir genç arkadaştı.
Baldızlarım Emine ve Kamile de, Alinin küçükleri olan, evin sevimli, hizmet ehli, nişanlıma halı dokumasında katkıları bulunan kızlarıydı.
Kayın validem, titiz, temiz, becerikli ve sürekli bir işle uğraşan, kanaatkar, hayır öğütlü, ibadetine düşkün, hiçbir zaman şikayetçi olmayan, oldukça sabırlı bir hanımefendidir.
Mükremin hocamın evi, adeta bir imalathane gibi, her hafta bir karyola halısı dokunuyordu, bayanlar kendi kıyafetlerini dikiyorlar, asmalardan üzümler sarkıyor, salçalar kaynıyor, aş makarnalar kesiliyor, peynirler basılıyor,asma yaprakları kışlık olarak basılıyor, patlıcan, biber kurutuluyordu.
Hocam hiç boş durmuyor,boş zamanlarında bal ve halı satıyordu.
Hülasa on nüfusu barındıran bu ev, tek bir memur aylığına bağlı kalmıyor, şartları zorluyor, gıda konusunda sınır tanımıyordu, o kadar çok misafir geliyor ki, köyden, şehirden hepsine de yemek ve meyveler ikram ediliyordu.
Hizmet ehli hocam katiyen yılmıyor köyden, şehir dışından gelen dost ve akrabalarına hanesinin kapısını açıyor, onları yatılı misafir ederek, konaklama ihtiyaçlarını karşılıyor ve gidecekleri adrese refakat ederek işlerini bitiriyordu.
Hocamın bu denli gösterdiği tahammülü, sabrı, hizmeti, sahaveti şehir şartlarında yaşayan, ayrıca on nüfusu bulunan, fakat sanki bir çocuk sahibiymiş gibi, neşesinden, ibadetinden ve metanetinden hiç taviz vermeyen bir kimlik sahibi.
Bereketin ne demek olduğunu özümsemem, anlam bütünlüğünü bu hanede görmem, araştırmaya gerek duymadan idrak etmem, benim için oldukça yeterli bir sebeptir ve ayrıca bunu bizzat yaşayarak terennüm etmem bulunmaz bir nimettir.
Hiç unutmuyorum; bir gün baldızlar kayınvalidelere gelmişler, aş makarna kesmeye karar vermişler, annemize sürpriz yapalım demişler ve böylece hamuru yoğurmanın başına geçerek bir kıvama getirmeyi başarmışlar.
Daha sonra hamurun üzerine bir örtü serilerek, kuvvetli bir şekilde hamurun üzerine çıkarak çiğnemek ve açmaya uygun kıvama getirmek gerekiyormuş, Ramazan hocama ve bana bir şekilde, kuvvetli olduğumuz düşünülerek, ihtiyaç hasıl olmuş, burada bulunmamız bize olan talebi kolaylaştırmış.
Hamurun üzerine çıktık çiğnedik durduk, haylice de huzurluyduk, neşeli şen ve şakraktık, aniden elektrikler gitti, karanlıkta kaldık, ne yapacağımızı şaşırdık, karanlıkta her kez birbirine bakındığını hissediyordum zira, iş yarım kalamazdı.
Yan binalara baktık, lambalar yanıyordu, o zaman burada bir problem vardı, fakat elektrikten kimin anladığı bilinmiyordu, hatta anlayanda yoktu.
İnşaat elektriği kullanıyorlarmış, bu bakımdan binaya çekilen kabloda bir sorun olduğunu tahmin ediyordum, büyük bir ihtimalle kablonun kabuğu inceldiğinden şase yaptığını düşünüyordum.
Lakin mesafenin uzunluğu ve oldukça yüksekte bulunması, ayrıca karanlık olması, tedirgin olmamız için yeterli sebeplerdi, çünkü anlamadığımız bir işti.
Fakat çok karanlıktı, hiç bir ışık görünmüyordu, kablo nerede bilinmiyordu, oldukçada yüksek bir mevkide olması cabasıydı.
Uzanarak havada bağlantı yapmanın zaruretini düşündüm, etrafıma bakındım, eniştem ve kayın biraderim Ramazan hoca vardı, lakin bu işe kimse talip olmadı.
Öyle ya oyuncak değil ki bu elektrik işi, şakası dahi olmazdı alır devirirdi, üstelik bir şey göremiyorsun ki kim neylesin.
Bir müddet sonra bulunan mumlar yakıldı, mumun verdiği ışıkla, hamur işine devam edilmesi denendi, fakat netice alınamıyordu, bu şekilde çok geç kalınıyordu, birileri ortaya çıkıp ben yaparım demeliydi, çünkü her kez çaresiz kalmıştı, bayanlarda sessiz bir şekilde bulunanlardan medet bekliyorlardı.
İş verimi çok düşmüştü, neşenin yerini sükunet almıştı, elektriğin ne zaman geleceğini bilseydik ümitlenirdik.
Saat 21,15 i gösteriyordu hala çözüm bulunamamıştı, bir usta bulsak ki derhal çağırsak, bu manada her şey olumsuz gelişiyordu,hanımların mahzunlaşması ağrıma gidiyordu, mutlaka birilerinin çıkıp bu riski göğüslemesi gerekiyordu.
Ramazan hocam o dallara hiç basmıyor, enişte bey sanayici olmasına rağmen ben anlamam diyordu, dolayısıyla bu işi çözmek mecburen bana kalıyordu.
O halde hemen vakit kaybetmeden çözmeliydim ve uzun zaman alacak bu uğraştan hanımları mutlaka kurtarmalıydım.
Acele bir şekilde aşağıya indim, kablo istikametini belirledim, acele mum istedim gelmesini bekledim, yüksek yere çıktım, şar telin indirilmesini söyledim.
Mum geldi, getirene dikkat ettim nişanlımdı ve ortalık pek karanlıktı.
Nişanlımla rahat konuşmanın tam zamanıydı, ama ne mümkün iş bekliyordu ve bunun sırası değildi, farklı anlaşılır kaygısıyla, hal hatır dahi soramadım, sadece teşekkür ederek kendisini uğurladım.
Mumu yaktım, kabloya uzandım, nihayet kabloyu yerde bularak uzanıp elime aldım, bıçağı hazırladım, kabloyu uçlarından soyarak sıyıracaktım, kablo kabuğunun maksadı, korumak ve kamufle etmek olduğundan asıl öznesi dahilde bulunmaktaydı.
Doğal olarak kıyafetini çıkartıp, tamir için hazır hale gelmesi gerekiyordu, asliyeye ulaşmak için.
Nihayet asıl aktif bağlantıyı yaparak, yeniden telin üzerini bandajladım ve yeniden enerji verilmesini temin ederek, aidiyetinin yerine getirilmesini ifa edecektim.
Hazırlığımı tamamladım, mumu ağzıma aldım, kollarımla uzandım, kablo bağlantısını yapıyordum, yanan mumu dudaklarımla tuttuğum için, eriyen mum aktıkça sakalıma doğru nüfus ediyor ve tabi olarak donuyordu.
Ben acele ederek işlerin biranda bitmesine gayret ediyordum, bu bakımdan başkalarından haberdar değildim lakin açık olan camdan gülme sesleri geliyordu.
Bir baktım ki, benim ve düştüğüm komik halime katılarak gülüyorlardı.
Ben onlara tepki veremiyordum çünkü, yanan mum ağzımda bulunuyordu, dolayısıyla nasıl gülebilirdim, sonunda iş tamamlanmıştı ve şar telin kaldırılmasını söylenmiştim.
Evet nihayet zorda olsa elektrik arızası işini tamir yaparak, lambaların yanmasını sağlamayı başarmış ve böylece çok rahatlamıştım ve hemen şu meşhur cümleyi hatırladım.
“Bilgi insanı kuşkudan, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır”, deyimi ne büyük bir tecrübenin eseri olduğunu daha iyi kavradım.
Yukarıya eve çıktım neşeyle ve gülücüklerle karşılandım, aynaya baktım ki, henüz genç denecek yaşta olmama rağmen, sakalıma akan mum yüzünden bir anda ihtiyarlamıştım, sakalım beyazlaşmıştı.
Allah ömür verirde yaşarsak, yıllar sonra geleceğimiz bu hali, şanslı olduğunuzdan siz bu günden gördünüz diye söyleyince çok hoşlarına gitmiş olmalı ki epey güldüler, bende bu arada boş durmadım tabi gülenlere iştirak ettim.
Böyle muhabbetli,coşkulu ve az maliyetli üretime kimler talip olmaz ki.
İstanbul dan rahmetlik amcamın hanımı yengem geldi, kendilerini haylice özlemiştik, çok sık görüşme imkanımız olmadığından, dağarcığında biriken bir yıllık anılarını, dinleyerek,duymadıklarımızı, bilmediklerimizi yengem sayesinde öğrenme fırsatını buluyorduk.
Hal hatır ve hoş beşten sonra, yengem içini çekerek “ah Mustafa ah” deyince şaşırdım ve hemen dikkat kesildim, hayırdır yenge diyerek sorunca, duymadın mı dedi, bende neyi diyerek tekrar soru ile cevap verdim.
Bursa’daki fabrika iflas etti, kapandı gitti deyince öyle çok şaşırdım, bunun nasıl olduğunu merak ederek durmadan sorular sordum.
O kör olasıca Sabri var ya dedi, elinden tutup adam ettiğimiz, fabrikayı emanet ettiğimiz pis mendebur fabrikayı mahvetmiş, işçiler dağılmış, Mehmet usta denen o ahlaksız serkeş adam hovarda çıkmış, işe bakmamış, çalışan masum kızları ayartmış, sürekli karı, kız peşinde koşuyormuş dedi bir solukta.
Yengemden böyle argo kelimeleri duymam, durumun ciddiyetinin hangi noktada olduğunu anlamama yetiyordu.
Yengem konuşmaya devam ederek sen ne olduysa çok sinirlenmişsin, kimseye sormadan, hiç bir şey söylemeden fabrikayı bırakıp Kayseri ye gelmişsin.
Osman abin, senin yokluğunu çok aramış, çalışanlara sormuş, onlarda senin gayretlerini ve fedakarlığını anlatmışlar, başkada orada neler olup bittiyse hepsini, olduğu gibi anlatmışlar.
Fakat senin hiçbir günahının olmadığını, sana Sabri ve Mehmet ustanın çok haksızlık yaptıklarını ağabeyine anlatmışlar.
Fakat senin yaptığın katkıları geç anlamışlar hiçbir suçun, kusurunda yokmuş, Osman ağabeyinin Sabri’den duydukları hep iftiraymış, üstelik fabrikada senin gayretlerinle ayakta duruyormuş deyince yengem, inanın çok üzülmüşüm fakat Cenabı Hakka da hamd ettim.
Boşa söylememişler ya büyükler!
“Alma mazlumun ahını,çıkar aheste aheste” diye.
Artık düğün hazırlıklarını yapıyorduk,amcazadelerim olan Osman abi ve yaşıtım Mehmet yanlış bir anlama nedeniyle, kendilerinin yerine annelerini göndermişler, yengemde gene ne söyledin ki kızdırdın abini diye söylenince.
Peki yenge ben anlatayım sen dinle ve o zaman değerlendir bakalım, hak kiminle olacak, diyerek anlatmaya başladım.
Osman abime telefon açtım ve gayet nazik bir üslup ile düğüne davet etmek maksadıyla, diyerek sözlerime daha bitirmeden!
Mustafa ne düğünü, nereden çıktı şimdi bu, deyince canım sıkıldı, bak Osman ağabey ben size evleneyim mi diye sormuyorum, diyerek sözlerime devam ettim.
Dikkat buyurun düğünüme davet ediyorum, bu ne demek yani Mustafa deyince, benim ne zaman evleneceğime siz değil, ben ve ailem karar verir dedim ve devam ettim ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, ağabey!
Düğünümüzde içki bulunmayacak, kullanılmasına da müsaade etmeyeceğim, neden bunu söylemeye gerek duydun diye sorunca.
Biliyorsun ki Fitnat ablamın kocası İbrahim bey, yıllarca bana senin düğününde mutlaka rakı içeceğim derdi, o bakımdan her hangi bir tatsızlığa meydan vermemek için, durum hakkında bilgi veriyorum dedim.
Peki ya mutlaka içeceğim diye ısrar ederse ne olacak diye sorunca, bende o zaman şimdiden kanaatimi bildireyim, bu konuda ısrar edenleri davet etmiyorum dedim.
Osman abimde sağ olsun, sizlere nasıl anlattı bilemiyorum, Fitnat ablamda, beyi de çok gücenmişler ve dolayısıyla düğünüme gelmeyeceklermiş, neyse sağlık olsun diyerek konuyu kapattık.
Düşünüyorum; böyle bizzat şahsımla ilgili bir konuda nasıl toleranslı davrana bilirdim, buna hakkım ve yetkim hangi ölçülerde olabilirdi, böyle bir oluşuma katkıda bulunabilirliyim?
Alkol günümüzde, düğünlerin vazgeçilmez şartlarından sayılıyor ve enteresandır ki o gün, yani düğün gününde milli içeceğimiz sayılan ayran, alkol kadar tüketilmiyor.
Kullananlar hangi maksada binaen kullanıyor, insanı sıhhatli düşünmekten alıkoyduğu biliniyor, ağrasif tavırları kaçınılmaz yapıyor, düğün düzenini ve davetlileri, orada bulunanları oldukça rahatsız ediyor ve ayrıca kaçırıyordu.
Kullananlar genel olarak sevinçlerini teyit etmek için, manasızca silah kullanıyorlar, nara atıyorlar ve neden gerek duyarlarsa, güç gösterisini de ihmal etmeyerek yapıyorlar.
Maalesef, düğün sebebiyle kimsede müdahalede bulunarak seslenemiyordu, dolayısıyla iş çığrığından çıkana kadar seyirci kalınıyordu çoğu kez.
Mutlaka istisnalar da vardır, içenler ağızlarına ne aldıklarının farkındadır, hareketleri sakin ve oturaklıdır, belki de o an başka hülyalardadır.
Fakat; birey Müslüman bir kimliğe sahipse, kimliğinin kendine yüklediği her türlü sorumluluğu, yerine getirmek ve yaşamak durumunda ise, buna da mecbursa, o bakımdan asla kayıtsız kalamaz, seyirci olamaz, böyle bir oluşuma katiyen katkıda bulunamaz.
Yoksa yalnızca ismen tabelalaşmak, hiçbir anlam ifade etmez, bir saç levha olarak, hava şartlarına göre sallanmak, kişiliksizliktir.
Direnç ve mukavemetini sahibinin pekiştirdiği vida ile sağlamak, güneşte solmak, rüzgarda yıpranmak, yağmurda paslanmak ve dolayısıyla, tabela olmak!
Manadan yoksun, estetiği sinesinde taşımayan, cazibesi kalmayan, mahalle çocuklarının taş atma hedefi sayılan ve sadece kuşların konaklama yeri olan bir tabela.
Başka bir ifadeyle;
Kendine dahi faydası dokunmayan, yaşadığı hayattan yılan ve bıkan ve hatta korkan ve o nedenle de sürekli güçsüz ve zayıf kalan.
Çaresizlikten şaşıran, güç bulmak için içkiye, esrara sarılan, fakat her geçen gün kaybolan, herkesin acıdığı, kınadığı, kaçmaya çalıştığı ve hatta yitip yuvarladığı bir belirsizliği taşıyan, kimlikli tabela.
Ve kaybolmuş fakat bulunan, lakin okunamayan bir kimlik, ne işe yarar ve ne çare olursa, ancak o kadar faydası dokunan ilkesiz, mesnetsiz, hedefsiz ve o nedenle de belirsiz bir hayatın tabelalaştığını düşünün.
Hatırlayın, değil mi günü birlik yaşadığımız bu hayatta, karşılaştığımız, şahit olduğumuz, fakat çare olmaktan uzak kaldığımız ve yinede hala bu belirsizliklere kapı araladığımız...
Bulunduğumuz çevrede, katıldığımız etkinliklerde, kimlik sorunu her zaman karşımıza çıkmıyor mu, bu sorunlar, fertlerin problemi değil mi?
Her insan, üzerine düşen sorumluluğun farkında olsa,keyfiyet ve mecburiyeti ayırsa, toplu olarak yaşanılan mekanlarda, saygı ve duyarlılık ön plana çıksa, egolarımız bir müddet rafa kalksa, kimliğimizden ne eksilir?
İştirak edilen veya bulunulan ortama müspet ve kabul gören katkımız olsa, fedakârlık ve anlayış öncelikli olsa, daha iyi olmaz mı, bunlar yapılamaz mı, düşünen insanlar bunu başaramazlar mı?
Yeter ki samimi olalım, kendimizi avutmayalım, neyi niçin yaptığımızın farkına varalım, neticesinin muhasebesini bir yapalım.
Hayat devam ediyor ve o nedenle de, neslimizin geleceğini katiyen unutmayalım, elimizden geldiği kadar katkıda bulunalım, yanlışa adettir, töredir diyerek uymayalım ve uygulayana yardımcı olmayalım.
Taklitten sürekli mukallit olmaktan oldukça kaçınalım, bunları uygulamak çok mu zor, başarılamaz mı,bunlara alternatif olacak pozitif yenilikler yapılamaz mı?
Bunları önemsemediğimiz vakit tekamülün, terakkinin, sosyal açılımların ne anlamı kalıyor şöyle bir samimi düşünelim.
Değer yargılarımız, değişmez sandığımız, mümkün görmediğimiz, hayrete düştüğümüz onlarca örf hızlı değişim sürecinde dumura uğradı.
Sormadan, ne derler acaba demeden, mali yönümüzü düşünmeden, geleneklerimizi önemsemeden, küreselleşme adına öyle bir değişim yaşanıyor ki!
Ulaşım, koordinasyon ve teknolojik yenilikler sebebiyle, mıknatıs gibi adeta seni, sana bırakmadan çekiyor,direniyorsun,gücün kalmıyor,takatsiz kalıyorsun acındırıyor.
Bizler yeniliklere ve değişime hazırlıklı olamadığımız veya anlamadığımız için, bir süre tepki göstersek de, netice değişmiyor, yani bir şekilde kabul ediyoruz, kullanıyoruz ve uyguluyoruz, dolayısıyla müeyyidelerimizi bu şartlara göre tespit etmek zorunda bırakılıyoruz..
O zaman demek ki, zemin ve sıhhat şartları incelenerek, sosyal dengeler gözetilerek, yöresel asabiyetler terk edilebilir.
Onun yerine daha güzel, evrensel oluşumlara paralel olarak, konunun ön yargısız, bilgiyi tarafsız kuşanmış, halkı için ilim yapmış, toplumunu dışlamamışlar…
Milletini iyi tanımış, milletinin tarihini özümsemiş, gelişimini sosyolojik olarak incelemiş, halkının tepkisini, kutsallarını ve dünyadaki mevcut değişimi ve bu sürece katkıda bulunan ülkelerin, gerekçelerini ülkesi adına tahlil edenler…
Sathın stratejik temayüllerini, en güzel biçimiyle inceleyerek tespitler yapmak, ayrıca ve en önemlisi de, tarihin ibret derinliğinden ivme kazanarak gayret edenler…
Toplanan bilgileri ve oluşan projeyi, insanı, çevreyi ve ekonomiyi bilen uzmanlar kurulunun tartışmasına açmak, adına uğraşanlar…
Sempozyum, panel, açık oturum ve anketlerden oluşan, araştırma, etüt, inceleme ve çözüm üretme merkezlerinin kararlı ve tarafsız olarak denetimlerini artırmak, ayrıca bu merkezlere daha fazla yatırım yaparak, imkanlarını çoğaltmak, için çalışanlar…
Bu oluşuma halkın katkısını ve katılımın takibini yaparak, reaksiyonu ve aksiyonu sükunetle tahlil ederek, mukayese etmeyi başaranlar…
Tespit edilen, popülist yaklaşımları ve tahrik unsurlarını, ayrıca arşiv oluşturup değerlendirerek, ortaya çıkan projeyi mihenk nedeni saymak…
Ülkenin cumhur başkanı, devletin başı olması nedeniyle;
Bu teşekkül edilecek kurulu, o makama bağlayarak atama, görevden alma yetki ve sorumluluğunu bırakmak.
Meclisin bu kurula olan ilgisi ve katkısı oy bakımından referans sayılarak;
Muhtarların ve belediye başkanlarının, yatırım ve inceleme konusu projelerini özellikle seçmelerini sağlamak ve cazip projeye katılım zeminini oluşturmak ve bu konunun önemine vurgu yapmak asıldır.
Sürekli düşünmek, irdelemek, muhakeme etmek ve çözüm üretmek bireyler için tabi olan hasletlerdir.
Bende tabi olan ne varsa onları yapmak istiyorum, farklı bir şey değil, dolayısıyla her kez yapıyor benimde yapmam gerekiyor diyemem.
Düğün hazırlıkları olanca hızıyla devam ediyordu, düzen düzmek için öz mesture ve tesettür giyim ismi ile çalışan mağazalardan ihtiyaçları aldık, mütevazı olarak elimizden ne geliyorsa karşılıklı konuşarak düzen işini anlayışla hallettik.
Davetiyeleri bastırdım, çerezleri aldım, her işe ben koşturuyordum, mali yönden son derece kısıtlı bir bütçem vardı.
Öyle ki, gelin konvoyu için tuttuğum taksilerin parasını ödeyecek durumda değildim, onun için gün evveli taksi durağına giderek ön anlaşmamı ve ödeme programını konuşmuştum.
Hülasa eğer ben evlenirsem, evlenemeyecek hiç bir insan tanımıyorum demiştim, daha zorunu görmediğim için.
Çünkü yük tamamen benim üzerimdeydi, o günlerde Cenabı Hakkın yardım ve inayetini her zaman gördüm.
Düğünde yemek verilecekti, onun hazırlıkları ve malzeme alımları yapıldı, nihayet her bir hazırlık tamamlanmış, yeni çıkan sorunlar son derece hızlı biçimde çözüme kavuşturuluyordu.
Düğün herhangi bir salonda değil, evimizde yapılıyordu, yemeklerde arka bahçemizde dizilen masalarda ikram ediliyordu.
Bacılarım, yakın akrabalarım mutfak işlerini gayet güzel götürüyorlardı, seri olarak yemeklerini yiyenler kalkıyor, diğer misafirler oturuyorlardı.
Kına gecesi dini motiflerle yapılıyordu, karşı komşumuz Ağırnaslı Ahmet amcaların evine misafirler alınmıştı.
Hacı kılıç cami imamı Veli hoca ve düven önünden hastane caddesine dönüşteki solda bulunan cami imamı Mehmet Gacır hoca ile beraber ilahiler, kasideler ve sohbetlerle devam ediyordu.
Bizim evde hanımlara tahsis edilmiş, orda da benzeri uygulamalar yapılıyordu, sülalemizde ve mahallemizde ilk defa böyle farklı bir düğün olgusu gelen misafirler tarafından görülüyordu.
Alkol yoktu, çalgıcılar bulunmuyordu, nara atmak, güç gösterisi yapmak, bay, bayan karışık oturmak ve oynamak imkanı yoktu, oldukça sakin ve sükunetli geçiyordu.
Kınalar geldi dualarla yakıldı, sağdıç ve arkadaşlarım sağ olsunlar görevlerini ihmal etmediler, her zaman fedakarlık gösterdiler.
Nisan ayının dokuzuncu gününde, düğün konvoyu hazırlıklarını tamamlamış olarak ayrılmışlardı, ben evde kalmıştım.
Bacılarımdan büyük olan Hayriye ablam, gelininin koluna girerek ve babasından teslim alarak şehir turu yaptırmışlar.
Nihayet konvoyun korna sesleri uzaklardan duyulunca, annem ve diğer yakınlarım karşıladılar ve gelinlerinin koluna girerek içeriye aldılar.
Ben bahçenin kenarında duruyordum, pür dikkat bir vaziyette etrafı, oluşumları kolluyordum.
Aynı zamanda uzaktan bakarak, orda bulunmanın heyecanını, keyifli bir şekilde deruhte ediyordum.
Cenabı Hakka şükürler olsun ki, düğünümüz huzurlu bir şekilde, vukuatsız ve dualarla nihayet bulmuştu.
Babamın bir oğlu olduğum için, babamlarla beraber kalıyorduk, dolayısıyla aynı evi paylaşıyorduk.
Mütevazı, huzurlu ve hayatı dolu olarak yaşamaya başlamıştık, boş vakitlerimizde bahçemizi belliyor, ekiyor, sitil yapıyor, çapalıyor, ayrık otlarını temizliyor ve çaylarımızı yudumluyorduk.
Ben aynı işyerinde çalışmaya devam ediyordum, epeydir görüşemediğim gazete temsilcisi Zeki efendi;
Artık bu işi daha fazla götüremeyeceğim memleketim Edirne ye gideceğim, gel şu temsilcilik işini sen yürüt dedi.
Ben gazetecilikten ne anlarım ki temsilcilik görevini üstleneyim,dedim.
Sonra milli gazete abone sayısı 150-200 adet civarındaymış, bu rakamla büro kirası, dağıtıcı parası, kısacası masrafların çıkması mümkün görünmüyordu.
Dolayısıyla evimizi nasıl geçindireceğimiz belirsizdi.
Zeki efendi gazete bayisinde epey borç biriktirmiş, abonelerde güven kalmamış, sabit bir büro tutulmamış, şimdiye kadar temsilcilik ticarethanede yürütülmüş, yani temsilciliğin cazip olan hiçbir tarafı bulunmuyordu.
Fakat bir tarafta da bizim gazetemiz diye sahiplendiğimiz, bir gazetenin içler acısı durumu beni çok üzüyordu.
Çevremden, tanıdığım esnaflardan küçük bir araştırma yaptım, genel olarak yardımımız olsun diye alıyoruz dediler.
Çoğu zaman okumuyoruz bile, demeleri beni ayrıca çok şaşırtmıştı, çünkü günlük bir gazete mutlaka ihtiyaç olduğu için okumalı ve bu maksatla alınmalıydı.
Hiç unutmuyorum, Şerafettin Elmas taş’ı ve Hüseyin Ekinciyi bu arkadaşlar gazeteye abone olmamışlardı,uğraştık fakat yinede yapamamıştık.
Gerekçeleri ise tespih çekmeye ancak fırsat buluyoruz, onun içinde gazete alıp okumuyoruz demişlerdi ve bende çok şaşırmıştım zira hiçte inandırıcı gelmemişti.
Hüseyin Ekinci bir iş hanında halı ticaretiyle uğraşıyordu,Şerafettin Elmastaş ise Şaban beyin fabrikasının duvarlarını örüyordu.
Ben zikir etmenin,tespih çekmenin veya kitap okumanın günlük bir gazeteyi okumakla ne ilgisi var, hala anlayabilmiş değilim.
Yaptığım araştırmalarda bu gazetenin piyasa şartlarında prestij kazanması ve özellikle zihinlerde oluşan olumsuzluklardan temizlenmesi gerekiyordu.
O nedenle kararımı verdim,çalıştığım iş yerinden ilişkimi kestim ve bir hafta süreyle gazete nereden alınıyor,nasıl dağıtılıyor tespitlerini yaptım.
Abonelerin kimler olduğunu, iş ve ev adreslerini, bizzat bisikletle gezerek gazeteyi abonelere dağıttım ve böylece işi öğrenmiştim, dolayısıyla bu havayı teneffüs ederek, abone ve dağıtıcının psikolojik ortamını deşifre etmiştim.
Hemen acilen bir büro tutmam gerekiyordu, koltuk, masa, ne gerekiyorsa telefon dahil, bu zamana kadar hiçbir şey mevcut değildi, zira gazetenin kayseri temsilciliği adressiz olamazdı.
Hülasa bir temsilcilik bürosunun oluşumları için masraflara ve bunun için bizde bulunmayan paraya ihtiyaç vardı.
Ben kişilik olarak dost ve ahbaptan para istemeyi, borç olarak talepte bulunmayı, pek beceremem onun için talebimi bir müddet tehir etmeyi uygun görürüm ve şartlarım müsait olunca istediğimi gerçekleştirirdim.
Fakat bu iş geciktirilemezdi, zira günlük ve sürekli koşturmayı gerektiren bir iş tercihiydi, her kim işlerinin takip ve tespitlerinde, işinin gereklerini yerine getiriyorsa, başarıda aynı istikamette neticesini vereceği belliydi.
Sabah saat,7,30 civarında abonenin eline günlük gazete geçmiyorsa, saat,11.00 veya öğleden sonra geçiyorsa, o gazeteyi ve okuyucusunu bir düşünün.
Gazete bayilerinde saat 8.00 den önce gazete bulunuyorsa, aboneler neden dört saat sonra gazetesini okusun, üstelik Pazar gününün gazetesini de Pazartesi günü okumak zorunda kalsın.
Bu sorunların niçin düşünülmediğini ve neden çözümler üretilmediğini anlamak hiçte zor değildi.
Sorunların en önemlisi olan, günlük gazetenin dağıtımı yapılamadığı vakitler, İstanbul’dan gazete gelmedi diyerek, suçu gazetenin merkezine havale edilirdi veya neden gazete iki günde bir geliyor dendiği zaman, abonelerden paraları toplayamadığımız için, bayiden gazeteyi alamadık diyerek, kendilerinin güya masum olduklarını ima ederlerdi ve böylece işin içinden çıkarlardı.
Birde hiçte hoş olmayan, nezaket kurallarına asla uymayan biçimde, burçak dağıtımın sahibi Mustafa beyi gıyabında, özellikle milli gazetenin dağıtılmasını engellemekle suçlayarak, abonelere şikayet edilirlerdi.
Oysa ki dağıtım şirketi bir ticaret hanedir, siz müeyyidelerinizi yerine getirdiğiniz zaman, şirket para kazanıyor, neden size engel çıkartsın!
Sur iş hanının ikinci katında bir büro kiraladık, arkadaşım diş doktoru Orhan Aslanlaş beyin manevi katkıları her zaman olmuştur.
İslam mobilya isminde, mobilya imalathanesi bulunan sevdiğimiz güzel insan Hamdi Kamberli bey sağ olsun, senet karşılığında büroya koltuk takımını ve acele ihtiyaç duyulan her ne varsa almıştık.
Artık bizim gazetenin de şehrimizde bir temsilciliği vardı, hem de şehir merkezinde bulunuyordu, Hunat camisinin karşısında bulunuyordu, o bakından adresi ve ulaşılması çok kolay olan bir mekandı.
Şehrimizde temsilciliğini yaptığımız gazetemiz, artık abonelerimize erken saatlerde ulaşıyordu.
İki kişiden oluşan dağıtım ekibini ve dağıtımda kullanacakları bisikletlerini satın alarak, bu arkadaşların abonelere yetişmelerini kolaylaştırmaya çalıştık.
Gazete ve dağıtımın ne demek olduğunu, aksamaların nelere sebebiyet vereceğini, lakaytlığın ve umursamazlığın çalışanı saf dışı bırakacağını anlatıyordum.
Böyle bir iş dalı olduğunu izah ederek, elemanları böyle yetiştirerek, yeni abonelerin kaydını yapıyor, ayrıca sorunları dinlenerek tespiti ve çözümleri üretilmeye çalışılıyordu.
Temsilci olmam sıfatıyla, daha önceleri yıpranan ilişkileri, düzeltmek maksadıyla Java motorumla gelerek, ana bayiden gazeteyi bizzat kendim alıyordum.
Saat kaçta biliyor musunuz? sabah 04.30 veya 04.45 civarında, Ankara’dan kamyonla gazeteler gelir ve hemen tasnifi yapılırdı.
Ben kendi gazetemi alarak büroya giderdim, elemanlar gelene kadar abone tasnifini yaparak, dağıtılmaya müsait hale getirirdim.
Her güne böyle başlardım, gazetecilik mesleği çok farklı bir iş koludur, zeki, çalışkan, fedakar ve sabırlı olmayınca neticeye de ulaşmak gayri kabildir.
Ana bayi ye ben değil de görevli arkadaşı göndersem, en ufak bir sorunda gazeteyi alamadım diyerek geri geliyor, ne oldu, niye,neden, sorularına dahi sıhhatli cevaplar alamıyorduk.
(devamı nakşeden izler 10 da)

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:13 AM
Namlu mermiler için ısınmadı!

Gel
Ne sen sormuş ol
Ne de ben anlatayım kederimi

Sen
Geleceğin sicimi
Yüreklerin hasreti şevkin adresi

Nesiller
Hoyratça harcanıyor
Simsarlar alçakça desise kuruyor

Tüketim
Keyfiyet şırınga ediliyor
İrade zafiyeti hal ekseni öteleniyor

Alafranga
Asırlardır tetikleniyor
Adamlık alt kültür olarak anlaşılıyor

Örfü
Hassasiyet cehalet
Milli haslet hamaset damgası yiyor

Millet
İlletler içinde nimet
Zillet içinde bereket duasına çıkıyor

Folklor
Dansın güdümünde eriyor
Göbek atmak sıradan maharet sayılıyor

Kızlar
Arlarıyla ancak nurlar
Edep yok olunca kepazeliği soluyacaklar

Alkışlar
Gelen gidene tempo tutarlar
Bir duruşun sahibi olsalar işlerini yaparlar

Geceden
Sabaha denk eğlenceler
Kim kimin derdinde kapital hortumlanınca

Millet
Bizarlığı kader sanınca
Kanaat içinde efkârını soluyunca umutla

Patronlar
Bir tıraş olmak için
Yatlarıyla yunan adalarını tercih edince

Ahmet
Mehmet, recep, Tuğçe
Asgari ücrete mahkûm olarak yaşayacak

Vatan
Toprağını kanıyla koruyanlar
Kansız, mecalsiz artık kâğıt toplayanlar

Pet şişelerden
Atılan her şeyden umuda
Koşuyor, efradı için canla direniyorlar

Palazlananlar
Sabahın körüne denk
Viski kadehleriyle flörtleriyle rezaletteler

Aşkın
Sevginin içine ettiler
Soysuzca nefeslenerek tahakküm ettiler

Şekliyet için
Tekebbürün iflahı için
Kaç nesli zalimce yokluk içinde çökerttiler

Yetmedi
Devletin hazinesizi kemirdiler
Vatandaşı bir düşman misali hakir gördüler

Varislerini
Sermayenin her çeşidini
Renklendirerek unvanlarla piyasa edindiler

Devlet
Kendi içinde millet olmaktan
Patronların solukları altında kalmayı yeğledi

Yıllarca
Milletin efradını kim dinledi
Asırlarca inin inim inleterek müstezaflaştırdı

Hakları
Ellerinden bilakis çalındı
Dört duvar arasında cürümler kim için sıralandı

Zindan
Adamlığa müptela kaldı
Namlu mermiler içinde hiçbir zaman ısınmadı

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:13 AM
Nasıl anlatayım ki başka!

Gönlümün hüznüyle dil şad olmak isterken
Reva mı ey yar, bu hakikati sana sunmam
Neden halimi bizar bırakır saklanır kaçarsın
Beni benden alıp halime tarumarı yaşatırsın

Sensiz nazar edemem ki baharın açan sırrını
Çiçeklere bahsetmem neden benden kaçtığını
Dil-i kalbin sukut eyler açılan sırları kapattığını
Saklıyorsun hevesin solgun, umudun kırıklığını

Sizi temin ederim ki gönlün ihtiyacı sevilmektir
Onu mücehhez kılan sendeki sevgiyi vermendir
Tefekkür aşkıyla meşk dirliğinde nefeslenmektir
O vakit, kendi ruhun esenliğinde izleri sürmektir

Eğer senden dileğim ve tek arzum zevkse gelme
Seni heveslerin yumağı yapmak içinse ikrar etme
Bir kalbini dinle, vicdanınla gürle yeter ki üzülme
Sen beni merak etme, senin izlerinin takibindeyim

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:13 AM
Nasıl bir çare!

Eğer ki
Hiç sevmiyorsan
Yüreğinde bir esinti
Duymuyorsan
Şayet

Senin için
Artık
Bir zül olduğuma
Kesinlikle
İnanırım

Seni
Dilemediğin halde
Kendime
Mahkûm ettiğimi
Sanırım

Kendi
Halime acırım
Talihsizliğimle
Baş başa kalır
Hicranımı yaşarım

Öyle acı
Bir durum ki
Ne
Sen sor ve
Ne de
Ben söyleyeyim

Sevdamın
Hazzını yaşayan
Bir divane aşığım
Ne çareyim

Aşkın
Serinliğinde yanan
Bu sayede de
Viraneleşen
Bir âdemi beşerim

Nefsin
Esintisini dışlayan
Vicdan
Acısını yaşayan
Bir canım

Sana
Ne diyebilirim
Ey hazanım

Sanki
Can içinde yaşayan
Bir canın aynasıyım

Duyduğum
Sitemlerle perişanlığı
Yaşamak
Zorumda bırakılan
Bühtanım

Senin
Derinliğinde ki
Acına
Çare olamayan
Ne sefil bir âdemi
Mutlak olan canım

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:13 AM
Nasıl bir dert ki sineyi meftun eden!

Derdimi Ummana döktüm ki çaresiz
Asi vana inledim ona feryat edebildim
Yârin derdiyle hicranlar çeşidini seçtim
Biganeydim divane yalnız bircan idim

Yolların seyrinde ne dertliler ki iliştim
Derlerin en derinlerindeki sabrı seçtim
Kime ne söyledim yalnız gönün verdim
Çaresizlik içinde divaneleştim çekildim

Öyle bir sevda ki hazzı dahi bir başka
Sanki güneş altında kavuşulur murada
Çöllerin kum fırtınasında kalırken orada
Bir şefkat elinin seni bulmasıdır ümidiyle

Gözler yollarda kalsa ne olacak akarken
Bir sevda muhayyilesiyle öyle yaşarken
Aşk hazzıyla coşup revan için koşarken
Hakkın rızası için ter kan içinde kalırken

Zamanın her katresinde geçen beklemem
Sensizlik içinde demlenerek halimi bilmem
Vefa önceleyip sabretmem sukutu seçmem
Hasretinle ahirim için izlerinde nefeslenmem

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:14 AM
Nasıl bir hal...

İçim
Depreşiyor…
Kendi
İçine sığmıyor…
Merak,
Devreye giriyor…
Göz,
Aranıyor…
Yürek
Sendeliyor…
Bilek
Güçleniyor…
Dil
Abitleşiyor…
Ayak
Zemini yokluyor…
Beden
İçinde kaynıyor…
Zihin
Yalpalıyor…
Aklım
Şaşıyor…
Ruhum mayışıyor…
Nefsim
Durak tanımıyor…
Gaflet
Beni yakalıyor…
İzzet
Gönül terk ediyor…
Onur
Geriye çekiliyor…
Gurur
İflas ediyor…
Kalp
Yine kararıyor…
Ahval
Rahmeti arıyor…

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:14 AM
Nasıl cesaret ederim sana yzmaya!

Anlatabilmeyi ne kadar çok isterdim
Belki ilk gözyaşlarım senden olandı
Parmaklarımın arasında tuttuğum kalem
Yazmaya cesaret edemediğim mısralar
Sinemde yankılanan gizlediğim figanlar

Artık yeter diyordu
Serdet çekinme istiyordu
Ama yine çaresizliğimle
Sana olan hasretimle
Yazmaya korkuyordum
Belki kırılacaksın diye

Etrafında pelesenk olan hevesler
Ne kadar bariz çıkıyor ahenksiz sesler
Önünde diz çökmeyi marifet telakki edenler
Senin dikkatini çeken gayretli olan nefesler
Teninde solmak isteyen uhdede kalan ümitler

Nasıl yaklaşa bilirdim ki
Cazibemde ki sefillikle mi
Meteliksiz yutkunduğum ilikle mi
Bir teklifin korkusunda kalan umutla mı
Tebessümünle kokuları salan güzelliğinle
Cesaret bulmazdım yanında adımlayamazdım

Sen o kadar farklıydın ki sensiz olan her şey
Melalimle serdettiğim nefesler olan gizemler
Sensizlik diyarında bir mahzunluğun adımlarıydı
Her bir seste seni aramak renklerde seni görmek

Kelebeklerin kanatlarından medet bekleyerek solmak
Lakin ummanlar içinde boğulmak nefesinden korkmak
Sana olan hasretimle toprak içinde sessiz kaybolmak
İç sızılarında anılmayı becere bilerek seninle olmak

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:14 AM
Nasıl dilerseniz biliniz!

Sizler
Düşünmenin membaı,
Mefkûrenin sağanısınız...

Hayatın
Öznesi, mananın
Kitabesi, şefkatin elisiniz...

Sevgi
Bahşedilen, sevmek
İse öğretilen ödevlerdir...

Nisa
Kimliği, yağmur misali,
Gülün ahengiyle ancak keyiftir...

Mübarektir,
Serinliktir, dirliğin
Adresi olan kalbi kanaattir...

Aşkın
Mefkûresi, mananın
Gerekçesi sebebi hedeftir...

Dirliktir
Birliğin gerekçesidir
Muhabbetin vazgeçilmezidir…

Özlemin,
Mücerretliğinde
Müşahhas olan bir öznedir…

Düşlerin
Serinliğinde hazine
Güzlerin sıcaklığında yelpazedir…

Halin müdavimi
Kalbin seyrinde ki ayanı
Sevginin en anlamlı sunulan baharı…

Şefkatin
Cehdi gayretin
Umutlarda baharlaşan aşiyandır…

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:14 AM
Nasıl diliyor ve o anı biliyorsan!

Kuşatan ufuklar için sen bizar olma
******* halinde nedamete boğulma
Seherlerde, meşkuk nefesle soluma
Zamanla hapsolma, dirliğini unutma

Zindanlar, karalar için ağıt yakanlar
Halin devranından, uzakta kalkanlar
Kalbin rüknünü anlamadan bakanlar
Ruhuyla müsavi olmayan hezeyanlar

Ruhun seyrinde bulunmazsa hürriyet
Sineler zindanlar için en büyük külfet
Kalk silkin merak et, nerede var ülfet
Taleplerin için alınıyor nefesler bahset

Mana ikliminde filizlenmeyen, bir dert
Dertler içinde çeşitlilik, elbette ki zillet
Nefsi marazlar senin için badire azmet
Kalbin lekelerinde ruhun ile bir seyir et

Arz sana mahkûmdur sema nazar eyler
Gök kubbe ruhun diyarıdır manayı diler
Kalp akıldır, ferasettir, ihsandır, ihlâstır
Nefsin, senin için verilen hükmü beladır

Dilersen, gayretle azimeti seçersen sen
Nefis raddelerinde birlik için nefeslenen
Sabrı himmet bilen çileyi aşkla süsleyen
Hakkın rızası için tercihlerini nizam eden

Bilinir, zikredilir ten senin asli kefenindir
Hakikati hüküm senin iskeletinde gizlidir
Kemiklerin çürüyüp, nefsin bekleyecektir
Ruhun bir âlemi devranda seni bulacaktır

Dileme sen ne cenneti, ne de cehennemi
Bahşedilen sevgi için onların hükmü ne ki
Ateş kimi bekleyecek zebani gelip çekecek
Hükmün hâkimi aşkın banisi Hak sevilecek

Bir tefekkür et, hükmün sahibine iltica evet
Sana ait olan, tüm varlığından aşkla vazgeç
Ruhunda dirliği kalbinde birliği sevda ile seç
Sana bizzat tevdi edilen emanetlerden el çek

Sahipsin, varlığın sebebiyle her şeye maliksin
Senden neşet edecek her hareketlerde iradisin
Sen tercihlerinle değerlisin o iklimde yeşerirsin
Ölüm ile verdiğin o ahdin vuzuhuyla yüzleşirsin

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:14 AM
Nasıl diliyorsak!

İnsanız işte
Yalnızca fiziksel
Anlamıyla var olan değiliz

Düşlerimiz,
Kavramlarımız
Düşüncelerimizi üretirler

Her birimiz
Dilimizle ortaya
Koyarız ürünlerimizi

Diliyle üretir
Duçar olduğunun
Altında kalmamaya çalışırız

Bir çırpınma
Biçimi olarak üretim
Var olma çabalarından biridir insan için

Kaybediyor
Daha da borçlu olacağını
Düşüneceğine, gariptir ama
Alacaklı olduğunu bir şekliyle haykırıyor

Dünyanın kendisine
İstediğini vermediği için
Nankör davrandığını vefasızlık
Ettiğini düşünerek garipçe ortaya atıyor

Alacaklı olma duygusu,
Dünyaya karşı bir hınç duymasına yol açıyor

Başına gelenleri
Felekten bularak haksızlık olarak görüyor

Kaybettim
Demek ki borcum arttı
Diye bir türlü düşünemiyor

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:14 AM
Nasıl gelirsen gel!

Neyleyim ki
Tahammül kalmadı
Seni sensiz yaşayıp durmaktan

Sevdiğin
Her şeyi zikretmekten
Nefesin acizliğinde sukut etmekten

Kimseye
Seni anmayan geceye
Hislerimde anlamlaşan her heceye

Soluksuz
Bitap kimsesizliğe
Hüznün davet ettiği hicran sahifesine

Bir ben
Bilirim neler çektiğimi
Hazanın ibret içinde halime yerleştiğini

Dallarda
Alımlı duran meyveyi
Toplayacak takatin terk ettiği şevksizliği

Uzaklardan
Nazar eden umudu
Yüreğimde kuruyan muhabbet sürurunu

Payidar
Eyledin sessizdin
Nefeslerin nöbetinde hissini gizleyendin

Serdetmedin
Mısralarında serindin
Kuytu düşlerin alaca karanlığında nefestin

Nerdesin
Zamanın içinde misin
Yoksa göçüp gidenler kafilesinde ibretimsin

Gönül
Kafesim ıssız ayan
Seni sensizlik düşüncelerimle halen perişan

Çık gel
Nasıl gelirsen öyle gel
Ölmeden ömür tükenmeden kalp dinmeden

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:14 AM
Nazar ederken bile!

O güzel
Gözlerinle
Göremesem de

Nazar ederken
Bile
Halin
Meftun bırakıyor

Seni
Âlemler içinde
Nadide kılıyor
Çokta
Manalaştırıyor

Bir
Başkalaştırıyor
Haz içinde
Tutkuyu
Elan yaşatıyor

Bir
Ummanın
Seyrinde
Bilinmez
Badirelere
Duçar kılıyor

İşte yine
Masumluğun
İzlerini
Sürüyorum
Seninle

Dalı
Bırakan
Zorunda kalan

Bir yaprağın
Teslimiyetinde

Sakin olan o
Şadırvanın
İzlerinde
Kuşların
Ürkekliğinde

Gülün
Sulh vaat eden
Güzelliğinde

Eşsiz bulunan
Ahenginde

Senin
*******e
Taş çıkartan
Gizemlerinde

Bir enginliği
Yaşatan
Sabrı cemilinde

Sen
Ne kadar
Berraksın

Aşksın
Aksın

Hazzı
Muştulayan
Şefkatinde
Bağrısın

Sanki o
Toprağın mayası
Gök kubbenin
Aşkı salan
Nidasısın

Sen
Bir başkasın
Hali bahtiyar
Kılan

Sevdanın sızısı
Bulunan
En güzel
Ağrısın

Sen
Cihanın payesi
Aşkın kalesi
Canı deryasın
Hidayeti
Şahanesin

Sen
Gülünce
Baharın esintisi
Farklılaşıyor
Çiçekler şakıyor
Adeta
Bir başkalaşıyor
Adeta coşuyor

Böyle olunca
Mefkûrem
Daha bir
Muhkem oluyor
Ziyadesiyle
Anlam buluyor

Bilmenizi
Ne kadar çok
Dilerdim

Seninde
Temaşa etmeni
İsterdim

Bulutları
Seyrederken
Yolcu ederken

Birbirleriyle
Halleştiklerini
Onları
Koklaşırken
Görmeni

Rahmetin
Güzelliğini

Bir tevazu içinde
Nefeslenirken
İdraki sunuyor
Olmaları
Ne kadar manidar

Bir ulu
Çınarın
Gölgesinde
Depreşen

Mazi muhayyilem
Artık
Dayanamıyor
Aşka geliyor

Sessiz
Soluduğum
Mücerret olan
İklimin
Kalacak
İdrak
Sayfalarında

Nasibim
Kadar olacak
Bulunan

Yazgımın
Manasında

Bahtımın
Hicranı salan
Yarasında

Ahın
Karasında
Çilenin
Sabır ile içilen
Yudumlarında

Nağmelerin
Anlam bulan
Haz ile kuşatan
Melali saran
Anılarında

Senin
Ahında
Halinin bahtında

Umudun
Deşifre
Edilemeyen
Eşsiz buluna
O manasında

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:14 AM
Nazar hissedilmeyince ne yazar!

İster inan
İster istersen de aldırma
Yoruldum yaşadığım şaşkınlığa
Yanarım artık kendimi anlatamadığım acıyla

Bir şevk mi kaldı
Yürek kuşanarak ahenk bulamadı
Aşkı anlamadı, halin bezirgânlığını yaşadı
Tarumar olan dimağlarda aşkları kim sorguladı

Sen dilemiştin
Tedirgin bir halde gelmiştin
Dinledin umursamayarak yoluna devam ettin
Anlamadın, hiç hissetmedin, vicdan nedir bilmedin

Bildiğini okudun
Hicranı önemsemeden soludun
Çaresizliği bir çare olarak bana okuttun
Orada kalandım, hatta seni anlamaya çalışan candım

Lisanı hal ile konuştuklarım
Bir suç telakkisindeydi o an senin için
Yolda bırakılan, hiç umursanmayan, anlaşılmayan
Sen kendinle kalan bir sarfı nazardın, mısralar yazandın

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:15 AM
Nazarı kalbin hazanıyla…

Suskun yürekler mısralara bakıyordu
Her ikisi de kendilerini orda buluyordu
Mana satırların hecesinde kelimesinde
Aşkı kucaklıyordu, sevdayı sunuyordu

Okurken yutkunmak olağan olmuştu
Yürekten sızan heceler şaha kalkıyordu
Dil durmuyor, yürek aşka filizleniyordu
Gizemler ayyuka çıkıp sevda sunuyordu

Gizemin seyri halini terennüm ederken
Merakın hırçın dalgaları acının eşiğinde
Gel git yaparken korkunun çeperlerinde
Telaşın katresi acının rengini sunuyordu

Müptela olmuş gönüllerin meşk serinliği
Hazanın hüznünü yeniden yeşertiyordu
Yıpranan yürekler dirense de akıyordu
Aşkın, filizlenen düş pınarı serinliğinde

O kadar itinalı olsalar da her iki gönül
Çaresizliğin bir umut olarak yaşandığını
Pekâlâ, fark ediyorlar, sızıntı dinmiyordu
Çaktırmadan nakşedenleri ezberliyorlardı

Bazı gece sessizliğinde kalemi bıraktılar
Geleceğe nazarı kalbin hazanıyla baktılar
Düşen yaprakları, kanatsız kuşları görünce
Haşyete kapıldılar, çöl fırtınasını yaşadılar

Ta ki hazanla birlikte savrulan mısraların
Bir başka yürekte can bulacağı umuduyla
Yüreklerini susturdular çölün sıcaklığında
Aşkın bir rahmet tecellisi olduğu inancıyla

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:15 AM
Ne bade içilir ne laleye nazar edilir!

Yalnızdım sakince adımlıyordum öylesine
Ayaklarımın, götüreceğini bilmediğim yere
Hasretiyle, halimi demlediğim bir güzelliğe
Senden kalan son izleri bulacağım ümidiyle

O an çay yudumluyorduk senin güzelliğinde
Telaş içinde dönünce çay döküldü üzerime
Fark ettiğin an gayretin artıyordu her zaman
Yanakların kızarmıştı gözlerin şakın bakmıştı

Ne kadar çaba göstersem hiç ikna olmuyordun
Belki utanıyordun fakat halimde çok üzüyordun
Dökülse ne olacak nihayetinde suyla yıkanacak
Sende arta kalan zaman her zaman koklanacak

Bak şimdilerde sen yoksun, kokun hiç gelmiyor
Muhabbet ikliminde alınan o nefesler haz veriyor
Sensiz ne bahar, ne hazan gönle sürur vermiyor
Bade içilmiyor, yürek sızlıyor şarkılar eşlik ediyor

Rüzgâr hıçkırıyor dalgalar mahzunca sesini arıyor
Kuşlar yalnızlığımı devran ederek aşiyanı özlüyor
Yalçın kayalar kuş bakışlarıyla sineye sabır diliyor
Halde bir takat kalmıyor, hicran her yanımı sarıyor

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:15 AM
Ne büyük ülfet ki sevilir sevda hazzında!

Ne kadar acı verse de biliyordum
Duyguların coşkusunda ki o hazzı
Sinenin katresinde açılan sayfaları
İnsanı tahkik için zorlayan insicamı

Düşünmekle başlar masum tutkular
Hali öyle bir sarar ki güneşle ışıldar
Her bahar sanki ilkbahar çiçek açar
Hazan çaresizdir artık ardına bakar

Bir sevda nağmesidir işte etrafı sarar
Haz adeta zirve yapar hal ki rahatlar
Aşk zerrelerin refakatiyle sanki coşar
Âlem senfonisi başlamıştır artık çalar

Ahde vefanın olduğu her bir mekânda
Hinliğin bulunmadığı melalin efkârında
Haddi müdafaa saygının sevgi ellerinde
Pak sineler vicdan esintilerinde ki yerde

Sevelim be yârim sevmeyi deneyelim
Sevgi zail ise neden kenetlenmeyelim
Halin diliyle kemaliyet için şekillenelim
Hak için sevelim mana hazzına erelim

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:15 AM
Ne çare ki aldın sen umudumu!

Ne kadar acı bir umudu söndürmek
Bu uğurda bir maslahat göstermek
Bir vehimle umudu külleyip gitmek
Acıma hissini unutarak unut demek

İşte kollarım düştü yanıma şevk yok
Yazmak o kadar zor ki artık esin yok
Sanki nutkum durdu bir heveste yok
Hayaller loş hülyalar boş bıraktı beni

Ne boş ve nede bembeyaz olan sayfa
Cazibesi kalmıyor hiç umut kalmazsa
Yazmak çok zorlaşıyor bir haz olmasa
Esintiler sarmasa, martılarda uçmasa

Artık yıldızlara da bir elveda demeliyim
*******den de aniden tez çekilmeliyim
Hazanı anmamalı, hüznü de solumamalı
Mezarlar içinde bir yer için umut kalmalı

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:15 AM
Ne çare ki biçareyim!

Ne kadar kaçsan da
Kayıplarla sen anılsan da
Sana olan hislerimi anlamasan da
Mahkûmum sana ben ömrüm azalsa da

Nihayet yaklaştıkça
Kan hazanı bana anlattıkça
Hüzün her yanımı çaresiz kuşatınca
Gözyaşlarım sabahlara değin sessiz aksa da

Yalnız senin sevgin için
Ruhum çok perişan bilmem ki niçin
Sinem hicran içinde inliyor kimin için
Kalbim keyifsiz atar bilmem ki hisseder misin

Ne bahar nede sensiz hal
Çiçeklerle anlatılır bahtsız melal
Kalmadı dirliğimde bir hal aşk sende yar
Anma, sen hiç yaşatma sevgimle hep daim kal

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:15 AM
Ne çare ki gül koparılınca muhakkak solacaktır!

Annesi çığlık atıyordu ne olur yapma diye feryat ediyordu. Telaşın bini bin pare olmuştu, her bir tarafı merak kuşatmıştı.

Sesin geldiği yöne bakan insanlar istem dışı o yöne doğru ilerliyorlardı. Kalabalık hayli artmıştı fakat neden bağırıldığının henüz bir esamisi görülmüyordu.

Kadın yerde dizlerini döverek nefes nefese kalıyor, derdini pek anlatamıyordu. Bu bakımda her bir insanın nutku durmuş garipliğin esrarında nefesleniliyordu.

Bir sessizlik bu kadar mı olurmuş herkes pür dikkat kesilerek gözlerini açmıştı. Pencerelerden sesi duyan sakinler bir şaşkınlık içinde ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

Yerde ki kadın bazen kötüleniyor bazen şaşkınlı içinde nazar ediyordu.

Takriben elli beş yaşlarında saçları ağarmış, kıyafet olarak giydiği entari koyu kahverengi renklerine bezenen desenlerden müteşekkildi. Lacivert bir kırkası üzerinde giyili bulunan bu kadın ağlamaktan soluk soluğa kalmıştı.

Yavaş yavaş kalabalığın baktıkları yön değişikliğe uğramıştı. Hadise bir manada, çok azda olsa anlaşılır olmaya doğru yolunu almıştı.

Aniden bir hareketlilik baş göstermişti. Merdivenlerden inen ve çıkmak isteyenler çoğalmıştı. Ama ne içindi henüz net olarak dışarıda kalanlar için çözümlenememişti.

Kadın sapsarı kesilmiş, çaresizliğin ensesinde erimiş, gözlerinin feri kesilmiş, yaşamak ümidini kaybetmiş perişan bir halde sanki bir heykel kesilmişti.

Bir acı sesin uzaklardan geldiği duyuluyordu. Tahminler bu noktada kesindi, buraya geldiği belliydi ancak ne için olduğu zaman içinde kayboluyordu.

Bayanın o anki hissiyatı yürekleri dağlıyor, perperişan ediyordu.

Onu sakinleştirmek için ne kadar uğraşlar verilmeye başlanmıştı. Komşuları mı hiç yoktu, akrabalarına mı ulaşılmamıştı, fırsat mı bulunamamıştı bilinmiyordu.

Sabahın çok erken saatlerinde olduğu için hava nispeten soğuktu. Bazı kuşlar bizlere refakat ederek farklı umutları yeniden muştuluyordu.

Ağaçların dalları sanki bu bayan misali kendini bırakmış, yapraklarından azat olmuşlardı. Nihayetin ayak izlerinden esintiler gibi.

Bir deri bir kemik misali… Kefen mi hani! Onu hazırlamaya fırsat mı verdiler ki diyesi geliyor insanın kendi melalinin seyrinde nefeslenirken.

Nasıl olsa ölmeyi gör bir şekilde ortada kalacak değil ya, yıllara sâri birlikteliğimizi idame ettirdiğimiz, aynanın karşısında şekillendiğimiz, ne derler kaygısıyla nizam ettiğimiz, üzerine giyeceğimiz kıyafetler için saatlerce çarşı pazar dolaştığımız ten, beden, sinede derlenen, ahirdir ötelenen, zahirdir öncelenen diye düşünürken…

Pencereden bakmayın arkadaşlar yardıma gelin çağrısıyla bir hareketlilik akışı sağlanmıştı. Dar bir odanın içinde insanlar bir telaşın arefesinde nefeslenirken, görünen manzara karşısında insanın nutku duruyor her ne yapmaya çalışsa da.

On altı yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir insan, ipin uçlarından sarkan o değerli mukaddes olan can, her ne sebeple olduğunu bilemediğimiz manada bir kez bu acımasız kararın eşiğinde kilitlenmişti.

Sehpanın kenarında bulunan ve alel acele karalanmış olan bir nottu sonralara bırakılan, ibret alınması için yazılan zavallı haliyle hayatı kararan bu insan.

Savcı beklenecekmiş, ambulans sirenlerini susturmuş, polisler bir şeritle sınırları koymuş, zavallı anne bayıldığı için hastaneye gönderilmesi uygun görülmüş.

Bulunan notta okuyanların anlattığı manada denilebilinen o ki kalan anılarda!

Kim bilir ki yazarken ne kadar acılar çekmiştir. O güzelim can için nede çok ümitlenmiştir. Hayallerini peşinde sürüklenmiştir.

Hülyalar onun için bir gerçektir, hakikati için nefeslenmektir zannıyla çekilecektir.
Hadiseler bu manada onu celbederek merak içinde şekillendirecektir.

Duygulara bırakırsa insan kendini, hissiyatın çeperleri, idrakin esintileri iradi olarak bir anlam bulamaz ise mesnet olarak zayıf durumda çaresiz bırakır insanı.

İnsan düşünen, muhasebe eden bu manada konumunu belirleyen aklın sahibidir.

Anne baba bunun için icbar olan emanetin müdavimleridir. Mürüvvetin, sahavetin, himmetin, şefkatin mübelliği olan bekçileridir.

Sadece şefkat, yalnızca himmet, akıldan yoksun hissiyat, manadan habersiz fiiliyat öncelenirse, hayat bir zevkin aracı görülürse başka ne beklene bilinir ki!


Hayatına son verecek kadar onur sahibi bir kız çocuğunun hakkını kimlerden alacağız, bu manada sorgulayacağız, adaleti dağıtacağız!

“Anne ne olursun sen beni bağışla, yüzüne bakacak halim kalmadı, umut bağladığım sevdiğim oğlan beni aldattı, kayıplara karıştı. Ne olur ağlama.”

Bir gül, gül için tefekkür ederken masumiyetin ceremesi bu olmasa gerek!

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:15 AM
Ne çare ki hissiz bir rıhtım misali!

Eğer söyleye bilseydim derdimi şiir niye
Anlata bilseydim meramımı yazılar niye
Sitem kime, nedamet ki kimin derdinde
Sevdanın sis perdelerinde ki tahayyülde

Sevsen de velev ki sen hiç sevmesen de
Hicranım, benim kendi kendimle üzülme
Merakın esrarında büzülme, kederlenme
Derdim kendimle sevmiyorsun ki ne çare

Bırakmışım melalimi dalgaların serinliğine
Sensizliğin derinliğinde ki, sızının kadrine
Sen ne bileceksin derdi gamı kal kendinle
Hiç nazar etme, kelamını her vakit esirge

Artık nisalar, hissiz rıhtımımda dalga gibi
Gelen vursun giden vursun ne çıkar sanki
Bir viraneyim ki, martılar uçsa bana ne ki
Kokmayan gül bahçesinde, dili hazan gibi

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:15 AM
Ne çare olacak ifrat!

Dilediğin kadar
Hissettiğin ne kadarsa
Hiç durma işte o kadar hiddete sarıl

Nemelazım
İşime gelmez kahır
Marazlar hengâmesinde aşk uzaklaşır

Bir anca avazınla
Nara atarak sen kavrulma
Suhuleti bir kenara atarak ta kandırma

Hissiz akanlar
Rollerinde mukallit olanlar
Kalbi olmayınca neye yarar o yakarışlar

Usandım artık
Seni sana anlatmaktan
Avuntularını derleyip bir kenara atmaktan

O halini
Uyandırmaktan
Samimiyetle hıçkırıklarda boğulmaktan

Acizliğimde
Hicranı solumaktan
Kalbin sahibinde kalarak umuda açılmaktan

İşte ancak
O zaman sükûna eriyorum
Derlenip dirlikte nefeslenerek şevkleniyorum

Ne olur sevsen
Serilmeden feyze ümitlensen
Teninden arî olarak ruhi iklimde serinlensen

Bir kez
Benim hezeyanlarımı dinlesen
Nidalarıma kulak versen, aşk için nefeslensen

Meşk ederek
Ötelerin idrakine ererek
Kitabı Celile meylederek gül kokusunu zikrederek

Kanaati
Önceleyip tebessümle
Hoş görü ikliminin bereketiyle muhabbet birliğinde

Hazzın ahengiyle
İfratın reddiyle tefritten arî kimlikle
Meşveretin güzelliğinde, vakti nihayetin haşyetiyle

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:15 AM
Ne çareydi, savrulan hülya sığınakları!

Son dem bir aşkın kıyılarında sahilin
Sükûnetin hicran gözyaşları akıyordu

Ne çareydi, her savrulan hülya sığınakları
Avuntuların en acımasız vurgun dalgasıydı

Gülmeye hasret bir tebessüm eşiğindeyken
Elime verilen, zamansız bir sürecin notlarıydı

Gönlümün gamlı hazanında kalmayan aşkı
Neyleyim artık ben sazı, şiir yazan ressamı

Haklıymış meğerse müptelayı aşkın sarhoşları
Kördüğüm olan aşkları, çaresizliğin bakışları

Kalmadı ağrımayan yel değirmen bir bedenim
Sızıdan kalkmayan başım, o gün ellerde naşım

Aşksız bir nakkaşım, sevdayadır her nazarım
Sevemeyenedir kahrım, ben zaten bahtsızım

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:16 AM
Ne çareyi dert ki tutulma bir kere!

Tutulma bir kere o sevda cezbine
Halin dilinde ki o seyri âlemlerine
Yazgının kaleminde anın katresine
Bitecek ki nüvesi zaman arefesinde

Sen ki bir o nefsi almış emanetçiydin
Ruhun enginliğine meyleden demdin
Nerden bilirdin nefesliktin gideceksin
O gün görecek aşka haline ereceksin

Ne demiştik, nelerden geçerek elendik
Hasatın hengâmesinde sade nefesliktik
Ona gidecektik seyir içinde işlenecektik
Ne derleri atarak hal dilini söyleyeceksin

Seveceksin, yeşereceksin, şenleneceksin
Aşk ile meşkin enginliğine seyredeceksin
Hakka meyledecek ayanını terk edeceksin
Aşkın sürurunda ki haz ile nefesleneceksin

Gitmeler duracak, o anlar ki sorgulanacak
Özlemler anlam kazanacak hasret dinecek
Yaratanın cemali için serden elan geçilecek
Nefisler dirilecek katreler yeniden görünecek

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:16 AM
Ne çıkar kalsın!

Sana
Ne söyledimse
Asla derdimi anlatamadım
Var olan muradımın
Bir salkımını sunamadım

Yokluğunda yandım
Sana pek çok yakardım
Ama halimi hiç anlatamadım
Sevgimi sunamadım
Aşkına bir türlü kanamadım

Kuşku bazen
Elbette güzeldir
İman bunun içindir serdir
Yüreğinin serinliğinde seyrederken
Söyler misin nerdeydin

Neden açtın yüreğini
Dinmeyen derdinle sen
Ne müşkül olan bir kederdin
Sineme tohumlar serptin
Ve bir anda aşkı yeşerttin

Şimdi bir kesim
Kesiyorsun öyle mi
Bir gün göndereceğim diye
Yorulma sen ey güzel dilber
Biz nerede durmasını bilenlerdeniz

Dil senin
Sahibi olduğun yürek senin,
*******i azdığın şiirlerinde senin
Muhakkak ki her bir zevkte senindir
Neyleyim ki senin gibi üst perdelerden
Nefeslenen tenleri ve hala güvenmeyenleri

Bilmeliydin
Bizde de bir yürek var
Ondan daha öte bir onur var
Katlanmadım kimseye şimdiye kadar
Ne cana ve hatta bir canana senin kadar

Kalbine
Elbette ki giremem
Sen dilemedikçe eremem
Ama bilmeliydin bizde de bir akide var
Ey bekleyen yar akıbetin seni kovalar
Sen elbette ki serbestsin ey nazlı olan yar

Artık
Sen neylersen
Onu eyle ister bir kelam
İstersen de ondan mahrum eyle
Verme bana bir selam dilediğine kalsın

Sen müsterih ol
Kaygılardan emin ol
Biliyorsun ki melalimle
Zaten kendimle uğraşan bir gafilim
Sen sazende şairane hayalinle neylersen eyle

Senin güvenini
Hak etmediğim müddetçe
Asla var olan nefsimi tanımam
İradem asıldır adamlığımın öznesidir
Heveslerin seline katiyen kapılamam

Aşk mı
Sevda mı rüya mı
Bir güven olmasa asla bakmam
Ona bir kapı aralamam, gereksiz hayallerin
Etkiyle bir tuğyanı muhakkak ki yaşayamam

Sen hiç anlamadın
Mana da yaşamaya kanmadın
Nedense sürekli korktun, korkuttun
Sanki hayali unuttun umuda sarmadın

Kaygıların
Hislerine galebe çaldı
Sevginin önüne geçti aldırmadın
Sen kendinle yine baş başa kaldın,
Gizemlerinde mevcut zenginliği hiç salmadın

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:16 AM
Ne dağlar ki halin dilinden söz ederler!

Biliyor musun senden arta kalan anlar
Her nedense geçmez oldu şu zamanlar
Değişir oldu meraklar halde saklananlar
Yavaşladı birden o çok hızlı akan kanlar

Öyleydin sanki sen hoş bir mefkûreydin
Hülyalar içinde yaşanan en güzel haldin
Ahengin sembolü nağmelerinde sesiydin
Biryanımın dinmeyen sancısı sevdasıydın

Artık ne bağlarda ne dağlardaki yamaçta
Kalmadı heves bakmam kanat çırpanlara
Semada uçurtmalara o kelebeklerin ahına
Yılanların kahrına dağlarda duyulan figana

Bir sevda muştusuydu gönlümü dağlayan
Durmadan hicranı yaşatan hali koymayan
Kaderin nakşedeninde nedametle soluyan
Beni hale koyan aşkların öznesine anlatan

Mızrapların nefesinde ki hüzzam nağmede
Sazendenin sinesinde anlam bulan güftede
Yaprakların bir züht ile şakıyan esintilerinde
O aşklar ki hal dilinde kuvveti kudret elinde

Güzellik senindir, o ten ki aşklardan beridir
Aşk mana meşkiyle yaşanacak ne güzelliktir
O özveridir ayaklar altına haz ile serilmektir
Kudretin dilidir, hayatın sebilidir o bilmecedir

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:16 AM
Ne derler…

Kaygısıyla yaşıyoruz,
Saçılıyoruz, sarkıyoruz,
İçimizle, girdaplaşıyoruz,
Çaresizliği, hep yaşıyoruz.

Sardı her tarafı bir refah,
Tüketiyoruz fersah, fersah,
Nefs şahlanıyor, açık kursak,
Nihayetsiz bir dünya, yaşasak,

Ölmek ne demek, bir gömülmek,
Gönül dünyasından göçmek, emek,
Sevmek, sevilmek Hak adına bilmek,
Ahir ve zahiri denklemek, eneyi silmek.

Hakkı Hak bilmek, onunla serinlemek,
Kuraklaşan gönülde, filizlenip yeşermek,
Hak rızası için yaşamak, İhsana erişmek,
Kini, hasedi, rezaleti, gönülden azat etmek,

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:16 AM
Ne deyim nefsim sebebim!

Kanıyor işte içim sessizliğinde
Karabulutlar her vakit benimle
Sen kendi seyrinde zevklerinle
Kader nasip olacak tercihlerine

Yağan yağmurda ferahlayanım
Kalbimin lekelerinde ağlayanım
Muğlâk düşleri sağanağındayım
Ötelerin hülyalarına haykıranım

Yoktur işte cazip olacak varlığım
Kendi serencamımda isyandayım
Varlık adına yorgunluğun tadıyım
Mütemadiyen avuntulara dalanım

Oysa hakikat belli, nefesler süreli
Ölüm gözlerimin önüne sergilendi
Düşünmek nafile idrakte keder mi
İnsan kimliğinde akıl yolun nedeni

Nereye baksam hangi yöne sapsam
Ayetlerin nefslerinde ağıtlar yaksam
Bir de nefsimin fakirliğinde ağlasam
İrademle hiç dağılmadan güle aksam

Biliyorum dünya fani ruhum ise baki
Nefsimin hadsizliğinde irfan ne sancı
Hancı olsan ne yazar zaman kervancı
Edeb asudeliğinde ihsan kaygısı saklı

Ermek erliğin şiarından asla sayılmaz
Aşkın dirliğinde isyan kalbe yakışmaz
Hizmet güzelliğine çileden kaçınılmaz
Feda karşısında, kaya bile dayanamaz

Varlığını ihtiyaçlıya adamadan yanma
Aşkı, hevesler hurdalığında hiç arama
Zevklerine yaslanmayı adamlık sanma
Feda olmak için rızanın peşine koşsana

Bak benim halimi görerek idraki kuşan
Ömrün sayfalarında hedefsizlik hüsran
Yalnızlaşınca nedamet bir bühtan utan
Sen hiç durma sevgiyle pastan soyutlan

Hiç sevemedim, bilmeğimden ürperdim
Bahşedilen sevgiye hasrolmaktı nefsim
Ben bilirimde ısrar ederek hep direndim
Bildiğimle cahilleştim ben şimdide hiçim

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:16 AM
Ne diliyorsa olsun!

Dinmek
Bilmiyor kalbimin
Bu hicranı mey anını
Söyleyemem
Artık kimseye bilmesin
Bir lahzayı kelamda
Bulunmasın dilemedin
Her neyse

Yüreğimde
Dinmeyen sızıyı
Kimseler görmesin
Açmadım ağzımı
Dil-i sinemden
Süzülen bir acıyı

Düşen
Hicran için nefeslenen
Kadrini bilen
Yaprakların hilminde andım
Semadan yağan
Her damlasıyla
Yüreğimi ovaladım

Varamadım kimseye
Biçare bahtımı oyaladım
İstemiyordum
Bir derman
Olmasın kimseye
İstemiyordum
Hicranın yaşandığı
Her sinede ki
Divaneyle solusun

Aşkın
Her zerresinde koşsun
Gülüne ne bülbüle
Ne de gönlünde
Açan gül-ü sevgiliye
Öyle bir aşk ki yaşanan
Âlemler hakikat-ı hayran

Sineyi halime
Zuhur etti aniden
Kimdi nereden bilirdi
Bilemem ki
Bir ömre sığmayan sevgiden
Nakşedecek haz-ı aşktan
Yüreğimde
Dinmeyen yaradan
Var olan aşktan

Ne büyük bir
Hezeyandır
Hatta gaflettir belki
Beyan ettiğim bu gerçekler
Dil mahkûm
Ten mahkûm
Gözler hep mahkûm

Sakın gülmeyin
A dostlar
Bilinmezdi yaşadığım
Aşkın ızdırabı
Nerden bilinirdi ki
Ben bilir miydim ki
Kalbimden
Damlayan her yaşı

Razıyım elbette
Mahkûmum her hale
Çilenin her bir katresine
Zihnim tarumar bedenim bitap
Yaşanır mı artık
Bu anlamsız hayat

Dalsız bir ağaç,
Kanatsız bir yarsız
Şimdi ne olacak
Varsın
Toprağın olsun
Her yaşanmayan
Bize kalan acı hayat

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:16 AM
Ne diliyorsan ardına bakma git!

Git artık kendi yoluna ardına bakma
Yaprakların damarlarında aşkı anma
Azat eğlenen gönüllerde şevk arama
Sevda adına kendi halinde oyalanma

Bak ki geçiyor o zaman, aşk ne zaman
Hissedilmeyince avuntular çok yaman
Tefekkür edilmeyince aşkın bir devran
Ruhsuz aşkla kalbin boşluğunda oyalan

Laleler, ömürler için en kısa sazendeler
Çiçekler içinde, bahşedilen her renkler
Aşkın dirliğinde tefekkür eder değerler
Aşk için, hizmete amade olan o nefesler

Neyleyim ki artık, o vakit çok yakındır
Sineler itminanlık içinde hep yangındır
Hasret cana, canana hasredilince kandır
Vuslat için nefesler yalnız aşk için vardır

Halin, serencamında eğlenir bu nazarlar
Asırlık olan çınarlarla, yâd edilir sayfalar
Sinede, bir uhde olarak kalan çileli aşklar
Varlığın hükmünde anlam bulur niyazlar

Artık zaman sesleniyor, hal o aşkı arıyor
Acizliğe gark olan sineler nefes alamıyor
Takat kalmıyor, kudret mazide el sallıyor
Hayat ürpertisi ten içinde sineyi kuşatıyor

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:17 AM
Ne diyebilirim sana!

Ne kadar kızsan
Yokluğumda bir kahırla ansan
Ve hatta ismimi unutacak olsan sen haklısın

Akıttığın gözyaşların
Sine-i sürurunda ki ahu figanın
Çaresizliğin sukutuyla melalinle silinmezler kazdığın

Her baharın hazandı
Seherin izleri senin için ne zordu
Duymak istediğin bir haber adına zorunlu yutkunduğun

Sen *******de demlediğin
Çileyi amansız bir sabır ile yudumluyorken
Ben kaygıların kuşatıcılığında nafakam için senden uzaktım

Sana yalnızlı nasıl anlatırdım
Yüreğimde açan ilkbaharların solgunluğunda
Kurşuni sokakların nefes aldırmayan acımasızlığında sabrederken

Gençliğimiz yok oldu gitti
Bir takat mi kaldı heveslerimizde
Ümitsiz sabahladığımız *******in sende bıraktığı izlerle

Ben sana çok açım
Sensizliğin isyanında ağaran saçım
Yollarında hasretini çektiğim gözlerim artık fersiz kaldı

Senin bir gülüşüne
Ellerin ellerimde bir kelam edişine
O kadar hasretim ki zindanlar yüreğimde haneler edindi

*******imde her gölge
Bir gardiyanın ayak izleriydi sanki
Serbestîye tin bu kadar yat artık dercesine verdiği komut gibi

Başımı koymak istemediğim
Senin düşlerinle terden sırılsıklam olan
Duyduğum özlem yeniden içimde acılara gark edecek diye

Sen bana hasret ben sana
Şimdi ben ne diyeyim yüce yaratana
Ermedik bir türlü saadetin sinelerde yaşattığı ilkbaharlara

Hep bir umutla karanlığın
Halimizi yoksul bırakan solumalarıyla
Ömrümüz renksiz, hislerimiz şevksiz geçiyor gelecek adına

Neyleyim ben sensiz varlığı
Neyleyim aşı, çorbayı, tarhanayı kaşığı
Senin sevgin, senin aşkın, senin varlığın yeterdi çoktan bana

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:17 AM
Ne diyeyim ey yar…

Bir gün koparıp kalbime attın
İkrarı ezelden sen seyrederken
Kulaklarından süzülen hüsranı
Hicranı kaside eşliğinde anlattın

Kalbime hüsranı doladın bıraktın öylece
Sen nasıl istersen kal, yeter ki bana söyle
Atma diyarı kalbimi, sitemle örme, görme
Yüreğim ellerinde mahkûm, bitap eyleme

Seyreyle dalgaları, uçan martıları, yatları
Yatır sende, yüreğinde sakladığın kalanları
Tenini okşasın, sana dokunsun bırak suları
Kavrasın seni, kuşatsın sendeki her hücreyi

*******, senin yalnızlığının en mümtaz şahidi
Yüreğinde korlaşan, o muazzam haşyet hasleti
Biçare kaldın, tanımadın sana âşık olan bir canı
Umarım diyorsun, beklediğin bir selamı yollayanı

Ne diyeyim ey yar, sen nasıl istiyorsan öyle kal
İster prangada, ister halatta, ister *******de sal
Eteklerinden süzülen efkâr, nağmeyle şakıyan sular
Bir selam göndermesen de gam değil sen öyle kal

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:17 AM
Ne diyeyim ki bundan gayri!

Nasıl bir çaresizliğe gark ettin ki
Melalim sefilliğin hüznünde ağlar
Ne kadar aransam gelmez bahar
Sen meftunu aşk eyledin ey yâr

Dökülen her damlayı aşk mahzun
Yokluğun insicamında bir mahkûm
Sevdan yollarında hicran bir sökün
Aşkına amade hasretine hep avare

Sen ki gıyabi nazarı çok görsen de
Hicranım ki hiç kulak vermesen de
Hakir görerek alay etsen gitsen de
Unut artık imkânı hiç yok desen de

Eli mahkum olmak nedir bilir misin
Hiç vidanın acısıyla nefeslenirmisin
Aşkın ilgası için tefekkür eder misin
Nasip olması içinde niyaz eder misin

Sen ki sevmek sevilmekten evladır
Derkenki hikmetin tecellisinden beri
Sendelenirken mecali kalmayan canı
Bir nefes içinde nasip olmasına bakanı

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:17 AM
Ne diyeyim ki ilgayı aşk olmazsa!

Mademki çaresizsin bir şevkin yok
Öyleyse aşkı hal ile bir nazar etme
Sinemi inletme bir hicranı ki dileme
Yeter ki bir söyle hali mahzun etme

Ne kadar kaldı bilinmez ki o mühlet
Neden ki hep hayırlar dileniz sabret
Haline akseden efkârı bir niyazla ilet
Canı bahşedende dir rahmeti himmet

Kuşlar neden kanat çırpar feryat eder
Kelebekler ki mühletini bilen bir heder
Bilinmez ki ne vakit tecelli eder kader
İbreti nazar ile terki diyar eder faniler

Bircan iken nice ömürler ziyanı haldeler
Tefekkür niçin elzemdi ne olurdu bilseler
Ahire gidenler haşyetin elinde ki nefesler
Akıbetleri için nihayeti mühleti beklerler

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:17 AM
Ne diyorum neler söylüyorum şimdi!

Sarmıyor atık bir şey
Açmıyor sinemde bahar
Gönül sürurunda bir sandal
Dalgalar refakatiyle boşalan ağıtlar

Diksemde ağzımı durmuyor işte
Sineden sökün eden eşiz nağmeler
Feryadımı bir ahenk içinde anlatıyor
Gözlerimden istemsiz bir yaş boşalıyor

Ah desem leyarı söylesem çare mi?
Çaresizce havası boşalan bir balon gibi
Buruşturulup atılan bir kâğıt parçası misali
Kalan anılara saklanırım çaresiz bir sefil gibi

Mana ararken manasızlığı yaşamak
Bir yerde çaresizce bakarak oyalanmak
Onun izinde solumak ona şevkle bakmak
Yazılarında kaybolmak yanmak içinde kalmak

Görsem bitecek mi bir efsunu hal
İsteyemem artık kalmayacak mı bahar
Aşk içinde neşet bulduran ne ulvi bir hal
Ancak sevdalarındır bahar aşk kokusunu salar

Her bir izine dokunuşumda sen
Sanki benimle aynı paralelde bir hazzın
Nağmeler içinde melalini sunan ne büyük can
Can içinde bir umudu yaşatan sevdaları anlatan

Sen çaresizlik içinde unut desende
Sana olan tutkum için billahi katlanırım
Semtine ayak basmam asla sana görünmem
Mezarlıkta yatan bir fani misali akıbetimi beklerim

Sen yeter ki bizar olma solma
Benim için sen bir nefes olsa da alma
Anılarına katma beyaz bir sayfa dahi açma
Ama sakın acıma katlanılmaz bir aşk bırakma

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:17 AM
Ne fark edecek ağlasa da sineyi can!

Diyorsunuz ya hani bir hallere bürünmek
O haleti ruhiye yi yaşama zamanına denk
Nüfus eden gönül sürurundan gelen şevk
Sardıkça kuşatır hiç bir an vermese renk

Dağlar ne ki sinede yaşanan deprem etki
Öyle bir haşyet ki eteklerde hareket şekli
Nuru inşirahtır kalplere zerk edildi mi yetti
Hal tenden geçti ısınmak ne ki sine meşkti

Dili hal kalmaz artık cihanı arz intizarından
Yaşanırken bir ibreti âlem hakikatte bırakan
Her bir zerreye nazarı aşk ile şevkler katan
Sevdayı anlamlı kılan nedameti uzaklaştıran

Sen hal diline geçince her şey sessizdir artık
Bir çınar altı ne ki, her zerre esen gölgelikse
Hayal bırakmaz seni hakikat ayan olmayınca
Hülyalar her yanı kuşatsa da okyanus sarsa da

Bıraktım hal üzere kendimi bir esen yel misali
Her bir zerre içinde neşet eden âlemi ayan gibi
Aşk mı aranan sinelerin derdi, o beni azat etti
Benliğimi ızdıraba gark etti dirliğime hali yetti

Yanmak, bunu göze almak dileyenin elinde mi
Halin diline aşkı zerk etmek o insanın haddimi
Hareket ve kuvvetin kadri asliyetin nerde illeti
Bilmek dillenmek etkilenmek sevmek heder mi

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:17 AM
Ne fark eder?

El aksanın altı kalsa ne olacak,
Üstü kalsa ne olacak!
Hüküm süren ferman sahipleri,
Mazlum Filistin halkının hürriyetlerini,
Resmen gasp etmiştir.
Halkı hür olmayan mekânların,
Mescitlerinin bulunması, yolunması,
Yıkılması, yakılması sadece mazlum halkın,
Melül melül hüzünlerini yudumlayarak,
Bakması ve hıçkırıklarla ağlaması,
Ümmeti Muhammedi ayağa mı kaldıracak.
Zannetmiyorum.
İsyan, nisyan ve tuğyanın bulunduğu atmosferde,
Müslüman kimliğinde ki kişiler,
Refahı, keyfiyeti, zilli yeti,
Şekliyeti hala önemsiyorlarsa...
Haşyetle ürpermiyorlarsa...
*******i haşyetini teneffüs etmiyorlarsa...
Nefsin her isteklerini emir telakki ediyorlarsa,
Mağrurlanmada haddi aşıyorlarsa...
Enaniyete öncelik veriyorlarsa...
Emanet mevhumunu hiçe sayıyorlarsa...
Rekabette bir sınır tanımıyorlarsa...
Asla ve kat’a yine zannetmiyorum.

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:17 AM
Ne garip bir geceydi!

Tank taburu dördüncü bölüğe kaydettiler, sıramızı bekliyorduk, akşam saat 20.15 civarında görevli askerler, bizleri sıraya dizerek soğuk ve rüzgârlı bir akşamda, askeri elbiselerimizi almamız için, deponun önüne getirdiler.
Çok rüzgâr vardı, oldukça üşüyorduk, bu yetmiyormuş gibi, çavuş ve onbaşılardan, ağza alınmayacak basitlikte, argo küfürlerde duyuyorduk, dört yıldır içmediğim sigarayı, arkadaşların ısrarı ve ortamın bulanıklığı sayesinde, yeniden yakarak ve öksürüklerin refakatinde nefeslenmiştim.
Depolardan kıyafetlerimizi aldık, doğruca banyoya götürüldük, oldukça kısa ve bir o kadar da tazyikle, nasıl banyo yaptığımızı, anlamadan askeri kıyafetleri giydik.
Kıyafetlerimiz o kadar enteresan oldu ki, tanıştığımız ve yanımızda bulunan insanları tanıyamaz hale geldik.
Her kez durumun vahametini anlıyor ve birbirimize daha çok yakınlaşıyorduk, yani askerlik bu ana kadar beni hiç açmadı, oldukça basit, görevli askerler birbirleriyle sürekli çatışıyor, küfürleşiyor, gücü olan dilediğini yapıyordu.
Koğuş kalk taliminden sonra, önüne gelen toplu halde, mıntıka temizliği yaptırıyordu, dört yüz on beş kişi mevcuttu, yemekhane yetersiz geliyordu, su, tuvalet problemi bulunuyordu.
Eğitim alanına gittik, oldukça uzaktı, sabah koşusunu ve kültürfizik hareketlerini, yaptıktan sonra içtima, hazırlığına başlanmıştı, bölük astsubayı teftişini yaptıktan sonra, bölük komutanı beklenecekti ve tekmil verilerek eğitime başlanacaktı.
On beş gün geçti, gözümüz açıldı, epeyce bir şeyler öğrenmiştik, çavuş ayağa kalktığı zaman, nasıl bir komut vereceğini seziyordum.
Çaya hasret kalmıştık, karavanada kaynatılan çay, suyu bittikçe su ilave edilerek, ücret karşılığında tekrar erata satılıyordu.
Fakat bir demlemeye mahsus çay, defalarca kaynatılıp servis yapılıyordu, toplanan paraları kimlerin paylaştığı ve nasıl bir vicdanla harcadıklarına tercüme gerekmiyordu.
Bir ağacın altında, İbrahim isminde uyanık olduğunu zanneden, himmet dedeli olduğunu, hiç sormadan söyleyen, arkadaşla oturuyorduk.
Bu İbrahim’le tanışmamızda, benim için çok enteresan olmuştu, çarpıp azarlamıştım ve bir daha yakınımda dahi, seni görmeyeyim diyerek ikazda bulunmuştum.
Askerliğimizin ilk günlerinde, yemekhanede topluca oturuyorduk, benim yanıma yaklaştı, ön dişleri altın kaplama, göz rengi yeşile yakın, ilk aklıma gelen çalgıcı veya çingenemi olduğu idi.
Tanıştık, kaç atış yaptığımı sordu, anlayamadım, daha bölükle atışa gitmemiş tik ki, atış yapılsın, bu arkadaş benden önce gelmedi ki, atış yapmış olsun.
Sen nerede ve ne zaman atış yaptın dedim, buraya teslim olmadan deyince, nasıl yaptın diye yeniden sordum, maksadını anlamaya çalışıyordum, bet teresine gittim, orada işimi hallettim deyince, bu salağın en çok önem verdiği meselenin, uçkuru olduğunu anladım o an anladım fakat çok canım sıkılmıştı.
İlk tabirim lan sen dangalak mısın, senin ne yaptığını, niçin yaptığını merak eden mi var, sakın bir daha benimle böyle densiz konuşma demiştim, bu çocuktan gıcık kapmıştım.
Daha sonraki günlerde, baktım ki durumunu düzeltiyor, bana yakın olmak istiyor, bende acıyarak ses çıkartmamıştım.

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:17 AM
Ne gayretler ki çekilen yalnızlıkta!

Her ne kadar inanmayı çok istesem
Mekânıma ne doğacak asla bilemem

Dikkat etmek düş kırıklığında erimek
Denizler ki dalgalarla böyle eğlenmek

Gülmek denemek nasibinde gizlenmek
Bir tebessümün hikmetinde serinlemek

Himmet etmek için sineyi serinletmek
Sabır içinde nefeslenmek aşka ermek

Hasretin sesinden esinlenerek uyumak
Hülyalar içinde mesruriyet ile solumak

Hayal içinde muhayyele de bulunmak
Ufki zenginliğe keyif içinde adımlamak

Kaç kez uyusam da sen yoksun ayazım
Yalnızlığın seyrinde manasız konuşanım

Seninle varım böylece anlam kazananım
Tefekkür içinde soluklanan meraklananım

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:17 AM
Ne gelir elden!

İşte
Dalmışken birden
İçimden geçti
Çocukluğum
Aniden

Sanki
Bir topaç misali
İpin sardığı
Anın

Verdiği zamanın
Koldan
Çıkan takatin
Hırsın
Nihayetinde

Fırlatılan
Bir topaç inilerken
Kendi seyrinde

Amansız
Bir döngünün
Her katresinde
Artık çaresizdir

Ne taş
Ve nede toprak
Onun için
Fark eden değildir

Tutkusunun
Yolunda soluğu
Kesilinceye kadar
Döner gider

Bir
Meczubun
Bilinen
Mecnunun
Deli denen
Kuzunun gibi

Tutulmuştur
Bir kere
Elden ne gelir ki

Her bir cazibe
Aynı adresin
Yolunu gösterir
Her
Alınan bir nefes
Onun
Hayaliyle güzelleşir

Çirkin
Bile olsa
Fiziksel
Özürlü bulunsa
Ne çıkar

Gönül bu
Hangi fermanı
Ne gibi
Bir maslahatı
Dinler

Bir su misali
Sanki akan
Bir zaman gibi

Yâre doğru
Bir sevda ile
Akar gider

O sevgiliyi
Bir korku
Sarsa ne olur

Kimin
Umurunda olur
Aşk budur

Anlamayan
Onu bir haz
İle yaşamayan
Hiç tatmayan

Kalbinin
Namütenahi
Köşesinde
Yaşatmayan

Elbette ki
Hadiseye
Şaşı olarak bakar

Tek isteğim
Ona
Hiçbir zaman
Kavuşamaz
Olsam da

Gideceği aracın
Kapısında
Bir mihmandar
Olarak
Bulunsam da
Hiç gam değil

Yeter ki
Yalnızca sevsin
Sevdiğiyle sevinsin

Onun
Kollarına serilsin
Yalnızca isteğim
Kahretmesin

Sevdiğim için
Bir sitem olsun
Asla göndermesin

Sanki
Bir hikâyenin
Vazgeçilmeyen
Kem karakteri
Olarak görsün

Sevdiğiyle
Hep öğünsün
Halimi
Anılarına dahi
Değer görmesin

Paçavra gibi
Yırtıp atsın
Sevinecekse
Yinede sevinsin

Kendi
Dünyasında
Güzellikler içinde

Kalbinde
Yeşerttiğiyle
Sevinsin gülsün

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:18 AM
Ne gölgeydi halimi ürperten bir heceydi!

Bir göz ağrısıydı çektiğim hasretin sancıları
Senden uzak günlerim sanki bir zindan hali
Hasretin elemin neler ne acılar çektirmedi ki
Gönüllerde çalkalanan derin dalgalar misali

Sen ki bir demi hayattın şevkin ilkbaharıydın
Bir demet çiçekler saldın kokunla şakıyandın
Sinemin yalnız karanlığında aydınlık salandın
Hazan ki arta kalan en mübariz soluklanandın

Sen nevi şahsınla mana enginliğinde kalandın
Manayı aşkın letafetini sunan bariz sevdaydın
Sen sineyi saadetinde derin izler harmanıydın
Farklıydın bir başkaydın alıp götüren şarkıydın

Halin derinliğinde bir baharı hazanın muştusu
Rahmanın engin hasretiyle seyri sefer yolcusu
Ruhun hilkati canın akıbeti ahirin saadet olgusu
Halin bahşedenin nefesleri nazar edeninde kulu

Beklemektesin işte görünmezler seyri âlemin de
Nağmelerin dilinde yalnızlığımın kalan hecelerinde
Ne özlemdi hayat ki bıraktı halimi aşkın hasretinde
Kuraklığın pençesinde çölün derinliğinde ki zahire

Bu öyle bir hakikati aşk ki tutkunun en nadir hali
Sinelerden ahu figan duyulmaz gayri elem ki hani
Hicranı saadet öyle bir hazzı endam ki halin demi
Melalin hamd serinliği sabrın güzelliği aşkın meali

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:18 AM
Ne güzel sevdaydın bulunmaz aşktın!

Sabahın ilk ışıkları sızmaya başlamıştı
Seni düşünürken uyuya kaldığım anda
Yaprakların arasında süzülen salkımda
Sanki sen vardın, yalnızlık umutlarımda

Sen nasıl bir candın ki can katan kandın
Kanımı kaynatan, yokluğunda sızlatandın
Hâsılı hep aranandın hasrette yaşatandın
Ne güzel bir sevdaydın, bulunmaz aşktın

Kendi akışına katan en nadide bir pınardın
Rahmeti anan vuslatı hatırlatan bir başaktın
Ne muazzam aşktın, cezbe anlam katandın
Cazip olandın, merakta koyandın, sevdaydın

Hani derler ya insan için önemli kareler neler
Tefekkürle geçirilen ibretlik seferler, perdeler
Kâinatta ki güzellikler, tahayyülde ki esrarlar
Ayağımıza gelen kısmetler kimlerindir bilseler

Geldik, habersizdik, kimdik, ne için yeşertildik
Bir fideydik, habersizdik, tebessüme hasrettik
Beşerdik, insanlığı öğrendik kim için kenetlendik
Nelerden edildik, sahipsiz bırakılan kederlerdik

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:18 AM
Ne hazin bir olaydı!

Şiddeti oldukça
Yüksek bir sesle irkilmiştim
İçimi bir titreşim kaplamıştı

Merak açlığım nüksederek
Bir arayışlara kapı aralıyordu

Bu vakitler her ne oluyorsa
Sinemde kalp atışlarımın ritmi değişiyor

Dikkat olabildiğince
Yelpazesini genişletmişti

Ne, kim, kime, nasıl
Ne zaman, nedenlere cevap aramak için

Dayanamamıştım apar topar
Merdivenlerden aşağıya iniyordum

Nedeni anlamak için,
Sebebi manalaştırmak düşüncesiyle

Nihayetinde
Kalabalığın yöneldiği
İstikamete doğru bende yönelmiştim

Dışarıya çıktığımda
Bu kadar kısa zaman içinde
Gördüğüm kalabalık karşısında çok şaşırmıştım

İki katlı bina
Yerle bir olmuş basıncın şiddetiyle

Üç eksi ve yedi civarında yaralı
Yığınların arasından çıkartılırken o an yaşanan
Heyecan ve yardım severlik unutulabilir gibi değildi

Emniyet mensupları
Olay mahallini kordon içine almışlar
Bu bakımdan kimseyi yaklaştırıyorlardı

Bizzat içinde yer aldığım
Adapazarı depremi yeniden
Sahnelendi gözlerimin önünde

O zaman diliminde
Ne kadar çok aptallaşmıştım

Metanet bakımından
Son derece kavi olan halim
Adeta o hal karşısında iflas etmişti

Onlarca bina
Yerle bir olduğundan
İş makinelerinin yetersizliği sebebiyle

Feryat edenler
Mahşerin ince ayrımlarını
Yeniden bizlere sahneliyorlardı

Kim kimliğinden
Perişanlığın nedametinden
Ahirin önemsiz beklentisinden

Sevgilerin
Yerle yeksan edilişinden,
O an aşkların kalmayan demlerinden
Arta kalan ne vardı ki sanki tefekkür edilse


Bilinçsizliğin her yanı
Kuşattığı mekânlarda dikkatin
Ne kadar önemi kalacaktı sinelerde

Mesuliyetin gönülde
İnkişaf edebilmesi için mükellefiyeti
İliklere kadar idrak etmek zorunluluğundan başka

Ne hazindir ki
Hadisenin olduğu mekân dini
Tedrisatın yapıldığı yatılı bir kurstu

Yani bir manada kulluğun
Daha iyi bilinmesi gereken bir eğitim alanıydı

Sonraları tespitler yaptım ki
Bu mekânlarda öğrenciler çok horlanıyorlar

Zaten öğrenciler bizzat
Gariban çocuklar lakin bir kısım hocalar
Muhakkak ki kendileri bir eğitime çok muhtaçtılar

Açık unutulan bir tüpün
Kapalı bir mekânda meydana
Getirdiği son dereci hazin bir reçeteydi

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:18 AM
Ne hicran ki dinmez soluksuz bırakan!

Hicran mı olacak bu aşkın sonucu söyle
Öyle dalgın ki bu gözler hep seni söyler
Hayaller refakat eder ne umutlar besler
Yalnızlığımda senin hazzın kifayeti yeter

Tutmamış olsam da ne çıkar o ellerinden
Omuz vererek serdetmediğin serverinden
Pak dil darı lezzetinden şevkin meşkinden
Sudur etmeyen gönlünden edep halinden

Gel gör ki o zaman geçiyor çileler diziliyor
Sabrın her hali deneniyor niyazlar ediliyor
Senin melalin için canlar veriliyor direniyor
Aşkın payidarı için son nefes mi bekleniyor

Ey divane gönlüm neylersin ki sırası değil
Âlemlerin içinde hakıpak olan nasibine eğil
Hicran için yaşanacak sabır içinde bir seyir
Ahir için hidayete meyil aşk için sırası değil

Can nede canan aşkın hazzını almayan kan
Damarlarda dolaşan ciğerlerden beyne akan
Hakk için konuşan maksudun hazzına varan
Nihayetimizle kuruyan aşk kokusunda kalan

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:18 AM
Ne hüzün ki nedamet akışında ki acıda!

Gitmişti ellerimden artık sıcak akışın
Tebessüm içinde eksilmedi o bakışın
Artık yalnızlığın vazgeçilmezi adıyım
Kaldırımların arkadaşı bir ayazdayım

Sokak lambaları dahi o kadar silik ki
Fersiz ışıklar buğulu olan akşamlarda
Sensiz yaşayacağım her anlamsızlıkta
Yorgun adımlarım halde bakındıklarım

Neyleyim ki artık sen sessiz izlerinle
Halime nakşeden her güzel hislerinle
Kederlerimi terennüm ettiğim nispetle
Sana olan hasretim melalimdeki selde

Bir kayboluş bestesini yapmak isterim
Nağmelerde aksedecek eşiz güzelliğin
Seninle mutmain bulunduğum naifliğin
Gök mavisinden öyle uzanan asudeliğin

Ne çare her yutkunuşumda yoksun işte
Bütün benliğimle bilincimde ki meşkinle
Seyir içinde melülleşen sana hasretimle
Bir hederliğin zilletinde kalan nefesimle

Yoksun arzda bulunmayacak kalacaksın
Bir ürpertiyi yaşayacak donup kalacaksın
Aranacaksın etrafından medet umacaksın
Yalnız kalacak nefsinle baş başa olacaksın

Her kim bir hedefe kilitlenirse niyetlenirse
Tefekkür ahengiyle o hislerini yönlendirirse
İdrakin ne kadar elzem olduğunu öğrenirse
Mazisinden nasiplenir ati için gayret ederse

Kimler kalan izler neyi götürebildiler tendiler
Geldiler habersizdiler o ahit için cehte girdiler
Tercihlerinde serbestliğin hükmünü sürdüler
Avuntular içinde keş kelerle zamanı geçirdiler

Kim kalacak ki mekânı arzda aşk haşr olacak
Sevdalar bir anlam içinde gaye için buluşacak
Kim kimden sorulacak o hesap ki ne şaşılacak
Her bir nefs başının çaresine bakarak aranacak

Rahmetin sebebi mananın ahengi gülün eşsizi
Efendilerin efendisi ümmeti için nefeslenen eri
Kutlu peygamberi aşk için serdettiği o saadeti
Ne kadar özledim ümmeti bulunduğum güzelliği

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:18 AM
Ne isteniyorsa!

Sen
Ne yapardın söyle
Benim gibi iki arada bir derede kalırsan

Yukarıya baksan,
Aşağıda aransan, ayalinden

Medet umarak
Gözlerine baksan da bir şey
Çıkmıyor anlaşılmadıktan sonra

Yıllara
Hasrettiği sevgisini
Oğluna sunarken anneler
Çektiklerini de bir bir sinelere işliyordu

Arada bir sakın ha
Elkızına beni asla ezdirme diye

Bir zamanların
Elkızı olan anneler şimdilerde
Bir zamanların hor ve hakir görülmüşlüğünü

Saadet için
Evlendirdiği ve mürüvvetini
Görmek için yıllarca beklediği oğluna

Eş olarak
Nikâhladığı refikasına
Ön tepkimelerini niyaz ediyordu

Nihayetinde
Anne değil miydi neyi
Ve hangi tarafı tercih etmeliydi oğul

Bir insanın
Bilgisiz ve edepsiz olması kadar
Başka bir fakirliği asla bulunamaz

Böyle İnsanların
Nefsi hevesleri nereye
Meylediyorsa ve nelerden kuvvet buluyorsa

Hırsın Ve hıncın
Yanında huzur ve muhabbet
Zedelenmesi ve böyle ortamlarda

Hamasetin
Payelenmesi çok acı bir şekilde
Sinelere nakşederek ortaya çıkıyor

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:18 AM
Ne kadar büyük bir gafletmiş meğer!

Sevmiştim bir kere mana derinliğini
Mest ediyordu işleyerek halden içeri
Nutkum kesildi şevkim devrana girdi
Öğüttü sanki bir değirmen emsaliydi

Tutamadım kendimi serdettim halimi
Nereden bilirdim sevdanın hazin dilini
Gönül ne ki aşk manimi kim bilecek ki
Duymak ne yazar idrak kimilerin derdi

Ne kadar mutazarrır olmuştu halimden
Şaşkınlığı tuttu anlıyordum melalinden
Hiddet sermayesi haykırıyor ki sineden
Ne gelir ki elden arlanmak şu halimden

Ne büyük bir hata içine dalmıştım meğer
Aşk olsa ne çıkar gönül denkliğinde efkâr
Hazan ki melale ağlar yaprak hale bakar
Sevda nasip olacaksa akar sinem ki ağlar

Kapattım sayfayı halimden arta kalanları
Derledim işte ayalim için ibret halkalarını
Düştüğüm çukurları göremediğim fakları
Alay konusu aşkları acınan gönül yarasını

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:18 AM
Ne kadar hazin bir uğraşın içinde olduklarını bir bilseler!

Ne hazindir ki bazı kimseler mukallitliği hala bir telakki zannetmekteler.

Mefkûre hazzına vakıf olmadıkları sürece bu illet hastalık
onları yalnız bırakmayacaklardır.

Hala zannın “ön” takısıyla sefih bir hal ile yaşamaktalar.

Dayatma egolarını salgılarken güya bazı mahfillere hizmet gayretin delerdir.

Kişiliğini beyan ederlerken, kimliğin sığlığında koruma aracı lükslerinden taviz vermezler.

Aidiyetin ne olduğunu bilmek bunlar için sadece gereksiz bir bölümdür.

Vicdan yalnızca kanaatin sürümü olmak durumunda anlaşılır.
İzimler en değerli sığınaklarıdır, onlarsız bir hayat anlamlı olmayandır.

Din zihinleri uyuşturan bir afyon durumunda anlaşılır.
Kişi sadece vicdanı ölçüsünde bunu yaşaya biliri salgılarlar.

Ne ariften ne abitten ve ne de erenden hiç haz almazlar.

Dini mübin için, bir çöl kanunu diyebilecek kadar zihin ve sinelerini parselleştiren bu sefih hezeyan tacirleri,

Yılarca narkozda kaldıkları kültür yozlaşması karşısında,
savunma hassasiyetinde şekillenen biçarelerdir.

Gönlü, kalbi, ruhu ve vicdanı sadede yürek telakkisinde yorumlayan dolayısıyla hayata, aşka ve sevdaya keyfiyet mantığında değerlendirenlerdir.

Gariptir ki bizzat kandırılan oldukları halde, takiyyeler sebebiyle münevverliği kimseye kaptırmak isterler.

Kendileri gibi düşünmeyen insanları kandırılan, aldatılan göre bilecek kadar zillet içinde kalmaktan asla kaçınmazlar.

Diplomaları en büyük payeleridir.

Bu necip millet her seferinde bir ders verse de bu kez aziz milletin cahilliğinden dem vurmaya başlarlar.

Sosyolojik olarak her dönemlerinde ağır bir sarsıntı yaşadıklarını nara atarak atlatmaya gayret ederler.

Din adına, Allahın rızası doğrultusunda canını feda edecek kadar hanif olan canları bir zavallı olarak değerlendirmekten asla kaçınmazlar.

Üstelik bu garipliklerini serde derken bu milletin âli menfaatlerinin en fanatik savunuculuğunu kimselere bırakamazlar.

Zaten bu maksada binaen bu aziz milleti keriz, devleti de deniz anlayışıyla sürekli soymayı bağışıklık kazanan bir hastalık vuzuhuyla başarırlar.

Sanki akortsuz bir saz misali kulağı cırmalayan hezeyanlarını bir orkestra savıyla adlandırarak zavallılıklarını alalamaya gayret ederler.

Mümin, mücahit, mücahide sıfatları yalnızca kandırılmış insanlarındır anlayışından asla vazgeçemezler.

Atatürk haricinde hiçbir lider şayet solcu, komünist veya ateist değilse hiçbir önemi olmayan maşalar anlayışına saplanırlar.

Bir canın emanetçisi olarak, inancım için feda olacak kadar basiretli değil isem bu akidenin hiçbir faydası olmayacağına inanırım.

Müminler yaşamak ve yaşatmak için hizmet telakkisinde olan, evrensel mesajla donatılan ve rahmet peygamberini bir önder olarak gören kutlu insanlardır.

Asırlarca izmleri ihdas ederek inananları sömüren ve nifak tohumlarını zerk ederek

Bir zavallı konuma düşüren başta Siyonizm ve onun şubeleri konumunda bulunan müstekbirler,

En hazin ki tağuti emellerini Müslümanlar üzerinde yıllarca
Uygulayarak birbirlerine düşürdüler.

Kur’anı kerimle bağlantılarını keserek sürekli israliyet zerk ederek hikâye ve masallarla uyuttular.

Bu emellerine milletin içinden seçtikleri mukallitlerle başardılar.

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:18 AM
Ne kadar hazin!

Ne kadar
Meşgul olursam olayım
Duyduğum bir ilahi davet mesh ediyor

Duruyorum
Arkama yaslanarak
Şöyle bir derinlere doğru yöneliyorum

Kendimle
Ne kadar uzaklığım
Ruhi iklimde yalnızlığım hicranı diliyor

İradem
Varken, sırat aşikârken
Yozluğun solgunluğu halimi bitap ediyor

Ne deyim
Ben kime ne söyleyim
Kendi dertlerimle içselliğimde ne fakirim

Düşünmek
Yetmiyor, cazibe gerekiyor
İdrak için müşahhaslık derdi kesbe diyor

Çağırıyor
Lakin bahaneler ağır basıyor
Avuntular maslahatı kalbimi hep karartıyor

Nerede
Duruşuyla salınan şecaat
Kat kat takiyyelerde fecaat kalbi muarız hat

Oysaki
Gitmek için gelmiştik
Şimdilerde hiç gitmemek için sanki kavilleştik

Serkeştik
Halimizde netleşti
Herkesin kalbinde yeniden dertler sökün etti

Hevesler
Nefsin cazibesinde renklendi
Kul olmak natürel hale geldi nostalji güzellikti

Evet
Bende bir kulum lakin
Umutların kuraklığında muğlak bir yolcuyum

Sanki
Fevkalade bir vukuatım
İdraki öteleyen hissiz kalbin sahibi hancıyım

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:19 AM
Ne kadar tehir edeceksin!

Dalma
Artık sende derinliğe
Ömrün nihayetinde ki ürpertilerle

Aşkın
Sevda sahilinde
Umutların rengârenk çiçekler içinde

Ömür
İnsana hasredilirken
Muvazenesiz tercihler olmaz aşk için

Düşünmek
Gönül iklimine girmek
Vefayı önceleyerek sevgiyi yeşertmek

Akla gelen
Her şeyi yersiz yurtsuz
Mizandan korkusuz, akılsız izansız dileme

Sen senden
Ben enaniyetimde ki enlerden
Kalbim tuğyan ve şirkten arî olmadan gitme

Sevmek haksa
Aşk sabrın yatağında aranacaksa
Vuslat anlamlı yaşamak için nefse ruhsatsa

Hak yakmaz
Cehennem seni asla anmaz
Zebaniler senin hasretinle suhulet bulmaz

Ecirlerin
Niyetinde ki esrarın
İhsandan maada hezeyanın seni yakacaktır

Kulluğu bilmezsen
İnsanlık erdeminden nasipsizsen
Kalbi muhabbetten bedevi kimliğinde isen

Şefkati öncelemeden
Himmetini ihtiyaçlıya hasretmeden
Rızanın demiyle nefeslenmeden göçer isen

Nafile umutla
Hesapsız olan avuntularınla
Nefsin vukuatında, hayatın serencamında

İbretsiz yozluğa
Reddi mirasçılığın mahkûmluğuna
İcbar edilen o hezeyanların duvarlarında

Sen asla ağıt yakma
Arkana dönüp te gelen var mı sanma
Sen hilkatin yolculuğunda, vebalin yanında

Kabrin safi toprak
Dört duvar arasında sana yok rahat
Mazine eğil de şöyle bir bak, ölüm hakikat

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:19 AM
Ne kadar üzülmüştüm!

Ne bilirdik ki!
Nereden bilecektik!
Onca zaman çocukluğun heyecanıyla bir oyana bir buyana koşardık.

Var gücümüzle, dilediğimizce yorulana kadar oyunların renginde nefeslenerek takati bitirecektik.

Bakir olan hislerimiz kendince denenerek halin dilinde bir tecrübe edilecekti.

İlk güven payemiz…
En sevdiğimiz… Annemiz, babamız…
Ancak onların güvenliğinde esenliğe kapı aralayanlarız…


Hilkatin ezel kokusunda bezenirken kaldığımız çaresizliğimiz…
Bir sabi olarak filizlenmek üzere renklerdi dilediğimiz…
Bir emanet hüviyetinde ki mahfuz olunan güzelliğimiz…


Bir buse bahşetmek için beklendiğimiz…
Şefkat ikliminde nefeslerimizi serdettiğimiz…
Gözyaşlarımızı dilediğimizce teklifsiz sarf etiğimiz…


Sanki etrafımızda bulunan her can…
Himmet etmek için çare arayan kanlardı…
Bizim için varlıklarını feda etmeye hazır olanlardı…


Bazen onlarda naçarlığı yaşamak zorunda kalırlardı.
Ne yapsalardı, şartlara uymak orunlulukları kucaklarındaydı.
Yokluk her bir yanı sarmış, afetin eşiğinde soluklanan canlardı…


Her ne kadar çok arzu etseler de…
Bütçe denen, ekonomiyi adeta hıfzettiren o realite…
Canları bezdiren, sabrı deldiren, çile yumağı biriktirendi…


Anneler çaresiz yutkunurken…
Babalar hiddeti nameleştirirken…
Anılar satırlar halinde terennüm edilirken…


Mazi sayfaları bir bir açılırken…
Sevgi tozlu rafların arasında saklı kitabelerde okunurken…
Atiye gönderile her nefes kokusunda bir hicran nakaratı vardı…


Yıllar bizim fark etmemizi bekler mi?
Geçiyordu zaman bitiyordu doğan her an…
Katrelerde aranan bir heyecan içinde umut bağlanan…


İlk giydiğim pantolondu! Hiç unutamam…
O günler, sevgiye hasretti!
Sanki gönüllerde, şefkat tükenmişti…


Hiçbir masrafı olmamasına rağmen!
Her nedense esirgenirdi bizlerden, onu ikram etmekten…
Bahşedeni bilmekten, tefekkürün güzelliğinde nazar etmekten…


Kıyafetlerimiz temiz, lakin yamalıklı olurdu!
Yalın ayak gezmek, zorunluluğumuz vardı!
Varsa şayet bir uzun don, bizler için büyük bir ikramdı!


Büyükbabamların bir bahçesi vardı…
Yıllara sâri ağaçlar ve envayı çeşit meyveleri bulunurdu.
Ancak onları yemek, dilediğinde gölgelenmek kolay mıydı?


Anneanne diyorduk, her aklımıza geldiğinde…
Büyüklüğün harcı olan sevgiyi arıyorduk bakınıyorduk…
Analık olduğundan mıdır, sevgiye yabancılığından mıdır bilinmez!


Asla bizleri yaklaştırmıyordu!

Ağaçlardaki meyveler bize, biz ise bir umut içinde çare, arardık!
Yere düşen, kurtlu meyveyi dahi almayı başaramazdık!
Çünkü anneannem, ağacın etrafını süpürürdü izleri takip etmek için!


Ben yine çaresiz kalırdım…
Ne yapayım başka bahçelerden ikramlaşırdım!
Kimselerin olmadığı bir vakit, ağaçlara dalardım!


Telaş içinde, ne kadar toplarsam, süratle uzaklaşırdım!
Başka mekânlarda uygulardım, şikâyete kapalıydım!
Çünkü annem, çok fena döverdi, oklavayı her şekilde denerdi!


Naylon terlikle vurarak, her tarafımı alalardı!
Yemek istediğimi, meyveye hasret kaldığımı!
Katiyen söyleyemezdim, annem zaten mağdurdu!


Hem babalık ve hem de annelik yapmaya çalışıyordu!
Beş günlükken annesiz kalmış, üç analıkla yaşamış!
Neler gelmemiş ki başına, kolumu kırılmamış!


Kafası mı yarılmamış, aç mı bırakılmamış!
Odunu geç getirdin diye, sırtı ateşle dağlanmış!
Anne fanilam kirleniyor diyince, keser darbesi almış!


Kime ne söyleyeyim, derdimi kimlere açayım!
Allaha bir İnancımız varmış, sadece onunla paylaşırdık!
Babama çalıştığı işyerinden, adi bir kumaş vermişler!


Annemler sağ olsun, sana bir pantolon dikelim dediler!
Öyle bir sevinmiştim ki, dünyalara değişmezdim!
İlk defa, bana özel bir şey yapılıyordu, kolay mı?


Nihayet, pantolonu giymek kısmet oldu yakıştı!
Sevincimi paylaşmalıydım, evde kalamazdım!
Dışarıya fırladım, arkadaşlarıma gururla anlattım!


Arkadaşlar, Sümer’in bahçesine gideceğiz dediler!
Haydi, gidelim diye ısrar ettiler, dayanamadım!
Onlara katıldım, tel örgülerden geçtik ve ağaca çıktık!


Bekçi geliyor deyince, atladık kaçmaya çalıştık!
Bekçiden kurtulmak için, tel örgüden geçmeliydim!
Tam geçiyordum ki, duyduğum bir sesle sarsıldım!


İlk özel pantolonum, tele takılmış ve parçalanmıştı!
Orda yıkıldım, pantolonum değil, yüreğim yırtılmıştı!
Bir korku armış, benliğimi kuşatarak çaresiz bırakmıştı…

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:19 AM
Ne kadar zarifsiniz…

“Mustafa ağabey şiirlerinizi keyifle takip ediyorum. Diğer edebiyat-şiir içerikli site ve forumlarda yüzlerce, hatta binlerce şiiriniz var, oralarda da epeydir okuyorum sizi. Şiir severlerin son derece samimi ifadelerle sizi takdir ettiklerini de biliyorum. Bunu hak ediyorsunuz. Alçak gönüllü ve kibar bir insansınız, gönül ehlindensiniz. Yazmaya devam edin lütfen. Saygılar sunuyorum efendim. (türkü yürekli)



Kalbinizin
Güzelliğini aksettiriyorsunuz
Kelamınızın naifliğiyle ve lütfettiğiniz hamiyetinizle...

Yılara sâri
Sükûnluğumu ömrümün son
Demlerinde ve sizlerin hoş görüsüyle paylaşıyorum...

Derdim,
Halime nakşeden ve hicranımla
Demlenen meramı halimi hizmet telakkisiyle yazmaktır...

Edebiyat
Dünyasının zenginliği ve değerli
Nefesleri bilmeme rağmen ne yapalım ki başlamıştık...

Edebi hiç bir
Sıfatım ve vasfım olmamasına
Rağmen, yalnızca konuşma diliyle gayret ediyorum...

Ritmik değerleri
Ve ölçüleri, kuralarıyla yazmak
Hevesini, ne derler vehmini hiç dikkate almıyordum...

Nasıl hissediyorsam,
Anladığımla her an yaşıyorsam,
Mizan için kaygı duyuyorsam evet konuşmalıydım…

Dostluk için,
Muhabbetin asudeliğinde
Nefeslenmek için şekliyete hiç bulaşmadan yazmalıydım...

Muhakkak ki
Kalbi fakirliğimi, fikri sığlığımı, hamiyet
Yozluğumu bilerek, naif nefeslere uzanmayı diliyordum…

Onların niyazları
Ve çok değerli katkılarıyla
Ancak ruhi enginliğe uzanmak için gayreti serdedendim…

Yoksa sizin gibi
Çok değerli bir nefesi nasıl
Tanıma şerefine erişirdim ve bu manada soyut halleşirdim.

Gün içinde
Halimde bir mahzunluğun izleriyle
Nefesleniyordum, ne vakit sizi ve değerli kelamınızla karşılaşınca

Okuma fırsatına
Eriştim, öncelikle Cenabı Hakka
Şükrettim ve hususen siz ve ayaliniz için niyazın gereğini ifa ettim

Efendim
Çok teşekkürler ediyorum,
Sayenizde sürurumu ifade ediyorum
Muhabbetle selam eğliyorum ve hürmetlerimi arz ediyorum...

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:19 AM
Ne kadar!

Seherin
İlk yansımaları
Hissiyatıma
Nüfus ediyordu

Beynim
Henüz onarım
Yapamamış olmalı ki
Göz kapaklarım
Açılmak bilmiyordu

Akşamdan sanki
Bir daha elime hiç
Geçmeyecekmiş gibi
Tıkındığım nimetlerin hatırı

Kimi
Merak edeceğim
Kaygısının
Hiç bulunmaması

Garlarda
Sabahlayanları
Otogarları
Mekân tutanları
Çaresizliği yaşayanları

Ocağı tütmeyen
Hastalıktan kıvranan
Hastane odalarında
Can çekiştiren nefesleri
Anmak istemiyordum

Bedenimde
Mevcut takat varken,
Cebimde
Harcayacağım dururken

Bütün odalar
Sıcaktan bunaltırken
Başkaları olanlar
Hayır, hasenata muhtaçlılar
Nefsimi cezp etmiyordu

Ekranlara da
Karşılaşırsam şayet
Kanal değiştiriyordum.

Çocukluğumdan beri
Telkin o edilen sesleri
Hala duyar gibiyim
Her camiye gidişimde
Cuma günleri
Muhakkak ki hutbeden
Bir yardım çağrısı yapılır

Camilerden
Ayakkabılar çalınır
Namaz esnasında unutulan
Telefonlar konser verirler

Cami imamı sanki
Namaz kıldırma memuru
Aç açıkta kalmak kim bilir
Ki onun ne kadar sorunu

Derken
Telefon alarmı
Çalmaya başlıyor

Dört kat tenin
Kuşattığım bedene
Beden içinde gizlenen
Muazzam değere

Canı bahşeden
O kudrete
Beden içinde
Muhkem olan kalbe
Ne kadar
Duyarsız kalmalıydım

Ben aşkı
Nerede aramalıydım
Uykudan kaçmalıydım
Mideyi doldurmamalıydım

Bilerek tercihi
Girdap içinde ki anı
Biçare ürperti soluyanı
Halimle görebilmeliydim

Sahi ben kimim
Kimliksiz bir âdem miyim
Kulluk noktasında ki şevkim

Tamahkârlık
Noktasındaki gayretim
Heveslerimdeki azmim
Zevklerimde ki desiselerim

Ben sahiden âdem miyim

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:19 AM
Ne kaldı ardın sıra!

Artık
Senden kalanı
Hissetmeden göçüp gitsem de

Yılların
Halimde açtığı
Yarayı sessizliğimde içsem de

Ağaran
Saçlarım tükense
Tenim hasretin çilesine ersede

Sevda
Ram olunmayan vefa
Ömrün sayfasını tek tek dizse de

Aşkın
Kelimelerde zikredilse
Silinmeyenlerin gönülde tek filizse

Nağmeler
Senin için güfteyse
Umut kalbin yekparesinde kalınca

Can ızdırabı
Kan heyecanı soluyunca
Yalnızlık ayazları halimi kuşatınca

Yaşamak
Mütemadiyen uyumak
Düşlerin esenliğinde seni anmak

Anlatamadan
Hiç anlaşılmadan bakmak
Kaldırımların efkârında solumak

Sokaklarda
Yalnız dolaşmak
Muhabbet için kuraklığı anmak

Sevgili
Halin şevk gülü
Kokuların içinde edeple süzüleni

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:19 AM
Ne kaldı geçen bir zamanın izlerinde!

Ağlamak istedim çaresiz halin dilinden
Kime ne söyleyeyim ki bilinmez o dilden
Hasret kaldığım eşsiz esenliğin şevkinden
Nağmelerin deşifresinde kalan özlemimden

Bir hayat ki bir şekliyle yaşanır habersiz
Hislerin kudretinden izansız salahı ansız
Felah için idrakin, irfanın saflarında halsiz
Adımlarken ihsansız, ihlâssız nede manasız

Bir yaprak ki ne kadar masum ve mahzun
Katrelerin illiyetinden tezekkür eden hüzün
Şevkin derinliğinde sessiz bekleyen meşkin
Hal içinde ki nefesin, ahenk dilindeki güzelin

Aşiyandır mekânı saadet bülbüle dili coşkunun
Tahayyüllerde ki kokunun hissedilen hazzı aşkın
Ezelin, evvelin, ahirin bela ahdine muttali olanın
Aşkların anlamlaştığı ve zevkten maada zanaatın

Bir can ki nefeslerin tükeneceği halden habersiz
Ahirin o eşiz haşyetinden hissiz, sesiz, nedensiz
Kime ne diyelim söyleyin nefesin seyrinde demsiz
Ağlamak istiyorum kalan halimden kederliyim sesiz

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:19 AM
Ne kaldı sevda olmayınca!

Artık
Senin uyanacağın
Ne ilk gece
Ve de ne son gece
Olacak

Yazgılar
Okunsa ne olacak
Aşk artık
Son mu bulacak

Gözler
Ne kamaşacak,
Ten bezirgânlığı
Ah nasıl yaşayacak

Akacak
O vakitler
Gözlerden kan
Yaş hiç kalmayacak

Muhabbet
Bittikten sonra
Odan
Soğusa ne olacak

Her
Haneyi saadeti
Anlamlaştıran var ya
O şifa
Aşkı muhabbettir

Yüreğinde
Hiç kalmayınca
Ayaz duvarlarda
Bir anlam mı katacak

Sinede
Bir heyecan
Melalde bir nisyan
Sahnesi yer alacak
Halde hazzı mı kalacak

İnsanın
En güzel hasleti
Sevebilen olmasıdır
İnsana verilmiş bir haldir

O olmayınca
Kalb-i nazarda
Bir sevgi bulunmayınca
O vakit
Gönül neye yarayacak

Etekler uçsa,
Dizler dermansız
Kalsa da nihayetsizdir
Ay doğsa yıldız her an olsa
Yaşanan aşk hengâmesidir

Sen korksan da
Yüreğinin
Sızısıyla yansan da uyu

Sen
Rüyalarına gömül
O hülyalarınla öğün
Katiyen bizar olma

Sabahlara kadar
Terden sacların ıslansa
O kaçırdığın gözlerin
Uykudan hiç açılmasa da

Kapanan
Göz kapakların
Sanki duvakların
Hayâyı edep olsa da sen uyu

Artık kalmadı
Mecali halim
Sana
Dili lisan eylemeye

Yüreğimin
Sızısını bildirmeye
Mısralara gömülmeye

Cihanı
Hakikatin arzına
Teklifsizce sunamaya
Bir gül-ü hicranı koklamaya

Artık ben
Mahkûmum
Yalnızlığım da solmaya
Nihayetimle
Şimdilerde donup kalmaya

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:19 AM
Ne kaldı umutlardan!

Olmasaydı
Neşeyi muhabbet
Gülmek niye ki

Simanın envayı
Çeşidine bürünmek
Böyle dilemek
Hala cazip gelem mi

Hiç
Göçmeyen
Geçmeyen ne ki
Baki kalan şu
Gök kubbede

Mazi
Derinliğinden gelen
Ayak seslerinde
İnlemek mi

Sen
Ne bahtiyarsın ki
Ahiri görebiliyorsun
Gizlemiyorsun

Neme lazım
Diye vazgeçmiyorsun
Buna asla
Tenezzül etmiyorsun

Yegâne
Bir yol olduğunu
İçtenlikle
Ve samimiyetle
Her an itiraf ediyorsun

Duyulmayan
Çığlıkları dahi sen
Bir bir Yılmadan
Gayretle deşifre ediyorsun

Yaşların
Serinliğine dalarak
Bir seyri hal ediyorsun

Yalnız
Beklemek mi şahit
Arzı cihanın sakinleri
Hani nerede

Sana
Umut ilga eden
Yağmurlar
Kanat açan
Martılar hani nerede

Eteklerin
Uçuştuğu karanlık *******in
Eşsiz sakinliğinde terennümler

İçilen meylerin
Kalan kadeh izlerinde,
Sinelerin şu gizemlerinde

Sana
Bahşedilen
Her emanetin
Senden alınan sürenin

Hiç
Bilmediğin gizemlerin
Senden
Habersiz gelişmelerin

Merakın
Ummanın da kalan
Umutların bıraktığın aşkın

Yaşanamadığıdır
Dilenen metanetin
Kalınan onca sen çaresizliğin

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:22 AM
Ne mekândı!

Bir akşam
Sessizliğinde
Yağmurun hırçınlığı

O kadar
Barizdi ki atık
Şaşkınlık gayri kabildi

Söz
Dinlemesi
İmkânsızdı öyle
Fütursuzca akıyordu

Kızmıştı
Sanki bir kez
Toprağa
Hiddetini kusuyordu
Akıtıyordu

Ancak
Bu semt
Gece konanların
Mekânıydı

Açlık
Ve sefillik
Hat safhada,
Hastalık revaçtaydı

Sahipsiz
Olan çocuklardı
Hiç dirençleri kalmadı

Gözlerden
Akan yaşlar
Sakindi
Yağmurun aksine

Bu sabiler
Kızgın değillerdi,
Yalnızca çaresizlerdi

Anneleri
Evlerine dolan
Yağmur
Sularını atarken

Çocuklar
Kıyafetten arîlerdi
Tenleri
Büzülmüşlerdi

Elerinin tersiyle
Burunlarından döküleni
Çaresizce silerlerdi

Telaş
Hat safhada,
Karanlık pek yakında
Soluyan şahindi

Masum
Yüreklerin
Takipçisi olan
Hissiz avlanandı

Yaşamak
Adına kovalayandı
Kaçanı anlamayandı

Var
Olmak adına
Canı pahasına
Şefkati unutanlardı

Nihayetinde
Hepside birer candı
Yaşamak için vardı

Yaşatan,
Bilinmeyenler
Esrarında
Bulunan bir inançtı

Çaresizlikte
Çok yaklaşılan
Varlıkta
Unutulan imandı

Zülcelaldi
Hâkimi mutlaktı
Rahmetin sahibiydi
Kimdi

Nefis kadar
Önemsenmeyen
Acı kadar
Bilinmeyendi

Oysaki
Halk edendi
Kuvvetin yegâne
Sahibiydi
O hep verendi

Neden
Bir musibet versin
Neden bunu dilesin

Sadece
Bir ders verendi

Erteleyendi
Mühlet için
Şefkati serendi
Her şeyi bilendi

Zerrelerin
Tek sahibiydi

Güzellik için
Bahşeden güzeldi

O verendi
Aşkın öznesiydi

Mustafa Cilasun

GooD aNd EvıL
10-01-2008, 11:22 AM
Ne nefes nede heves kafidir!

Nihayet
Sende bulmuştum
Seninle kavuşmuştum ben huzura

Bizarlıktan
Uzanılan şevki refaha
Kalbin itminanlığında açan bahara

İlkimdin
Heceden şiirim
Düşünceden muhabbet iksirimdin

Sendin
Sevilen değerdin
Hak eden sabrı bilen zenginliktin

Sen ve ben
Sessizliği terennüm eden
Anca kelamla hem hal eden nefestik

Ne şevke
Ne de dinmeyen hevese
Zevklerin esenliğine hayale dalmadık

Hesabı andık
Kuvvetin iklimine kandık
Zamanın hikmetinde nasibe inanandık

Ne derler
En çok neyi dilersen
O illaki seni bulur ve niyazın kabul olur

O vakit
İş çok kolay sabah akşam
Hiç oyalanmadan zikredelim halde olanı

Hattı zatında
Hikmeti nerede bilinmez
Her şey ulu orta avuntuyla hesap edilmez

Nidanın değeri
Kalbin itminanlığıdır yeri
İhlâs için şartların kavli çok iyi düşünülmeli

Her şey dilenir
Edep içinde ruh dirliği aranır
Kalp, heveslerin, zevklerin yeri değil anlatır

Mustafa Cilasun